Quantcast
Channel: DÜCANE CÜNDİOĞLU SİMURG GRUBU
Viewing all 497 articles
Browse latest View live

GÜNAHA SON ÇAĞRI

$
0
0

9 Ağustos 2009 


Ya Tanrı hakkında yanlış bir şey söylersem?

— Korkma, Tanrı seninle! O senin yanlış bir şey söylemene izin vermez!

Peki ya Tanrı hakkında doğruyu söylersem?

— ! ! !
* * *
Sanırım hayatımın en büyük hatalarından biriydi.

Yıllar önce bir grup (yüksek lisans seviyesindeki) İlâhiyat öğrencisine Mantık dersleri veriyordum. Bir dostum rica etmişti. Hem istekli, hem yetenekli, hem de gayretliydiler. Benim için (sanırım onlar için de) verimli geçmişti o uzunca dönem. Ne de olsa mağaramdan çıkmıştım ve tutkulu gözlere hasrettim.

Ders aralarında, hatta bazen ders esnasında Mantık ve Felsefe’nin sınırları dışına çıkıyor, genel kültür meselelerimiz üzerine de lâflıyorduk. Çünkü nazarımda hepsi de dinlerine bağlı, temiz, saf Anadolu çocuklarıydı ve tabiatıyla İslâmî ilimleri tahsil etmekle meşgul olurlarken, düşünce ve sanat dünyasına yaklaşmaları pek mümkün görünmüyordu.

Bir şeyler yapmalıydım.

Dersler sona erdiğinde, kendilerine (aklım sıra onları ödüllendirmek amacıyla), gelin birlikte bir film seyredelim ve üzerine tartışalım, dedim.

Demez olaydım.

Teolojik bir film seçmiştim. En sevdiğim filmlerden birini. Martin Scorsese’nin Nikos Kazancakis’in romanından uyarladığı The Last Temptation of Christi (1988).

Unutmak ne mümkün, filmin müziği, Peter Gabriel’in Passion albümündendi.

Kazancakis’in İsa yorumunu önemsiyordum. Çünkü Batı’da bilhassa Ernest Renan’ın La vie de Jésus (1863) kitabıyla başlayan ve oradan bize de sirayet eden peygamber imagosunu dünyevileştirme çabalarına ilişkin seçkin bir örnekti. Kilise’nin resmî yorumları tam tersine çevriliyordu. Bu İsa, bambaşka bir İsa’ydı. Beşer İsa. Tanrı gibi değil, insan gibi. Ecce Homo! İsa filmleri arasında hermeneutik açıdan en iddialısı. Doğrusu, Scorsese de en önemli işlerinden birini çıkarmış, sinema tarihine ikinci büyük imzasını atmıştı.

Zihinlerindeki İsa tasavvurunun tam aksiyle karşılaşacak olmaları, öğrenciler için büyük sorun olmaz diye düşünmüştüm, çünkü zaten tartışma konumuz buydu ve önümüzde elverişli bir sinema metni vardı. En nihayet Hıristiyanlık açısından bile kabul edilemez bir yorumu değerlendirecek; text ile con-text arasındaki o ünlü gerilimin tellerine dokunacaktık.

Asıl sorun, filmdeki kısa süren bir erotik sahne idi. Mecdelli Meryem’in (Maria Magdelana’nın) geçmiş yaşantısına atıfta bulunan genelev sahnesi.

Ayrıntılara takılmamaları için çocukları önceden uyardım, ve bu kadarına tahammül edebilirseniz filmi seyredebiliriz, dedim. Bir iki tanesi hariç teklifimi kabul ettiler. Izdırap içerisinde filmi seyrettik.

Işıklar yandığında, baktım ki herkes şokta. Kireç gibi yüzler. Ne diyeceğini bilemez bir halde bakan, şaşkın, utanmış gözler.

Sustuk ve dağıldık.

Benimkisi de sanki bir başka çağrıydı: günaha son çağrı.

Yazımın girişinde aktardığım diyalog İsa’yla manastır arkadaşı arasında geçiyordu. Çölde.

Peki ya, Tanrı hakkında doğruyu söylersem? ...

Tüm sorularına cevap veren ve onu yüreklendiren arkadaşı susmuştu. Bu sorunun cevabı yoktu çünkü.

Ya doğruyu söylersem? ...

Geçen Zaman gazetesinde yer alan satırları okuyunca hatırladım bu hikâyeyi. Konu yine İsa’ydı. Bu sefer de başka açıdan.

Hazret-i İsa’nın son 12 saatini anlatan Tutku (The Passion of the Christ/2004) şüphesiz Hz. İsa filmlerinin en çarpıcı, etkileyici örneğidir. İsa Peygamber’e yapılan işkence neredeyse bütün teferruatıyla anlatılır. Mel Gibson’ın yönetmenliğini yaptığı filmde kanlı sahneler o kadar ürkütücüdür ki insanın o kareleri seyretmeye yüreği dayanamıyor. Böyle bir filmi İslamî hassasiyeti olan bir yönetmen çekebilir mi? Hayır!
Bir kere İsa Peygamber’i sureten canlandırmayı onun hatırasına saygısızlık sayar. İkincisi Kur'an ve hadis gibi kaynaklarda olay başka türlü anlatılır. Hz. İsa’nın “Baba, beni yalnız mı bırakıyorsun?” gibi şüphe içeren bir laf etmesi asla düşünülemez.

Doğru tesbitler de ihtiva eden bu satırlarda tashihe muhtaç ciddi noktalar var. En azından tartışmaya değer noktalar. Meselâ şu itirazı ele alalım:

Hz. İsa’nın ‘Baba, beni yalnız mı bırakıyorsun?’ gibi şüphe içeren bir laf etmesi asla düşünülemez.

Niçin düşünelim ki, bilâkis hissetmek gerek. Anlamak gerek. Düşünmeye gelince, niçin düşünülemesin, pekâlâ düşünülebilir de. Hem de Kur’an’ın teyid ve teşvikiyle.

Dilerseniz, şu ayeti (Yusuf: 110)hatırlayalım:

... حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ (Nihayet peygamberler ümitlerini kesecek hâle geldiklerinde...)

Elmalılı H. Yazır’ın çevirisi böyle. Bir de M. Esed’in çevirisine bakalım:

... when those apostles had lost all hope... (Elçiler neredeyse bütün ümitlerini kaybettikleri vakit...)

Demek ki peygamberlerin bile ye’se düştükleri, umutlarını kaybeder gibi oldukları anlar varmış! (Bu hâl ismet sıfatına aykırı değildir; dileyen, ehline müracaat edebilir!)

Efendimizin talebelerinden İbn Abbas, bu ayetle birlikte şu ayeti (Bakara: 214) okumayı da çok severmiş:

حَتَّىٰ يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَىٰ نَصْرُ اللَّهِ (Nihayet peygamber ve yanındaki müminler, Allah’ın yardımı ne zaman gelecek, diye feryad ettiler.)

Bu ayetteki الرَّسُولُ (peygamber) kelimesi cins u istiğrak ifade ettiğinden, mânâ diğer peygamberlere de şâmildir.





Ηλειηλειλεμασαβαχθανι!

Rabbim, Rabbim, niçin benden vazgeçtin?






İncil’deki tek Aramice ifade!
Matta ve Markos versiyonlarında.
Bir âşık-ı sadıkın feryadı. Bir insanın. İnanmış bir elçinin. Vuslat öncesi son feryad, son naz!
Meseleye biraz daha dikkatlice nazar edilirse, böylesi feryadların düşünülebilirdeğil, hissedilebilir olduğu da görülecektir. Hissedilirse anlaşılacaktır. İnanmış bir adamın inandığından ümidini keser hâle düşmesi gayet tabii bulunacaktır.
Bakınız, Mehmed Akif, ne demiş bir defasında!

Madem ki ey adl-i İlahî yakacaktın ... 
Yaksaydın o mel’unları... Tuttun bizi yaktın!
(...)
Yetmez mi mus’ab olduğumuz bunca devahi?
Ağzım kurusun ... yok musun ey adl-i İlahi!

Evet, böyle demiş.
Yanmış da demiş.

* * *

Şairler dervişlerin kardeşleridirler. Naz ehlidirler. Gönül ehli.
Naz vakti!
O halde ses verelim ki ses versin!
Heybetiyle gelsin, bir kere daha, “Buradayım, korkmayın!” desin!



HEP BİR SONRA'N OLACAK

$
0
0

29 Nisan 2007  

Çocukken Meksika’nın keşfiyle ilgili bir kitap okumuştum. Meksika’yı keşfeden Veracruz, meçhul bir dünyaya ayak bastığını ve burada meçhul bir düşmanla karşılaşabileceğini anlayınca korkup da geri dönmeye kalkışmasın diye gemilerinin hepsini yaktırmış. (...) Önemli bir karar vermek zorunda kalınca hep Veracruz’u düşünürüm. Evet, kararımı verdim: gemilerimin hepsini yakacağım. (Irwing Wallece’ın Temas adlı romanından.)
Ne ilginç değil mi, gemileri yakacağımız zaman biz de hep Tarık b. Ziyad'ı düşünürüz.

Türkçe’de karar sözcüğünün alıp verilen bir şey olarak kavranılması dikkat çekicidir. Kararı ya alırızveya veririz. Aldığımızda, geleceğimizi karar altına alırız, geleceğimizi sınırlamak/kesinleştirmek ihtiyacı hissettiğimiz zamanlarda alırız. Uygulamaya geçtiğimizdeyse karar bizim için verilen bir şey hâline gelir. Bir şeyi düşündüğümüzde karar alır, yapacak olduğumuzda ise karar veririz.

Alırken daha temkinli, verirken daha aceleciyizdir. Düşünürken alır, yaparken veririz.

İnsan, çokluk, dengesizlikten, inişlerden çıkışlardan tedirgin olur; belirsizliğe tahammül edemez, kesinliği arzular. İstikrar arar. Kararsızlıktan da nefret eder bu yüzden.
Evet, kararımı verdim: gemilerimin hepsini yakacağım!
Bakınız, karar vermek nasıl da şiddet doğuruyor?

Kişi kendisini nasıl da tek seçeneğe mahkûm ediyor?
Kararlı adam!
Yani tereddüt etmeyen, başına gelecek olanlardan perva etmeyen, kararını uygulayan adam!

Böyle düşünüldükde, kararsızlık,ne kadar olumsuz, hatta sevimsiz bir hâl, öyle değil mi?
Nefsi, tek seçenekle sınırlama becerisi olmayan (mütereddit) bir hâle düşürmek, kaçınılması gereken bir felâket âdeta. Karar almalı, karar vermeli ve yapmalı. Her daim kararlı olmayı istemeli.

İşte size istikrar dedikleri görece güvenlik ortamı!

Oysa doğa, kararı pek sevmez, tek seçeneğe, insan vehminin vehmettiği ölçüde düzenli davranmaya razı olmaz. Şaşırtmaktan hoşlanır. Her şartta, her hâlde, her kârda aynı neticelerle karşımıza çıkmayı tercih etmez.

Zannedildiği gibi çok da tutarlı değildir doğa.

İnsan doğası da böyledir. Zorunluluktan hoşlanmaz.  Öyle ki aynı nedenler —zannedildiğinin aksine— bazı durumlarda hep aynı sonuçları doğurmaz.

Zorunluluk, doğaya yabancı.

Bu nedenledir ki Kelâmcılarımız, doğanın eylemlerini âdet sözcüğüyle adlandırmışlar, bu eylemlerin öylece olageldiklerine, yani olmalarında herhangibir zorunluluk bulunmadığına işaret etmişlerdir.

Modern bilimin yaslandığı ideoloji, bilhassa XIX. yüzyılda, sadece doğal olguları değil, toplumsal olguları da yasa kavramı altında eritmek suretiyle açıklamaya pek özen göstermiş, gelişigüzel doğal yasalardan, toplumsal yasalardan sözetmeyi hep marifet bilmiştir.

En nihayet XX. yüzyıla gelince, insanın duyguları dahî, çaresiz, psikolojik yasalara tâbi kılınmıştır.

İnsan vehmi, belirsizlikten korkar ve kesinliği, zorunluluğu arzular.

Evet, kesinliği ve zorunluluğu talep eden insan vehmidir, yani matematiği mümkün kılan tecrid gücü. Günümüzde daha çok kurgu ve kuruntu ürettiği sanılan yeti.

Matematik: sayılabilir ve ölçülebilir olanın bilgisi. Hesabın bilimi. Planlamanın yani. Eşyayı kesin ve zorunlu hâle getirmenin, bu işlemi nicelikler (kantite) aracılığıyla yapmanın.

Peki nitelikler?

Matematik bilimlerinin konuşmakta isteksiz oldukları bir alandır keyfiyât (kalite) sahası.
Karar almaya veya karar vermeye düşkün olanların, kesinliğe ve zorunluluğa ulaşmayı arzuladıkları ölçüde şiddete başvurmaları kaçınılmaz olduğuna göre, nicelikler aracılığıyla tanımlanan dünyanın, şiddet doğuran bu kararlar karşısında umulmadık sürprizler (keyfiyât aracılığıyla bazı şakalar) yapmaktan kendisini alamayacağını tahmin etmek güç olmasa gerek.

Ey talib, bir düşün bakalım, karar verirken, verilen bir kararın konusu olmandan daha yıkıcı bir şaka tasavvur edebilir misin?

Bu kararsız adamı dinle de sakın gülerken kendisine gülünen olma, e mi?

Aslâ son gülen sen olmayacaksın.

Hep bir sonra’n olacak çünkü!


CİNSELLİK VE HİKMET-İ HALİDE

$
0
0

10-11 Mayıs 2008

Modern Batı’nın değerlerini oluşturan temelin harcında en büyük pay sahibi Hristiyanlık’tır; bilhassa Batı Hristiyanlığı. Akıl, bilim, vs. hepsi de sonradan gelir. Üstelik belki Hristiyanlığa rağmen, belki Hristiyanlıktan önce veya sonra, ama her hâlukârda Hristiyanlıkla birlikte, yanyana gelir.







Hristiyanlığı paranteze aldığınız takdirde, Batı’da olup biten hiçbir şeyi bütünüyleaçıklayamazsınız. Latince’den söz etmedikçe nasıl modern Batı dilleri üzerine adam gibi konuşamazsanız, Hristiyanlıktan (bilhassa Katoliklik’ten) söz etmedikçe de modern Batılı değerler üzerine aslâ sözün hakkını vermek suretiyle konuşamazsınız. Mesele inanıp inanmama meselesi değil, bilip bilmeme meselesi. Anlayıp anlamama meselesi.





Kalem ehlinin derslerini çalışmaları gerekiyor. Şayet cinselliğin hikmetini (hikemî boyutlarını) biraz olsun farketmeyi başarırlarsa bir gün, belki o zaman hikmet-i halide’nin cinselliği hakkında saygılı olmanın değerini de bilirler sanırım. Hikmet-i halide'nin ve/veya cavidan-ı hıred'in, yani philosophia perennisin...
* * *
Kısa yaşamı boyunca hiç evlenmemiş genç bir peygamberin, yani Hz. İsa’nın tebliğlerine dayandığını iddia eden bir topluluğun dünya görüşüdür Hristiyanlık.

Kadından korkan, kadından uzak kalan, kadını tanımayan, bu ve benzeri zaaflarından ötürü de kadını aşağılayan, cinsellikten kaçınan, utanan, cinselliği reddeden, hor gören, en nihayet olabilecek en aşağı formlarıyla cinselliği ifsad eden bir asitli kaptır Batı Hristiyanlığı.

Rahmetli babam, Hz. Musa’nın maddeyi, Hz. İsa’nın mânâyı ve fakat Efendimizin (s.a) hem madde’yi hem de mânâ’yı temsil ettiğini söylerdi.

Yahudiliğin maddeyle, Hristiyanlığın mânâyla temessülü hakikaten de sabittir.

Evet, hakikaten Efendimiz, hem madde’yi, hem mânâ’yı, hem teni, hem canı, hem bedeni, hem ruhu temsil eder; kısacası hem dünya’yı, hem ahireti. Kemâli yani.

Hâtem’ul-Enbiya (Son Elçi) olduğu için, son nokta’yı. O en son’da gizli ilk noktayı.

Tarihinin hiçbir döneminde cinsellik ve hatta müstehcenlik Doğu’da tabu olmamıştır. Lâkin Batı’da tabudur. Dün de tabuydu, bugün de. Kadını manastırlara kapadıklarında da, manastırlardan çıkardıklarında da.

Hz. Yahya ile Salome arasındaki temel çelişki Batı bilincinde henüz çözümlenmemiş olarak durmaktadır.  Bu olgu, hakikatte cinsellik-ahlak veya şehvet-din çelişkisini değil, iki farklı iffet kavrayışının çelişkisini imlemektedir. Birbirini yok eden iki olumluluğun çelişkisini. Sonunu trajik kılan da budur!

Cinsellik ve müstehcenlik İslâm’da değil, Hristiyanlık’ta tabudur.

Cinsellik Asya dinlerinde de tabu değildir. Bilâkis cinsellik hikmet’in bir tezahürü, bir boyutu, bir ayetidir; nefsin mertebe ve makamlarında dervişlerin seviyelerinin alâmeti, nefse hakimiyetlerinin göstergesidir.

Cinselliği idrakinin veya cinsellikteki kudret ve kuvvetinin derecesi, dervişin manevî mertebesinin seviyesine de delâlet eder.
* * *
Yazılıp çizilenlerden anlaşıldığına göre, bizde zihinleri vaftiz edilmiş cahillerin güya ahlâk ve âdâba dayanıyormuş görünenen söylemleri, değil Cumhuriyet dindarlığının, bizatihi Cumhuriyet muhafazakârlığının bile gülünç bulacağı ölçüde Kilise kokmaktadır.




30 kişiyi öldüren bir sosyopat, bir seri katil ahlâksız değildir. Keza öldürdüğü kişileri sekize bölüp bavulda taşıyan manyak da ahlâksız değildir, 20 çocuğa tecavüz eden bir sapık da. Böyleleri ahlâksız değil, hastadır. Akıl hastasıdır veya ruh hastasıdır. Akıl veya ruh hastasına ahlâksız denemez. Her hâlde müslüman da denemez. Zira kabil-i hitab (dinle mükellef) olmaktan çıkmıştır. Veya hakikatte hiç olmamıştır.





Sakallı, cübbeli dindar bir müslümanda rahib suretini, başı örtülü müslüman kadınında ise rahibe suretini görmek isteyen medya polisinin söylemindeki kilise kokusu iyi teşhis edilmeli. Kaba gürültüye pabuç bırakılmamalı!

Cinselliğin hikmeti ancak Doğu’ya has bir derinliğin, sadece Doğulu bir kavrayışın ürünüdür.

Cinsellik ve hikmet, tarih boyunca sadece Doğu’da yanyana yorumlanabilmiştir. Doğu’da, belki orta Doğu’da, belki uzak Doğu’da, ama hep ve daima Doğu’da...

Meselâ Çin’de, Hindistan’da, İran’da... Meselâ Rey’de, Isfahan’da, Tebriz’de, Bağdat’ta, Basra’da, Şam’da...

Selçuklular döneminde Konya’da, Sivas’ta, Kayseri’de...

Osmanlılar döneminde Bursa’da, Edirne’de, İstanbul’da...

Şehirlerde değil sadece, köylerde de.

Lao Tzu, Konfiçyus, Buda, Zerdüşt...

Veya İbn Sina, İbn Arabî, Mevlâna...

Cinselliğin hikmeti de, hikmet’in cinselliği de asaletini Şark’ta bulur.
* * *
Dinî, bilhassa felsefî ve tasavvufî metinlere istinaden bu genel tesbitleri yaptığım zannedilmesin.

Malum â, bu konuda söz bitmez.

Benim cinselliğin hikemiyatı hususunda dayandığım asıl metinler, bilâkis Tıp metinleri. Hipokrat-Galen tıbbının ana paradigmasına sahip çıkan, bu birikimi üstlenip geliştiren, seviyesini yükselten, derinliğini arttıran zengin İslâm Tıp literatürü. [Ulemanın yazdığı metinler bir yana, Osmanlı döneminde Anadolu’da halk için yazılmış muhtelif Türkçe Tıp metinleri aslâ ihmal edilmemeli!]

Cinsellik ve Hikmet’in birleştiği nokta, unutulmamalıdır ki doğanın, yani bedenin Ruh’la birleştiği noktadır.

Ve klasik Tıp, tıpkı klasik Psikoloji gibi, Doğa Felsefesi’nin bir alt dalıdır. Hikmet-i Tabiiye’nin yani.

Cenab-ı Hak, hakîmdir, hikmet sahibidir. Efendimiz (s.a) de öyle. O da hikmetin sahibiydi, ehliydi, muallimiydi. Buna karşın fakihler cinselliğin hukukî, tabibler  tıbbî tarafını bilirlerdi. Sufiler ise, cinselliğin hassaten manevî tarafıyla meşgul idiler.

Menkıbelerinin bolluğu, talibi olmadıkları bir alandaki makam ve mertebelerinin yüksekliğini göstermeye matuftur.

Niçin?

Sırf talibi oldukları hakikatin tahakkukunu isbat için.

Coğrafi yasa böyle, ışık Doğu’dan yükselir!

Elbette cinselliğin ışığı da...
* * *
İslâm ilim ve irfan geleneğinde cinselliğin hususî bir yeri vardır ve bu yer, zannedildiğinin tam da aksine, hikmet ehlinin eşyanın hakikatini kavramatarzıyla doğrudan alâkalıdır.

Esasen, bu hakikati kavrama tarzı, Doğu dinlerinin müşterek vasfıdır. Hakikatin bilgisi olmak itibariyle hikmet, sadece ruhun değil, aynı zamanda bedenin de bilgisini içerir. Hakikat yolcusu, mânâ kadar maddeye hâkimiyeti de, madde üzerinde tasarrufu da önemsemek zorundadır. Tek kanatla göklerde yükselmek mümkün değildir. Bu bakımdan hikmet, hakikatin bütününe vukuf iddiasındadır, birparçasına değil.

Madde ve Mânâ... Ruh ve Beden... Fizik ve Metafizik... Erkek ve Kadın...

Hepsi de kuşatılması, kavranılması istenen hakikatin birer vechesi.

Hakikatin, yani insanın hakikatinin, yani Tanrı’nın hakikatinin...
* * *
Hep söylerim, yeri gelmişken yine söyleyeyim:

Kişi sahip olmadığı şeyi terkedemez!

Hakikat yolcusunun, insanıhayvanına ezdirmemesi gerekir. Ezdirmemek için de kendisindeki hayvanı bilmesi/tanıması gerekir.






Yolcunun bu yaşam yolunda bilmek zorunda olduğu esasen kendisidir. İnsanı, insanını evvela kendisinde bilmek zorundadır. İnsanını, yani erkeğini ve kadınını. Jung’un terminolojisiyle söylersek, animasını ve animusunu. (Acaba animali bir yerlerden hatırlıyor musunuz?)
Hakikati bütünüyle bilmek demek, kendini bilmek demektir!
Hakikat, insanda, insanın kendisinde saklıdır çünkü.






Bu temelhakikatin kavranılması için önce şu türden sorulara cevap aramalı:

Dinî veya tasavvufî metinlerde, peygamberlerden âlimlere, âriflere, sufî şeyh ve dervişlere varıncaya değin manevî yönleriyle temayüz etmiş değerli isimlerin birçok hâllerinin yanısıra, niçin bilhassa cinsel kuvvet ve kudretlerine dikkat çekilir, hem de öyle komplekse filan kapılmaksızın?

Evet, Doğu bilgeliği cinsellik konusunda abartılı aktarımlardan kaçınmak bir yana, niçin cinsel kudret ve kuvvetmeselesini özendirici bir tarzda sunar?

Abazan muhabbeti yapmak için değil elbette. Hikmeti öğretmek için. Çünkü ruha, nefse, mânâya hâkim olan, bedene de, doğaya da hakim olur.

Nefs üzerinde iktidar, beden üzerinde iktidar demektir.

Bir sufinin su üzerinde yürümesi veya tayy-i mekân eyleyip bir anda bir beldeden diğerine gitmesi ya da arslanları, kaplanları dize getirmesi türünden aktarılan doğaüstü, hatta bazen akıldışıanlatılar ile filan peygamber veya falan şeyh ya da velî, bir gecede bin kadınla birlikte oldu, yahut bir kadınla bin kez birlikte oldu gibi anlatılar arasında hiç ama hiç fark yoktur.

Mucize ile keramet arasındaki farkı unutmayınız!

Bu tür anlatılar “Filan peygamber, velî ya da şeyh bir vuruşta bin kâfirin kellesini uçurdu” ya da “bir ok attı yüz düşmanı öldürdü” gibi rivayetlere benzer. Hakikati değil, pedagojik değeri daha mühimdir.

Anlatı, ve anlatıda abartı bir sanattır. Daha doğrusu sanatın kendisi abartıdan ibarettir.
Müstehcen anlatıların ayıp olmaması bu pedagojik ilkeye binaendir. Etkileyerek öğrenmenin ve öğretmenin bir yoludur abartı. Anlatanın da, dinleyenin de bildiği küçük bir ayrıntıdır. Nitekim sadece Hz. Pîr-i Mevlâna’nın Mesnevîsi bile cinsel anlatıların Doğu bilgeliğinin en önemli ifade tekniklerinden biri olduğunu isbat eder.

Kime?

Öncelikle avama. Yani aydınlara.
* * *
Bu menkıbelerde esas itibariyle anlatılmak istenen: mânâya hâkim olanın, maddeye de hâkim olacağıdır. Meditasyon aracılığıyla yerçekimi yasasına karşı koyan, karşı koyabileceğini gösteren, göstermek isteyen budist rahiplerin anlatıları da aynı klasik anlam dairesi içinde yer alır.

Kamasutra veya Kung-Fu teknikleri, Doğu bilgeliğinin, yani bir felsefî kavrayışın ürünüdürler.

Hepsi de manastır hayatının veya vahşet ve gurbet içinde geçen yaşamın, çilenin, nefse hakimiyet savaşlarının ödülleridir. Çin’de, Hindistan’da veya İslâm topraklarında...


Kısacası, bu insanlar alelâde şehvetten veya kavgadan uzak duruyorlarsa, bu tutumları bir zaaftan, bir noksandan kaynaklanıyor değildir. Bilâkis onlar sadece zihinlerini değil, bedenlerini de, bedenî güçlerini de nefislerine kul olmuş kimselerden daha iyi yönetirler. Aç gezerler ama toklardan daha güçlüdürler. Az uyurlar ama gerçekte hep uyanıktırlar. Kadınlardan uzak dururlar ama kadının doğasını en iyi onlar bilirler. Sessiz ve mütevazidirler ama gerekirse en iyi onlar dövüşürler, cesaret abidesidirler, vs.

Bu tipin bizdeki karşılığı abdalan-ı Rumdur, bir diğer tabirle alp-eren dervişlerdir. Bektaşî, Mevlevî, Kadirî erlerdir. Hem alp, hem de eren. Hem asker, hem derviş. Hem gönlü pak, hem yüreği pek.

Böyleleri nefislerini yendiklerinde düşmanlarını da yeneceklerini bilirler. Nefsi yenmek, şeytanı yenmek demektir; içerideki şeytanı veya dışarıdaki şeytanı...

Bedenî iktidarsızlık, ruhî iktidarsızlığın sonucudur. Bedendeki her kusur, ruhtaki sorunun/sorunların belirtisidir; yani çiğliğin, hamlığın, ermemişliğin.

Sizin anlayacağınız ruh pişerse, beden de pişmiş olur.

Aksi ise, aslâ varid olmaz!


BEN KAHİN DEĞİLİM

$
0
0

15 Mayıs 2010

Bugün hangi aklı başında insan kendi hakkında tek dürüst bir söz sarfedebilir?

Böyle sorar Nietzsche, ardından da ekler:

Bunu yapmak, kendi canını tehlikeye atanların kutsal hâlesi içinde yer almaktır!

Lider kendini tehlikeye atmayacak denli akıllı.

Başkaları için fedakârlık yapamayacak kadar da yaşlı.

Haklı olarak itidalin yolunu seçecek. Vasatın.

Sanırım bu yüzden de gelini Tamar, Juda’ya bu kongrede iki erkek çocuk verecek, Juda da gelini Tamar’ın suçu karşısında sesini çıkaramayacak!

Kehanet gerçek olacak, yazın bir kenara!






İtalyan ressam Francesco Hayez’in fırçasında tecessüm eden Tamar (1847) kadar güzel ve acımasızdır bu dünya.
Aklı baştan alan güzel dul Tamar.
Juda’nın iki oğluyla evlenen, iki eşini de kaybeden, ve fakat sonunda kayınbabasına yine kayınbabasından iki erkek çocuğu vermeyi beceren Tamar.
Yaşamın insana verdiği insandan aldığına belki kemmiyet itibariyle denk, peki ya hakikati itibariyle?
...

Unutmayınız, siyasette bir tek hakikat vardır: zaman.






Kim Tanrı’yı kalbinin ancak bir yarısında konuk edebildiği o yaşlara geri dönmeyi istemez?

Hangimiz?

Kalbinin bir yarısında Tanrı’nın, bir yarısında ise çocukça oyunların gezindiği yaşlardan bir ömür boyu uzak durmayı becerebilmiş biri var mıdır acaba aramızda?

Çocukluğunun gözbebeği parlaklığındaki an(ı)larına makas batırabilmiş biri?

Bir vesileyle Nietzsche de atıf yapmak ihtiyacı hisseder o yaşlarına. Bir yanının Tanrı’ya, bir yanının sokağa baktığı çocukluk yıllarına. (in einem Alter, wo man "halb Kinderspiele, halb Gott im Herzen" hat...)

İlk felsefî denemesini Tanrı’ya adadığı o günlerde, hayrın da, şerrin de O’ndan geldiğine inanır genç Nietzsche.

Tanrı’yı Vater des Bösen (Şerrin Babası) olarak tasavvur ve tasvir etmekte hiç zorlanmamış olsa da şerri yine de dışarıda aradığına pişmandır. İnsanın ve bilincin dışında.

Dünyadadır artık. Bütün yalınlığıyla dünyada. O kadar yalın ki bundan böyle Tanrısız bir dünyada.

Büyüdükçe düşer Nietzsche. Cennetten dünyaya düşer. Çocukluğun cennetinden yetişkinliğin dünyasına.

Ayrımların ve ayırımların tam da ortasına.

Çıldırır çaresiz. Kalbine kavuşmak için aklını kaybeder. İkisine aynı anda sahip olamaz.

Bu yüzden severim şâir-filozofu. Sokağın hakkını verir. Çocukluğunun.

Yapamadığımı yapar.

Ağzından baklayı çıkarır.

Nietzsche, ilhamını aslında Goethe’nin dizelerinden almıştır. Fausttan...

Kulak verelim:





Yarıyarıya çocukça oyunlar, (Halb Kinderspiele)
Yarıyarıya Tanrı yürekte! (Halb Gott im Herzen)
Gretchen!
Hani nerede başın?
Yüreğinde,
Hangi suç?






Bir kez daha okuyun, gerçekte kötü ruhların iğvasıdır bu!

Bütün o aldatıcı, kandırıcı, yoldan çıkarıcı ruhların.

İnsana ne yapıp edip kalbiyle beynini ortadan ayırmasını öğreten kötü ruhların.

Hiçbir çocuk hem hüznü, hem neşeyi taşıyamaz. Ya hüzünlüdür o, ya sevinçli.

Hem - hem de'ye nasıl güç yetirsin?
Yetiremez.

Ama, zamanla onu da öğrenir. Büyüdükçe. Güç yetirmeyi. Kalbiyle beynini birbirinden ayırmayı. Beyniyle gövdesini. Hüzünle neş’eyi.

Tanrı’nın yerine acı ve ızdırabı koymakla başlar insanın hikâyesi.

İyi ve kötü birbirinden ayrılır.

İyi ve kötü.

Doğru ve yanlış.

Güzel ve çirkin.

Kısacası akılve kalb, başka bir deyişle ruh ve beden.

Doğada karşıtlık olur ama çelişki olmaz. Tezad (karşıtlık) mümkün ama tenakuz (çelişki) aslâ!

Bu nedenle, büyüdükçe ikiye yarılıyoruz. Sevmeyi öğrenmeye çalışırken ölüyoruz.

Seve seve ölmüyoruz, bilâkis sevmek için ölmek zorunda kalıyoruz.

Aklen.

Aklından vazgeçmedikçe, yaşam, talibini sînesine almıyor çünkü.

Aklından, yani frenlerinden.

Değerlerinden.

Evet, toplumun değerlerinden.

Sözün özü, hiç endişelenmeyiniz, Türk siyaseti Tamar’ın iki oğlunu da büyütecektir, tıpkı diğer torunlarını büyüttüğü gibi.


KOŞULSUZ GÜVEN YERİNE KOŞULLU KUŞKU

$
0
0

29 Eylül 2000

Barajlardaki su seviyesinin düşmesi nedeniyle bu kışı karanlıkta geçireceğimizi söyleyenleri dinledikçe, bilgi seviyemizin irtifa kaydedememesi nedeniyle karanlıklar içerisinde geçirdiğimiz/geçireceğimiz yılları düşünüyor ve ülkemin insanları adına ızdırap duyuyorum. Nitekim ucuz açıklamalara güvenerek geleceklerini karartmamaları ve aydınlanmadan aydınlatmayı marifet bilen kanaat önderlerini ciddiye almamaları için sahillerin haşarı çocuklarını biteviye uyarmaya çalışmamın bir nedeni de bu!

Önerim, koşulsuz güven yerine koşullu kuşku ile yola koyulmak, üstelik yalnızlanmak pahasına.

Başlamak için, işte size birkaç çakıltaşı daha.

1) Fatma Âliye Hanım'ın Ahmed Cevdet Paşa ve Zamanı (1332) adlı eserinin 1994'de yayınlanan sadeleştirmesinde şöyle deniyor:




Babam Ahmed Efendi (...) Antakyalı Said Efendi'den Süleymaniye Camii'nde verdiği Mutavvel derslerine devam eylemiş.





Sadeleştiren, Mutavvelin bir belağat kitabının ismi olduğundan habersiz şu açıklamayı yapıyor:

Mutavvel: Uzun uzun konuşmalar. O zamanlar dersmiş. (s. 33)

2) Ahmed Resmî Efendi'nin Hamîletü'l-Küberâadlı eserinin neşrinde deniyor ki:

Ağa Efendimiz Şifâ okuyorlar, eyüce bir şerh bulamadılar deyü bir söz çıkar; her kimin samiasına vâsıl olur ise elbette Şerh-i Şifâtedârüki kaydına düşer.

Eseri neşreden zât, Kadı İyaz'ın meşhûr Şifâsını hatırlayamadığından olsa gerek hemen şu notu düşmüş:

İbn Sina'nın tanınmış eseri. Mantık, tabiat ve metafizikten oluşan felsefî sistemini ihtiva eder. (s. 72)

3) Salih Zeki Kamus-i Riyaziyâtta der ki:




Türkiye'de o zamana kadar hesabât-ı felekiyye Sitinî usûliyle icra olunageldiği gibi logaritma dahî kullanılmamakta idi. Binaenaleyh (...) hesabât-ı Sitiniyeyi hesabât-ı aşeriyeye tahvile sebep olduğu gibi.




Burada 60 tabanlı sayı sisteminden söz edildiğini bilmeksizin bu pasajı alıntılayan Türkiye Maarif Tarihinin (1939) yazarı şu açıklamayı yapıyor:

Bu Sitinî kimdir? Şarklı mı, Garplı mı? Fakat Şarklı'dan ziyade Garplı'ya, hatta bir İtalyan'a benziyor. (...) Acaba Salih Zeki'nin Sitinidediği bu riyaziyeci Septî olmasın? (I/154)

60 tabanlı sayı sistemi anlamına gelen hesab-ı sittinî münasebetiyle daha bir çuval dolusu laf eden yazarımızın bizzat Salih Zeki'yi cehaletle suçladığını da ayrıca buraya not edelim.

4) Hüseyin Cahit Yalçın'ın Edebî Hâtıralar (1935) adlı eserinin 1999'da üçüncü baskısı yapılan sadeleştirmesinde şöyle bir pasaj geçer:




Hazreti Ali'nin savaşları, Battal Gazi, Kara Davut... elime nereden geçtiğini bilemediğim kitaplar. Âşık Garib'e, Kerem hikâyesine yeğ tuttuklarım bunlardı.




Sadeleştiren, Cezûlî'nin Delâil'ul-Hayrâtadlı eserinin şârihi İzmitli Kara Davud'u ve bu zâtın kitabının kendi adıyla tanındığını bilmediği için bakınız neler döktürmüş:

Burada küçük bir yanılgı veya baskı-dizgi yanlışı olmalıdır. Ne Dede Korkut kitabında, ne Köroğlu kollarında bu adı taşıyan bir kahraman vardır. [a] Fatih çağında söylenen Kara Davut adlı bir yiğidin serüvenlerini Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ancak 1928'de tarihsel bir roman biçiminde yayımlamıştır. [b-c]“Tarihlerimizde Kara lakabıyla anılan iki Davut Paşa vardır ki gerçek kişilikleri bilindiği için bir efsane ve menkıbe konusu olamazlar: Kara Davut Paşa (öl. 1623) sadrazam, Kara Davut Paşa (XV.-XVI. yy.) nişancı ve kaptanıderyadır. [d] Kulan Arslan diye anılan Davut Selçuk ise Süleyman Şah'ın oğludur, Haçlı seferleri sırasında savaşlar kazanmış, ağabeyi Kılıç Arslan'a destek olmuştur. İznik'te sarıldığı ve kaybolduğu, sonradan Bizans'a sığınarak Hıristiyanlığı kabul ettiği söylentileri vardır.

Bunca gayretine rağmen Kara Davud adlı kahramanı bir türlü bulamayan âlimimiz (!) en nihayet şu itirafta bulunuyor:

Kısaca, sayıları belli ve metinleri derlenmiş halk hikâyelerimiz arasında Kara Davut adlı bir kahramana rastlanmıyor. Hüseyin Cahit'in çocukluğunda okuduğunu belirttiği Kara Davut metniüzerinde bilgi sahibi değiliz. (s. 25-26)

Evet, okumalı, hem de çok okumalı ve ucuzluklara prim vermemeli. Esasen bilgi yanlışlarına düşmek de, bilgi yanlışlarını düzeltmek de pek önemli değil. Asıl önemli olan, önce atıcılardan kendimizi korumak; sonra, sonu gelmez gevezeliklere iltifat edip zamanımızı heba etmemek.

İşte zor olan da bu! Çünkü doğru soruları sormak, doğru cevapları vermekten çok daha zordur.


Ek okuma için tıklayınız:

AŞK BİR NOKTA İDİ

$
0
0

13 Temmuz 2003

Herkesleşme.

Bu tabir, herkes gibi olma anlamına mı geliyor: yığınlara katılmak, sürü içinde sürü gibi yaşamak, kendini farketmeden, kendince farkolunmadan ömür tüketmek ve sürünün içinde kendini kaybetmek, yokolmak?

Tamamen değil. Herkesleşme herkese yönelik olmayı gerektiriyor, olma'ya, yani öncelikle bir eyleme değil, bilakis bir niyete, bir yönelmeye işaret ediyor.

Sürü içinde sürü gibi yaşamak, denildi ve fakat, sürü içinde, sürü gibi yaşamak, denilmedi. Çünkü sürü içinde yaşamak kaçınılmaz ve fakat sürü gibi yaşamaktan kaçınmak, azmedilirse şayet, pekâlâ mümkün.





Vahdet kesret içinde, noktasıralar arasında yok olur. Sıradanlık da burada başlar. Oysa nokta ne sayılabilir, ne de ölçülebilir, tıpkı vahdet gibi. Nicelik değildir bu yüzden. Nokta hesaplanamaz hesaba gelmediği için.

İlim bir noktaydı, çoğaldı. Âlimler mi, cahiller mi çoğalttı, orası bir bahs-i diğer. Burada asıl önemli olan maksûd: ilim (bilgi), çoğulu ise ulûm(bilgiler).

Önce ilimdi, sonra ulûm oldu.

Ne garip değil mi, Kur’an'da ilim sözcüğünün çoğulu bulunmaz. İlim, Kur’an'ın nüzûlundan sonraki yıllarda çoğaldı.

Peki böylelikle artmış mı oldu?

Hayır!




Kur’an'a göre ilmin sadece artması makbuldür, çoğalması değil. [Efendimizin, ilmini arttırması için Rabbine dua etttiği Kur’an'la sabittir.]

Burada kısaca artma ve çoğalma sözcüklerinin farklı anlam taşıdıklarına işaret etmeli, belki bir de maksûdu açık kılmak için misâl vermeli: Sözgelimi dikkatin artması başka, çoğalması başkadır.

Dikkatin artması, birşey üzerindeki dikkatin (ihtimamın) artması demek.

Dikkatin çoğalması ise dikkatin kendisiyle değil, kendisine yöneldiği şeylerle alâkalı. 

Karıştırılan yer de burası: ilkinde dikkatin miktarı artıyor, ikincisinde dikkat edilen şeylerin miktarı çoğalıyor.

İlim de böyle. Çoğulu yok. Aslında o bir noktaydı, noktadan ibaretti. Daha açıkçası ilim bir tek şeyin ilmiydi. Esasen bilinmesi gereken bir tek şey vardı, o şeye dair ilmin artması umulabilir, istenebilirdi; zira tüketilmesi, tamamlanması mümkün değildi.

Şaşkınlığımız artıyor, artsın, keşke hep artsa!

Kur’an'da tıpkı ilim gibi, nursözcüğünün de, din sözcüğünün de, hak sözcüğünün de çoğulu yoktur, olamazdı da zaten!

Herkesleşmeherkesin sırasına girmeyi isteme, herkese ilgiyi çoğaltma, bilgiyi herkesin bilgisi yapmak için çabalama demek biraz da. Bu durumda bilgi artmıyor, çoğalıyor, çünkü bilme çabasının konuları çoğalıyor, ilim nokta olma özelliğini yitiriyor, en nihayet nokta kayboluyor, herkesleşiyor.

Bilimadamları ulûm-adamlarıdır, ilim-adamları değil.

Onlar ulûmu, yani parçaları bilirler, ömürlerini bir parçanın bilgisini elde etmek için geçirirler, ilim, yani noktaonların sahasına gir(e)mez.

Nokta'nın mahiyetini tarif edebilen bir matematikçi görüldü mü hiç?

Dikkatlerini çoğaltanlar ilmi çoğaltırlar, artırmazlar. İlmin çoğalması, noktanın ilmi olmaktan çıkıp, noktaların ulûmu haline gelmesi en nihayet herkesleşme yönündeki adımların hızlanmasına sebep oluyor, tanınması ve böylelikle ilmine sahip olunması gerekenden de uzaklaşılmış oluyor.

Aşkın menbaını mı arıyorsunuz, işte bakın tam da burası. Ayrılık tam da burada filizleniyor çünkü. Ne var ki ayrı olmak başka, ayrılığı farketmek (hasret) daha başka. Herkesleşme hasreti engelliyor, ayrılığı farketmemize mâni oluyor; ızdırab yoksunluğuna düçar olmamız da bundan.

Izdırab olmadan hiç aşk olur mu?







Nâdan ilim gibi aşkı da çoğalttı. Aşk bir noktaydı, belki artar ama aslâ çoğalmazdı. Artık ilim yok, ilimler var, aşk yok, aşklarvar. Aşk imiş her ne var ise âlemde / ilim bir kıyl u kâl imiş ancak sözü, bu sır anlaşıldığında değersizleşir birdenbire. Salt karşıtlık ortadan kalktığı için değersizleşir.








O halde ilmi de, aşkı da çoğaltmak yerine artırmalı, vakit geçirmeden kişi kendini kendi elleriyle kendi toprağa vermeli!


AŞIRI YORUMUN YORUMU

$
0
0




İnşâ etmiş olduğu vahdet-i vücudnazariyesiyle Tanrı’nın Birliği akidesini Varlığın Birliği doktrini dolayımına taşımış olan İbn Arabî’nin, kendisinden sonrakitefsir/te’vil teşebbüslerinin mahiyet ve istikametini büyük ölçüde etkilemiş, hatta belirlemiş olduğu erbabınca mâlumdur. Ne var ki bütün önemine binaen bu Endülüslü mutasavvıfın Kur’an’a yaklaşım biçimini, ayetleri yorumlama tarzını ve vardığı neticeleri ele alan, değerlendiren ve tefsir tarihi içerisindeki mevkiine yerleştiren tedkikler çok azdır.



Ignaz Goldziher’in Die Richtungen der Islamischen Koranauslegung (Leiden, 1920), Muhammed Hüseyin ez-Zehebî’ninet-Tefsîr ve’l-Müfessîrûn (Beyrut, 1961), Süleyman Ateş’inİşârî Tefsîr Okulu (Ankara, 1974) adlı eserlerinde yer alan İbn Arabî ve tefsîr tarzı ile ilgili bölümleri ve son olarak Nasr Hâmid Ebu Zeyd’in yayımlamış olduğuFelsefetu’l-Te’vîl: Dirâsetun fi Te’vil’il- Kur’an inde Muhyiddin b. Arabî (1. bas. 1983; 2. bas. Beyrut 1993) adlı hacimli eseri istisna edecek olursak, bu sahada kendisine işaret edilebilecek ciddi tedkîklerden hâlâ mahrum olduğumuzu ve fakat tarihin tozlu sayfalan karıştırıldığı takdirde, bu yoksunluğumuzu giderecek zengin bir malzemeyle karşılaşacağımızı söyleyebiliriz.

Şeyh-i Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın zerresini feda etmem!

Sahibinin vefatından yaklaşık bir ay evvel yazılmış olan bu sözler, bir Sahih-i Buharî şârihine ait. Mektep çıkışlı olmasına rağmen, üst düzeyde bir medreseli kadar İslamî ilimlere vâkıf bir âlime. Bu ilimlerdeki derinliğine sadece başkalarının değil, eserlerinin de tanıklık ettiği bir İslâmcı’ya. Kendisine hallâl’ul-müşkilât, fâzıl-ı şehîr, üstâd-ı hakîm efendim hazretlerine hitabıyla yazılan bir mektuba, huzûr-ı âli’ye ma’rûz-ı âcizânemdirhitabıyla karşılık veren kıymetli âlim Babanzâde Ahmed Naim’e.

Evet, bu sözler, Babanzâde’nin, Muhyiddin b. Arabi’nin bazı ayetler hakkında yaptığı yorumları, zâhir-i nassa muhalif görüp âdeta dalâlât-ı batınıyye’den gibi telakki eden ve bu yorumlarda batınıyye kokusu gören Ahmed Hamdi Akseki’nin tereddütlerini izale etmek maksadıyla yazdığı hususî bir mektupta yer almaktadır.

Eşreb Edib’in, “Aksekili merhumun hayatta iken yayımlamadığını ve herhangi bir eserinde de yer vermediğini” söylediği bu mektuplar, akrabası Hasan Selami Yüksel tarafından İsmail Beşeli’ye verilmiş, İsmail Beşeli de bu mektupları Eşref Edib’e götürmüştür.

Önemine binaen ilk defa Sebilürreşad’ın sayfalarında,Şeyh Muhyiddin-i Arabi: Tefsirlerinde ve Yazılarında Batınîlik Var mı? (X/226, sh. 9-11, Ağustos 1956) başlığı altında yayımlanan bu iki mektubun muhtevasının da her iki âlimin düşünce dünyalarının, meselâ tasavvuf ve vahdet-i vücud meselelerine ilgilerinin anlaşılmasına büyük katkı sağlayacağı muhakkaktır. Nitekim son devrin büyük mutasavvıflarından Fatih Türbedârı Ahmed Amiş Efendi’nin (vef. 1920) damadı olan Babanzâde’nin, 13 Ağustos 1934 tarihinde vefat etmiş olması ve elimizdeki mektubunun da vefatından yaklaşık bir ay evvel ([2]3 Temmuz 1934) yazılması dolayısıyla bu mektupların tarihî kıymeti daha da artmaktadır.

Bu mülahazalara binaen, şimdi aşağıda, sâbık Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Akseki’nin (vef. 1951), dönemin kıymetli âlimlerinden Babanzâde Ahmed Naim’e (vef. 1934) yazmış olduğu, Muhyiddin b. Arabî’nin Kur’an ayetlerini tefsîr tarzıhakkındaki hususî bir mektubu ile Babanzâde’nin bu meselede Aksekili’ye mahsûsen yazdığı mektubu, imlâsını düzenlemek suretiyle, yeniden yayımlıyoruz.
Aralık 1997   
Dücane Cündioğlu

 








AHMED HAMDİ AKSEKİ’NİN MEKTUBU








Hallâl’ul-müşkilât, fâzıl-ı şehîr, üstâd-ı hakîm efendim hazretlerine,
Ellerinizden hürmetle öper, sıhhat ve afiyette dâim olmanızı Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim.


إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ) ستروا محبّتهم، (سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنذِرْهُمْ) إستوي عندك إنذارك و عدم إنذارك لما جعلنا عندهم، (لاَ يُؤْمِنُونَ) بك و لا يأخذون عنك، إنّما يأخذون عنّا، (خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ) فلا يعقلون إلا عنه، (وَعَلَى سَمْعِهِمْ) فلا يسمعون إلا عنه، (وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ) فلا يبصرون إلا الله و لا يلتفطون إليك و إلي ما عندك بما جعلنا عندهم و القينا إليهم، (وَلَهُمْ عَذَابٌ) من العظوبة، (عظِيمٌ

Futuhât-ı Mekkiyye’den yukarıya yazmış olduğum ibare, Şeyh-i Ekber’e ait olmak üzere yazılmıştır. Şeyh-i Ekber’in bu ve buna mümâsil birçok tefsir ve tevilleri, Nebiyy-i Ma’sûm’dan tevâtüren bize vâsıl olan hususa mugayir gibi görülen fikirleri olduğu mâlum-ı fazılâneleridir. العبد رب و الرب عبد /  فيا ليته من المكلف؟  (Kul rabdir, Rab de kul / Ah bir bilebilsem, acep bu durumda mükellef olan kimdir?) beyti de bu cümledendir.

Bendeniz, zâhir-i nassa muhalif olan bu fikirleri, nebiyy-i ma’sûm’dan başka her kimden sudûr ederse etsin, âdeta dalâlât-ı batınıyye’den gibi telakki ediyorum. Batıniyye kokusu görüyorum. Filhakika bunlar tevil de edilebilirler. Fakat gayr-ı ma’sûm’dan sudûr eden bu gibi aykırı fikirleri tevile mecbur muyuz?

Gerek yukarıdaki tefsir, gerek bu beyit hakkında muhterem üstadımızın fikir ve mütalaalarını öğrenmek, bendeniz için pek faydalı ve lüzumludur.

Kıymetli mütalaalarınızla bendenizi tenvir ve irşad buyurmanızı istirham eder, bilcümle âlâm ve ekdârdan mâsun olmanızı Cenâb-ı Kâdıyyu’l-Hâcât’tan tazarrû ve niyaz eylerim, muhterem efendim hazretleri.
13 Temmuz 1934 [Cuma]
Ahmed Hamdi Akseki











BABANZÂDE AHMED NAİM’İN CEVABI







Huzûr-i âli’ye ma’rûz-i âcizânemdir.

(Husûsî ibarelerden sonra).

Son mektubunuzda, Şeyh’ul-Ekber hazretlerinin olmak üzere, Sûre-i Bakara’nın baş tarafından iki ayet-i kerimenin [Bakara: 6-7] tefsiri hakkındaki mütalaanızı okudum. Bu sözleri dalâlât-ı batınıyye’den addedip tebliğât-ı Kur’aniyye’ye ve esasât-ı diniyye’ye mugâyir bulduğunuzu söylüyorsunuz. Bu nevî tefsîrler gayr-ı ma’sûm’dan sudûr etmiş olmak dolayısıyla te’vîle bile lüzûm görmediğinizi beyan eyliyorsunuz.

Bu babda fikrime müracaat abes ise de herkesin samimi vicdanından kendine göre bir fikir ve mütalaası olmasını da mâzur göreceğinizi bildiğim için, zihnimde olanı hülâsaten herkese değilse de size söyleyebilirim.

Bu tefsirin, Şeyh-i Ekber’indir diye ona isnadı[nı] tevsik ettiğinize bakılırsa, ben de şimdilik onun olmak üzere kabul ediyorum. Evvelâ şunu arzedeyim ki kendinizce havsalasûz gördüğünüz bu tarz-ı beyâna karşı bu kadar şiddetle kıyam etmenizden dolayı gayret-i diniyyenizi müstahsen bulup sizi tebrik ederim.

Bu yazınız, bilfarz Şeyh-i Ekber ve emsali zamanında söylenmiş olsaydı, yine sizi ziyade beğenecek [olanlar], onlar olurdu. Fakat gerek Şeyh’ul-Ekber ve gerek kendisinden evvel gelen ekâbir-i sûfiyye’nin sözlerinde, Gazâli’nin şatah nâmı verdiği bu gibi sözler büsbütün bâtıla müstenid değildir. Haydi leh ve aleyhinde çok sözler söy­lenmiş olan Şeyh’ul-Ekber’i bertaraf edelim, Bâyezid-i Bistâmî, Cüneyd-i Bağdadî gibi ehl-i dalâl’den addedilmeyen ve erbâb-ı hidayet’in pişüvâlarından sayılan zevâtın da sizin ve bizim gibilerin hazmedemeyeceğimiz, erbabınca mevsûk sözleri de vardır.

Bu gibi sözler, Şeyh’ul-Ekber’in açığa vurduğu vahdet-i vücud akidesine ve bu akidenin keşfen ve zevkan bizzarure olmasına dayanıyor. Bu gibi sözler zâhir-i şeriatı yıkmak için olsaydı, hakikaten dalâlât-i bâtınıyye’den olurdu. Fakat zâhir-i şeriat muhafaza edilmek ve Kur’an-ı Kerim’in delâlet-i evveliyyesi herkesin anladığı gibi mahfuz kalmak şartıyla, bir de nazm-ı Kur’an’ın delâlet edebileceği kendi zevklerine muvafık cihetlere de işaret etmek isterler.

Meselâ “Gusûl taharet-i maneviyyeden ibarettir, cenabetten tathîre hâcet yoktur” de[n]miş olsa, hükm-i şeriatı yıkmak maksadıyla söylenmiş bâtınîlik olmuş olur. Fakat hükm-i şer’îyi zahirine kasretmeyip, zâhir ve bâtına şâmil olduğu ve [tathîr-i bâtın’ın] tathîr-i zahirden çok daha mühim olduğu, sûrî iğtisalin tathîri bâtına nisbeten lâ-şey menzilesinde bulunduğu söylenirse, bâtınîlik yapılmamış, zâhir-i şer’i muhafaza ile be­raber biraz da şeriat’in iç yüzünden bahsedilmiş olur.

Bunu bir misâl olarak arzediyorum. Şeyh-i Ekber hazretleri bütün yazılarında Rasûl’e ittiba’a en büyük kıymet bahşediyor. Hatta bir velî’ye Rasûl aleyhisselâmın evvelce meçhul bir tebliğine mutabık ilham vâki olsa, min-tarafillah kendisine re’sen ilham edilse, bu hükm-i şer’îyi Rasûl aleyhisselâma tebean icrâ etmek lâzım olduğunu, Futuhât-ı Mekkiyyenin bir yerinde görmüştüm. Zira Rasûl’e mütabeât, imanın rükn-i rekînidir.

إنّ الَّذِينَ كَفَرُوا da küfürkelimesinin mânayı lugavîsinden istifade ederek küffâr-ı hakisarı (inzâr)murad olduğu gibi, bir de setr-i mehabbet eden uşşâk-ı ilahînin makam-ı âlisine bir işaret de seziyor, ve tefsîrini, herkesin mârufu olan tarikten yürütmeyip zevk ve mehabbet âleminde olanların nasibedâr olduğu hâlât-ı azîmeye işaret edecek kadar lafz-ı Kur’an’ın vâsî ve şümûllü olduğunu gösteriyor, ve bununla şeriattan hiçbir taş yıkmış olmuyor. Yalnız avâmın meçhulü olan bazı hâlât-ı âliyye’ye tergîb ve teşvîk mânâsı kastedilse de o sınıf ehl-i zevkin arasında yalnız kendilerince münfehim olacak bir mânayı haber vermekle zevklerine hizmet etmiş olur.

Burada Şeyh’in maksûdu olan ehl-i zevk, mehabbeti setreden ehl-i cem’dir. Bu tâifenin Hak’tan gayrı şuhûdları yoktur, her fiili Hakk’a isnad ederler, her sıfatı Hakk’a ircâ ederler, Hak’tan başka mevcûd bilmezler. Cüneyd-i Bağdadî’nin ليس في جبتي سوى الله, (Bu cübbemin içinde Allah'tan gayrısı yok!); Bâyezid-i Bistâmî’nin “Otuz yıldır tekellüm ediyorum da halk kendileri ile konuşuyorum zanneder”; yine Bâyezid’in اخذتم علومكم ميّةً عن ميّةٍ و اخذنا علمنا عن حيّ الذي لا يموت (Sizler ilminizi ölülerden alırsınız, onlar da kendilerinden önceki ölülerden, biz ise ilmimizi hiç ölmeyecek olan diri'den alırız) sözleri, hep bu makamdan söylenmiş şatahlardandır.

İşte bu makamın ehline inzâr ve adem-i inzâr [uyarmak ve uyarmamak] müsavidir. Çünkü ne görseler, Hak’tan görürler. Bundan dolayıdır ki bu ayetleri bu zevke muvafık olarak tefsîr etmişlerdir.

لاَ يُؤْمِنُونَ) بك و لا يأخذون عنك) demesi, maazallah makam-ı nübüvveti inkâr ve dinden hurûc mânâsına değil, nübüvvet’in makam-ı cem’den değil, makam-ı tefrik’den olduğunu söylemek maksadıyladır. Ziranübüvvet denince, mürsil, mürsel ve mürselun ileyh gibi lâ-ekall üç mânâ birbirinden ayırt edilmek lâzım gelir. Halbuki ehl-i cem, Hak’tan başka kimseyi görmezler. إنّما يأخذون عنّاdaki işaret de budur.

خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْin tefsîrindeki işaretler de hep oraya râcidir.

و لا يلتفطون إليك و إلي ما عندك بما جعلنا عندهم و القينا إليهم demesi de Rasûl aleyhisselâmın ayn-ı hak gördüklerinden mülhem, min-indillah olduklarından nâşi ve Rasûl aleyhisselâmdan vârid olmuş tebliğâtı doğrudan doğruya Hak’tan vârid olmuş görürler, vasıta denilen kimseleriayn-ı hak bilirler. Adem-i iltifat’tan maksad da budur, yoksa Nebî ve Rasûl’ün nübüvvet ve risaletini inkâr hatır­larından geçmez.

وَ لَهم عذابٌ عظيمٌ da bu ayette bu işaret-i beyân’dan sonra azûbet [tatlılık] ile tefsîr edilmesinde hiçbir garabet kalmaz. Hakikaten bu makam ehli pek büyük bir zevk içinde yaşarlar.

Şurası da şâyân-ı kayıddır kimakam-ı cem, tâife-i sûfıyyece büyük bir makam olmakla beraber münteha-yı makamât [bütün makamların sonu] da değildir. Bu makama gelenler meczûbdenilen kimselerdir. Cem’den sonra fark âlemi avdet eder ki kemâl o zaman tahakkuk eder. Cemsiz fark, avâm-ı nâsın halidir. Farksız cem, mütevassıtların makamıdır ki sûret-i zâhiresi zendaka’dır, ve sizin de mektubunuzda ettiğiniz hücûm-ı dindarâne, işte bu sûrî zendaka’yadır.

Tevhîd-i hakîkî ise, ba’de’l-cem’ tahakkuk eden fark’tır.

Demişlerdir ki: Mürşidler bu mertebeyi ihrâz etmedikçe mürşid olamazlar.

İşte suâlinize karşı, hacâleten imlâ edebildiğim bir sürü sözler bunlardır. Şeyh-i Ekber hazretlerinin nazarımda makamı pek büyüktür. Mevzû-ı bahs âyet-i kerimede ehl-i cem’in hâline işaret sezip beyan etmek istemiştir. Bu gibi sözleri[n], sizin ve bizim halka ta’mim maksadıyla yazdığımız yazılarda neşredilmesini hiçbir zaman tensîb edenlerden değilim. Bunlar bir sınıf-ı mahsus için kıymetli olabilirlerse de umûmu, korktuğunuz gibi, dalâlate, zendaka’ya sevkedebilir.

Binaenaleyh sizin fikrinizi tasvîb etmekle beraber, Şeyh-i Ekber hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın da zerresini feda etmem.

Bâki âfiyette dâim olunuz efendim.
[2]3 Temmuz 1934 [Pazartesi]
Ahmed Naim


Kaynak: Dücane Cündioğlu, "İbn Arabî’nin Yorumu, Aksekili’nin Suâli, Babanzâde’nin Cevabı", Dergâh Dergisi, VIII/94, s. 20, Aralık 1997


Ek okuma için tıklayınız: 






DEĞİNİLER

$
0
0

I. Detachment (2011) hakkında





Bu kadar mı iyi gelir kenarlarda bir yerde ağlayan birini görmek?

Tek başına, yalınız, acı çeken birini.

Bizim gibi birini.

Bir insanı.

Bir çökkünü.

Düşkünü.

Karmaşa içinde olanı.

İnsanı ama hep insanı.

Acı çekeni değil bizatihi acıyı.

Başkasında kendimi.

Nereye baksam hep kendimi.

İki damla göz yaşına sığınmış zavallı bir âdemi.




II. Çıplaklık hakkında





Çıplaklık yüksek sanatta örtünün yerini alır.
Çıplak hakikat çıplaklıkla örtülüdür. Simge asla kendisini göstermez. Bedenin çıplaklığı sanat tarihinde ruhun çıplaklığını remzeder (örter), yani çıplaklık aslında hakikatin çıplaklığını gizler. Akıldan uzaklığı. Deliler örtünmezler. Çıplak hakikattirler çünkü! Melankolikler de öyle!
Toplum ne delileri bağışlar, ne çökkünleri.
Çıplaklık yüksek sanatta örtünün yerini alır. Perdenin. Ham ervah bedene bakar, iffet ehli o bedenin remzettiği ruha. Fihi-ma-fihin anlamı budur. İçindekinin içindeki. Çıplak bir kadına bakmakla çıplak bir kadın resmine bakmak aynı şey değildir.
Güzellik hakikati örten şeffaf şalın adı. Işıltı ışıldıyanı saklar. Hakikati. Gösterirken gizler.
Hakikate mi değmek istiyorsun, o halde güzellikten (vaz)geçmelisin. Sanattan. Yanılsamadan. Işıltıdan.
Asıl körler elinden tutarken güneşe bakmalısın! Işıltının kaynağına. Hakikate. 
Kör olmalısın.





Felsefe, sanatın ışıltısının ardında kalanı kavramanın en çilelisi. Karanlıkta yürümenin. Sanatsız. Işıltısız. Yalınız.
Dindarı tutkusu korur, inancı. Sanatçıyı ise bir tek yaratının ışıltısı.
Filozof en korunaksızıdır içlerinde. En dayanaksızı. Tutamağı akıldır çünkü.
Filozof bildikçe ölür, derviş öldükçe bilir.

III. Gerçekleşmemiş Gerçeklik hakkında




Gerçek ama hangisi?
Senin gerçeğin gerçekleşmiş gerçek ey talib! Sade vakıa, ve fakat hakikat değil. Cüziyat.
Gerçekleşmiş gerçeği kavramanın adı ilim, gerçekleşmemiş gerçeği kavramanın yoluysa irfan.
Hakikat, gerçekleşmemiş gerçeğin adı. İde'nin.
Dikkat et, senin farkında olduğun şey réalité, farkında olman gereken ise vérité.




Gerçekleşmiş gerçeğin nasıl değişiyorsa, gerçekleşmemiş gerçeğin de değişir.

Peki değişmeyen gerçek, onu nerede bulacağız?

Asla bulamayacağız, sadece olacağız.

İnsanın payına düşen sadece ölüm.

Anlamıyor musun ey talib, biz öleceğiz.

Hep öleceğiz.




HİÇ HAKKINDA HER ŞEY

$
0
0

22 Ağustos 2004

Bugün bizim iş bölümü biçiminde adlandırdığımız kavram, XIX. yüzyılda taksim-i a‘mal diye Türkçe’ye çevrilmiş ve Batı bilim ve teknolojisini atağa kaldıran zihniyetin bir tür iş bölümünden ibaret olduğu varsayılmıştı.

Eskiler güya herşeyi tek başına bilmek ve yine herşeyi tek başına yapmak istiyorlardı. Bu ise hem bilimin, hem devletin hantallaşması demekti. Bilinmesi ve yapılması gerekenler taksim edilmeli, kısaca ihtisas (uzmanlık) önemsenmeliydi. Nitekim önemsendi de. Üstelik bu önemseme işi o denli abartıldı ki İngilizce’de şöyle bir deyişin ortaya çıkmasına bile yol açtı:





A specialist is a man who knows more and more about less and less, until he knows everything about nothing.

Uzman daha az şey hakkında gitgide daha çok şey bilen, sonunda da hiç hakkında herşeyi bilen adamdır.





Doğrudur, günümüzün uzmanları herşey hakkında hiçbirşey bilirler.

Modern dönemde, çok şey bilmek bir tür malumat-furuşluk (bilgiçlik) olarak algılandığından, bir tek konuyu bilmek ve fakat o konuyu derinlemesine, her yönüyle bilmek, ister istemez daha çok sayıda şeyi biraz bilmekten daha makbul tutuluyordu. Uzman, bir tek konuyu ne kadar mümkünse o kadar bilmeye çalışan adamdı.

Bu, metafiziğin felsefeden hem de büyük bir hevesle elenmek istendiği yılların, kısaca aydınlanmanın bir hediyesidir. Çünkü felsefe, asırlardır insanı ve doğayı bütünüyle kavramak amacıyla tahsil ediliyor, hakikatin bilgisine varmak isteyen tâlibler, mümkün olup olmaması bir yana, hakikatin bütününe, hatta künhüne varmak istiyorlardı.

Hakikat ise, sırasıyla önce simgelerin (yazı), sonra sözcüklerin (dil), sonra kavramların (mantık-matematik), sonra nesnelerin (fizik) ve en nihayet sonunda bütünün (metafizik) bilgisine ulaşmayı gerektiriyordu. Bilmek bilmeyi bilmek idi. Kişi kendini bilmeye, kendini tanımaya çalışmadığı takdirde, yani gerçek amacı kendini tanımak olmadığı takdirde, uğraşlarının boşa gideceğini asla aklından çıkarmamalıydı.

Bilimler yavaş yavaş felsefe’den, yani bütünün bilgisinden ayrıldıkça, ortada işaret edilecek herhangibir bütün(lük) kalmadığı gibi, her bilim kendi alanına karışabilecek başka bir komşu da istemedi.

Bilimlerin sınıflaması, daha önceden Metafizik’in işiydi. Çünkü Metafizik, varlık’ın, yani bütünün bilgisiydi; bütün bilimlerin üstündeydi.

Bu görev felsefe’nin elinden alındı, Mantık’a verildi. Bu nedenle Mantık da Mantık-ı Sûrî ve Mantık-ı Tatbikî olmak üzere ikiye ayrıldı. İlki salt zihne, ikincisi bilimlerin tasnifine yöneldi.

Bu da işe yaramayınca, Psikoloji (İlm’un-Nefs) bilimlerin tasnifinden kendi sorumlu olmak istedi; zira biraz da Kant’ın etkisiyle, tasnif işi, zihnin görevi kabul edilmiş, ister istemez zihni araştırma tekelini kendi elinde tutmak isteyen Psikoloji uleması, bu işin ancak kendileri tarafından yapılabileceğine inanmışlardı.

Olmadı. Bu sefer Metodoloji diye yeni bir bilim inşa edildi. Onun da ömrü pek uzun sürmedi. Nev-zuhur sosyologlar, Matematik’in modern dönemde kazandığı itibardan istifadeyle istatistik hesaplarıyla oynamayı marifet bildilerse de bir türlü bu bilgi öbeğine bilim (kesin bilgi) haysiyetini kazandıramadılar. Bütünlük sona ermiş, bilimleri bir hiyerarşi dahilinde sıralamak imkânı neredeyse tarihe karışmıştı.

Doğa ile insan arasına çekilen keskin çizgi, doğa-bilimleri ile toplum-bilimlerini, sadece konu itibariyle değil, yöntem itibariyle de farklı odalara hapsetti. Tabii ki herbiri de kendi aralarında ayrıldıkça ayrıldılar; insan bilgisinin üzerine önce apartmanlar, sonra departmanlar dikiliverdi ve ancak buralarda bilgi’nin peşinden koşan uzmanlar daha az şey hakkında gitgide daha çok şey bilen, sonunda da hiç hakkında herşeyi bilen elemanlar hâline geldiler.

Dinî ilimlerin başına gelen belâ da ne yazık ki aynıdır. Din gibi insanın, hayatın, düşüncenin, duyguların, kısacası varlığın bütününe anlam veren, bu bütünü yorumlayan bir anlama-yorumlama geleneğine mensup olmalarına rağmen, günümüzde ilâhiyatçılık ile parçacılık arasında neredeyse bir fark kalmamasının en önemli nedeni bu iş bölümü anlayışıdır. Nitekim Tefsir İlmi’nde uzmanlaşanlar Hadis İlmi’nden, Hadis İlmi’nde uzmanlaşanlar Fıkıh İlmi’nden habersiz kaldılar. Ne bu bilim dallarıyla ilgilenenlerin Belağat, Mantık, Kelâm, Tasavvuf, Felsefe, Matematik bilimleriyle, ne de bu bilimlere yönelenlerin diğerleriyle ciddiye alınabilir bir temasları olmadı. Tarih, Edebiyat, Şiir, Musikî gibi hususî dallara gelince, çoğu genel-kültür seviyesinde dahî bu alanlara alâka duymayı beceremedi.

Hasılı, konusu ne olursa olsun uzmanların payına düşen hiç-bir-şey hakkında her-şeyi bilmek iken, uzman olmayanların payına herhangi-bir-şey hakkında neredeyse hiç-bir-şey bilmemek düştü.

Ne yazık değil mi, bir zamanlar bilmek bilmeyi bilmek idi. Bilmek bizatihikendin bilmek idi.

BEN SONRAYIM

$
0
0

19 Kasım 2005






İnsanın önünde iki trajedi vardır, der Oscar Wilde, ilki, arzularının tatmin olmaması; ikincisi ise olması.






İç gözlemlerinin sesine kulak verebilmeyi başarmış okurların çoğu, sanırım bu tesbiti tasdik etmekte zorlanmayacak ve her iki halde de insanın trajedisinin devam ettiğini, kimbilir belki de hiç tereddüt etmeden onaylayacaklardır.

Şahsen ben de ne zaman kendimi duygularımın salınımına bıraksam, bu tasdik duygusunu yaşarım. Söz suretinde hakikatime çarpanı görmem, çarpılan ben olduğum için olsa gerek kendimi de görmem. Görüp algıladığım sadece çarpışmanın şiddetidir. İş işten geçmiştir ve ne yalan söyleyeyim, iş işten, benim için hep geçmiştir zaten. İşin, yani olanın, yapılanın her zaman algılarıma nisbetle kahrolası bir önceliği vardır.

Ben sonrayımdır, daima sonra olan, sonra gelen benim. Bu nedenle çarpışmanın şiddeti azalmadıkça, yok olmadıkça, ne çarpanın, ne çarpılanın farkına varmam. Aslında farkına da varılmamalı, varılamamalı, bir tek o şiddeti duyumsamakla yetinmelidir. Ne olup bittiğini anlamadan şaşkın şaşkın gözleri göğe dikmek, utanılacak bir durum değildir. İnsanîdir çünkü.

İnsan olmaktan utanmamalıyız; pek tabii ki şaşmaktan da, şaşakalmaktan da...

Ne var ki şaşkınlığın tadını çıkardıktan sonra, o da eğer gerekli hürmetin gösterileceği biliniyorsa, hz.akıldevreye (dairenin içine) girer ve çarpışmanın kendisini nazar-ı itibara almak yerine, gözünü, çarpışmaya yol açana, çoğunlukla çarpana diker. Belki sonra da dönüp dikkate alınmayacağını bile bile çarpılana kendince bir-iki öğüt verir.

Siz, duyguların mahremiyet bölgesine girmesinin akla niçin yasaklandığını sanıyorsunuz? Onun sınırları vardır ve sınırlarının ötesine geçemez, geçmemelidir. Duygular nasıl ki tutarlılığı, tutarsızlığı umursamazsa, hz. akıl da aynı şekilde duyguların o çocuksu tepkilerini ciddiye almayı beceremez. Birbirlerini anlamaları (anlaşmaları) yasaktır; zira anlama edimi aynı soydan olanlar arasında gerçekleşir. Ötekini, öteki kaldığı sürece, anlamak zor değil, imkânsızdır bu yüzden.

İnsanın trajedisi ne tek başına arzularının tatmin olmasındadır, ne de olmamasında; bilâkis trajedi, olup olmamanın ta kendisindedir.

Bizim ilim ve irfan geleneğimizde, insan nefsinin mertebeleri tasnif edilirken her mertebe bir terimle adlandırılır. (Tasnifler itibarî olduğundan biz burada sadece üçlü tasnifi dikkate alacağız.)

En altta nefs-i emmare yer alır ki “arzuların tatminsizliği” (eksiklik), işbu nefsin sıfatıdır. Böylelikle tatminsizlikmertebesine —Kur’an’dan istifadeyle— nefs-i emmare adı verilmiştir.

En yukarıda nefs-i mutmainneyer almaktadır ki daire tamamlanmış, çamurlu dünya arkada bırakılmış ve ulaşılan kemâl sayesinde sarsılması mümkün olmayan bir huzura erilmiştir ki “arzuların tatmini”ne (bütünlük) karşılık gelen mertebe işbu mertebedir.

Bu mertebelerden ilki tabiî ve hayvanî, ikincisi ise ilahîdir ve esasen her iki halde de trajediden sözedilemez. Salt tatminsizlik trajedi değildir. Çünkü hiçbir hayvan trajik bir hayat yaşamaz. Hayvanlar trajik olanı göremezler de. Tatmin hâli de böyledir ve hiçbir insan ‘insan’ olarak kaldığı sürece tamamen ‘tatmin’ (bütünlük) mertebesine çıkamaz.
İlâhî olanda trajedi yoktur. Çünkü kemâlde trajedi yoktur; trajedi kâmilin (kemâle erenin) değil, mütekemmilin (kemâl isteyenin) hâlidir. Kemâl kip itibariyle durum bildirir, tekemmül ise oluş.

Demek ki trajedi durumda değil, oluşun kendisinde. Tanrı mükemmel değildir; kemâle ermemiştir; bilâkis O, zâten (zâtı itibariyle) kemâldir.

Arzularımız hiç tatmin olmasaydı —ki bu mümkün değildir— trajik bir durumda olmazdık. Buna mukabil bütün arzularımız tatmin olsaydı —ki bu da mümkün değildir— yine trajik bir halde olmazdık. Nefsin negatif kutbu olmak itibariyle hem nefs-i emmare düzeyinde, nefsin pozitif kutbu olmak itibariyle hem de nefs-i mutmainne düzeyinde trajedi arama çabaları beyhudedir. Salt pozitif olan veya salt negatif olan çelişki üretmez; dolayısıyla çelişkinin olmadığı yerde trajedi de olmaz!

Her iki mertebenin ortasında nefs-i levvame vardır; insan olanın, insanî olanın mertebesi...

O ne nûrdur, ne de nâr; o ne cennettir, ne de cehennem; o tek kelimeyle a’raftır, berzahtır, sırattır; trajedidir yani. Suçluluk duyan, kendini kınayan, tatmin olduğunda tatminsizliği, tatminsiz olduğunda ise tatmini arayan bir varlığın hâlidir nefs-i levvame.

Öncesiz değilim, ben önceyim.

Sonrasız da değilim; aksine, ben sonrayım!


TANRI ŞEHİRDE

$
0
0

29 Kasım 2009











Vahiylerin kesretinden nâşi tekebbür etmeyeyim deyû tenimde bir diken, yani beni ta’ciz etmek için bir şeytan meleği verildi ki tekebbür etmeyeyim.







Aziz Pavlus’un bu sözünü, Türkçesine olan hürmetimden ötürü, Kitab-ı Mukaddes’in 1885 tarihli tercemesinden aktarmış olmamı, umarım bağışlarsınız.
İnsanın başına gelmiş veya gelebilecek her türlü dert ve belânın pekâlâ bir nimetolarak da yorumlanabileceğini gösteren etkileyici örneklerden biridir Aziz Pavlus’un bu sözü.
Sözün devamı da nitekim bu hakikati açımlar:

Bunun benden def’i hakkında Rabbe üç defa rica ettim ise de bana “Benim inayetim sana kâfidir, zira kuvvetim zayıflıkta tekmil olur” dedi. Binaenaleyh [bir] hoş hâtırla, zayıflıklarımdan dolayı iftihar etmeyi tercih ederim. (Bkz. Korintoslulara Mektup II, 12/7-9)

* * *

Önce küçük bir hatırlatma: Zayıflıkta kemâline eren/erecek olan, kuvvet ve kudretin kendisideğil, zuhurudur.

Acziyet ve bu acziyetin idraki, ki bu idrak seviyesine tevazu (alçakgönüllülük) diyoruz, insanoğlunun kuvvet ve kudrete mazhar olmasının belki de en etkin vesilesidir.
Duanın biricik işlevi de bu değil midir zaten: acziyeti izhar. Yani kişinin ne denli yardıma muhtaç bir varlık olduğunu, Varlıkın huzurunda itiraf etmesi.

Öyledir. Dua etmek, hakikatte, ben bir hiçim, demektir.

Dua, aslâ sevgiliden bir şeyler istemek, onun kudretinden istifade etmeye çalışmak olarak anlaşılmamalı. Bilâkis dua, Varlık’ı önce şehre davet etmektir. Çağırmak yani! Varlık’a varlık’ta yer açmak! Şehir’de.

Evet, dua, Varlık’ı şehir’de çağırmaktır.
* * *
Dilerseniz, Aziz Pavlus’un işaret ettiği hakikatin, bizim irfan havzamızda büründüğü sureti hatırlayalım:
Mahrumiyetler kemalât tevlid eder.
Yani kişinin yoksunlukları, varlık dairelerinin tamamlanmasının başlıca koşuludur. Çünkü eksikliğini farketmeyen, yoksunluğunu hissetmeyen kimse aslâ bütünlükduygusuna erişemez. Bu nedenle kudret ve kuvvet, kişiye, kişinin acziyeti derecesinde tecellî eder.
Demek oluyor ki ey talib, yapman gereken, başını ancak kendini hep aşağıda bulabileceğin kadar yukarıya kaldırmaktan ibaret.

Sakın Tanrı’yı şehre çağırmaktan yorulma!

Çağır!

Sesin kısılıncaya kadar çağır!

Sonunda kendisine çağırabileceğin bir şehrin olmadığını anlayıncaya kadar.

Sana senden yakın olanı farkedinceye kadar çağır!

Evet, çağır!

Kendi dışında, çağıracak birini bulamayıncaya kadar çağır!

İkilikten kurtuluncaya kadar.

Lütfun da hoş, kahrın da hoş deyinceye kadar.

Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş hakikatini kavrayıncaya kadar...
* * *
Ne ilginç bir tesadüf, kendini bir şey sanıp büyüklenmemesi için Aziz Pavlus’un teninde çıkan diken metaforuna, bir gün bir vesileyle Martin Heidegger de başvurmak zorunda hissedecektir kendisini.

Ne ki genç ve dindar (!) filozofumuzun canını acıtan dikenler iki tanedir o günlerde. Nitekim Karl Jaspers’e yazdığı 1 Temmuz 1935 tarihli mektubunda bu iki dikeni(zwei Pfäle) şu şekilde tanımlar:
1) Doğuştan sahip olduğu inançla mücadele (die Auseinandersetzung mit dem Glauben der Herkunft)
2) Rektörlük görevinde başarısızlık (das Mißlungen des Rektorats)
Heidegger, o günlerde, üstesinden gelmeye çalıştığı bu iki büyük derdin, bir adamın iflahını kesmeye yetecek denli yıkıcı olduğuna inanır.

Oysa hiç kimse gerçeği başkasına (ve kendisine) tüm çıplaklığıyla itiraf edemez. Heidegger’in Katoliklik’le mücadelesi, biraz da Rektörlük görevinde başarısız olma korkusuyla ilintiliydi.

Bir türlü dile getiremediği hakikat, o kadar, ama  o kadar göz önündeydi ki hiç görünmüyordu: Siyasetin Führeri vardı: Adolf Hitler. Heidegger de Felsefe’nin Führeri olmak istiyordu.

Bu da gayet tabii, çünkü başbuğluğun özünde başa erme hırs ve tamâı vardır.

Heidegger, tıpkı Hegel gibi, baldıran zehrini kendi içmek yerine başkalarına (hatta talebelerine) sunan bir Sokrat modeliydi. Çünkü aksini iddia etse de gerçekte, birçok Batılı selefi gibi, o da Varlık’ı hissetmek yerine akletmeye çalışmıştır.

Ne zamana kadar?

Elbette yıkılana kadar.

Ancak düşünce düşlemeye başlamıştır. Yıkılınca.

Goethe ne güzel söylemiş, değil mi?

Bir odun, içinde yanması gereken maddeyi barındırdığı için yanar.

* * *

Tanrı zâten şehirde. Beden mülkünde. Bize bizden daha yakında. Oysa sen, O’na yakınlaşmak için kurban kesiyorsun ey tâlib! Aklın sıra kurbiyeti ette ve kanda arıyorsun. Hayvanda. Hayvanlıkta.

Tanrın çok uzakta mı ki O’na yaklaşmak/yakınlaşmak için çırpınıyorsun?

Ey talib, Tanrı’ya yakınlaşmak için şehirden her taşraya çıkışında O’ndan uzaklaştığını anlayamıyor musun?

Kendimiz taşradayken Tanrı’yı niçin şehre çağıralım?

Çıkma bir yere, gel, Tanrı’yı bu sefer şehirde çağıralım. Ancak avazımız çıktığınca bağırarak değil, gözyaşlarımızla.

Taşrada kan akıtmaktansa şehirde gözyaşı akıtalım, hatta elimizdeki sükkeri (şekeri) başkalarına sunup ağuyu (zehri) biz kendimiz yutalım.

Bari bir defalığına olsun, kûşemizde, biz, O’nun bizi çağırmasını bekleyelim.


NYMPHOMANIAC

$
0
0

BİR SİNEMA DELİSİNİN ÖYKÜSÜ

Felsefe’nin Sanat’la Söyleşisi

Açıklamayı üstlendiği nesneler konusunda her bilimin iki temel yükümlülüğü vardır: ilki sözkonusu ettiği nesnenin var olduğunu göstermek, ikincisi ne olduğunu betimlemek.

Sözkonusu gösterme ve betimleme edimlerinin hangi koşullarda birer kanıtlama değeri kazandıkları veya kazanacakları sorusunun sadece doğabilimlerinin zorunluluk ve kesinlik ölçütleri dolayımında yanıtlanabileceğini ummak, bugün bile, birtakım ideolojik önkabullerin örtük desteğinden yararlanmadıkça, yanısıra bu desteğe pekin bir felsefî yoksunluk eşlik etmedikçe, sanırım fazlasıyla naif bir iyimserlik olarak görünecektir.

Umudun nedeni sadece insanın kadim güvenlik arayışı değil elbette, aynı zamanda bir teselli ihtiyacı (consalation), bir inayet beklentisi (providentia), alelade bir köprü değil, tamıtamına bir kıstak! Şimdinin işvelerinden yaka silkmiş aşık-ı sadıkların geçmişi denetlemek, geleceği belirlemek tutkusuyla bilinen ile bilinmeyen arasında çılgınca at sürdükleri aşılamaz dar geçit, hem talih (fortuna) bu yüzden, hem kader (fatum), sanıldığı gibi yaşamın değil ama, insan yüreğinin yazgısı. Zorunluluklar ile iradesi, ruhu ile gövdesi, aklı ile kalbi arasında kalanın ezeli ve ebedi yazgısı.

Ah şu kesinlik, yüzyıllardır insan yüreğinin sayılabilir ve ölçülebilirin bilimi olmak itibariyle matematiğin sinesinden çekip almak için yanıp tutuştuğu nazenin dilber! Zorunluluğun yavuklusu, bu nedenle hep umudun konusu. Düş’ün. Düşlem’in.

Doğabilimlerinin tam da aksine iki bilimde, örneğin Tanrıbilim’de tanrının, Ruhbilim’de ruhun varlığının kuşkulu görünebileceğinden söz eden Hegel, haklı olarak, sanat’ın kendi çağına özgü biçimlerini tek tek sıralarken, ister istemez maddi olandan ayrı, kendi içinde bağımsız, öznel bir varlığın mevcudiyeti sorununu da tartışmak zorunda kalır:







Şayet nesneler öznel türdense, yani sadece Ruh’ta varolup dışsal olarak idrak edilen nesnelerden değilse, biz Ruh’ta ancak Ruh’un kendi öz-etkinliği tarafından meydana getirilen bir şey olduğunu biliriz.






Sıradan bir ifade gibi görünüyor: im Geiste sei nur, was er durch seine Tätigkeit hervorgebracht hat.

Dilersek, geistsözcüğünün batılı tarihini dikkate alarak bu son cümleyi pekala şöyle de okuyabiliriz: zihinde ancak zihnin kendi öz-etkinliği tarafından.

Sanat işte bu öz-etkinliğin mahsulü. Engellenemez içsel sürüklenişlere, karşı konulamaz dalgalanmalara, yaşamın bitmek bilmez o can acıtıcı cilvelerine maruz kalan ruhların ısrarla görünüşe çıkma çabası. Dışsallık ve nesnellikse bu süreçte sadece bir zuhur ve tecelli vasıtası, dolayısıyla sanat eserinin kullanım değeri yerine değişim değerine odaklanan nâdanın bir türlü görmeyi başaramadığı nice tikel ve içsel maceranın ancak çarmıhtan duyulabilen iniltisi. İncir ağacının altından. Hira’dan.

Sanat tecelli ettiği yerde, zahirinde, gövdesinde kavranamaz bu yüzden. O, muhatabını her defasında tecelli ettiği yerden çok tecelli edişine, zahirinden çok bâtınına, gövdesinden çok ruhuna atf-ı nazar etmeye davet eder ve ısrarla ondan ufka uzattığı parmaktan çok parmağının gösterdiği yere bakmasını ister, fenomenine değil, zatına, özüne. Nitekim sanat sözkonusu olduğunda varlık sorusunun anlamını yitiriyormuş gibi görünmesinin bir nedeni de budur, çünkü sanat bizatihi nesnesini vurgulamaz, ona sadece işaret eder, eserinin değil teessürünün dikkate alınmasını ister ve fakat buna karşın tecessüm etmedikçe, bedenlenmedikçe, üç boyut içinde varolmadıkça gerçekliğini duyumsayamayacağı için ete kemiğe bürünmekten de asla kaçınamaz, dışsallık yazgısıdır, hem de tüm öznelliğine ve içselliğine rağmen.

Kimi zaman ürkütücü boyutlara ulaşmış olsa da, sanat, tarih boyunca maruz kaldığı o bildik küçümsemelerin, aşağılamaların, burun kıvırmaların yoğun baskısı karşısında geri adım atmamış, her halukarda, gerçekleşmiş gerçeklik ile gerçekleşmemiş gerçeklik arasındaki ikircikli bölgede ikamet etme seçeneğini kullanmaktan hiç ama hiç vazgeçmemiştir, başından bu yana daima iki denizin birleştiği yerde yaşamıştır, hep arada, duyular ile akıl arasında salınmış, hep kendi yurdunda, muhayyile’nin hükümran olduğu bereketli topraklarda gezinerek bilincin kovuklarından biteviye akıp duran iki nehrin arasında varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Sanatı bilim’den ziyade felsefe’ye yakın kılan tarafı da burasıdır, çünkü kendisini ısrarla hakikat alanının dışına itme çabalarına karşın ikili-birliğine hürmet edecek muhatablar arayan yaşlı gözlerindeki o ezelî hasret bir türlü dinmek bilmemiş, onları yargılamadan önce anlamaya, beylik açıklamalara kalkışmadan önce tecrübe etmeye davetten asla usanmamıştır.




Bir sanat eserinde başka hiçbir şekilde ulaşılamayacak bir hakikatin tecrübe edilmesi, her türlü rasyonelleştirme girişimini alteden sanat’ın felsefî anlamını meydana getirir.






Gadamer’in sözünü ettiği bu felsefî anlam (die philosophische Bedeutung der Kunst), sanatın, haklı olarak muhatabından aklını bir süreliğine kenara koyup sezgileriyle dahil olmasını istediği bir hakikat tecrübesinde idrak edilebilecek bir öz içerir. Mayası tutkudur bu özün. Ölümüne tutku. Mozart’ı 33 yaşında, Rafaello’yu veya Van Gogh’u ya da Fassbinder’i 37 yaşında, Kafka’yı 41 yaşında toprağa götüren bir tutku. Yaşam adına yaşamı sonlandıran bir hakikat tutkusu. Hallac’lara, Sühreverdi’lere, Nesimi’lere, Maşuki’lere işkencelerden işkence beğendiren o mecnunca aşk gibi, yolcusunu uğrunda deli-divane eyleyecek bir tutku. Hiçbir rasyonelleştirme teşebbüsüne geçit vermemesi de başka bir nedenden dolayı değil, sırf bu onulmaz tutku yüzünden! Ne ki tutkusu yazgısıdır sanatçının, hem gücü, hem zayıflığı.




Sözün özü, istenirse görülebilir ama zorla gösterilemez hakikatlerin, evet, bir tek kendisinin tecrübe edebileceği hakikatlerin varlığının en büyük kanıtı ve tanığı yine insanın derûnu. 






Bezirgan tezgahlarında bekleyen sözde-sanat ürünlerine düşkünlük hadi şöyle dursun, bilim’in sözümona yere göğe sığdıramadığı dışsallık ve nesnellik hevesi dahi nazikçe mabedin dışında tutulmalı ve asla eşikten içeri adım atmasına izin verilmemeli, böylelikleüzerine eğildiği nesneleri iç doğalarının zorunlulukları dolayımında incelemek ve ağacı tohumunda teşhis etmek suretiyle sanat eserinin özünü bilincin açıklığına getirmekle yükümlü felsefe’nin kadim dostuyla sürdürdüğü ebedî söyleşi hiçbir surette kesintiye uğratılmamalıdır, çünkü şairin dediği gibi, mülklerin en tehlikelisi olan dil gibi sanat yetisi de bunun için verilmiştir insana, sırf kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye (damit er zeuge, was er sei).

Sanat ve İtiraf
Yıllar var ki düşüncelerimin tek konusu kendim (moi) oldum, sadece kendimi (moi) sınayıp inceliyorum, başka bir şeyle ilgilensem bile, çok geçmeden bunu kendime (moi) uygulamak, bir şekilde kendime (moi) indirgemek için yapıyorum.
Bu kısacık pasajda ben/kendimsözcükleri toplam sekiz kez geçmekte, çünkü XVI. yüzyılın sonlarına doğru, Yeni Çağ’ın başlangıcında hiç tereddüt etmeksizin doğrudan ben/kendim diyebilen belki de ilk kalem sahibidir Michel de Montaigne. Kendisiyle başı belada bir serazad, kelimenin tam anlamıyla delişmen bir zeka, kendini kurcalamaktan, hatta delik deşik etmekten kaçınmayan cevval bir tabiat. Engin bir kültüre sahip. Devrin, taliplerinden beklediği merak ve tecessüse fazlasıyla malik bir hikmet aşığı. Yaşamı sevdiği kadar, hatta, mesleğim ve sanatım tümüyle yaşamaktan ibaret, dediği kadar, sırf ölüme alışmak amacıyla ona yaklaşmaktan çekinmemiş, toplumsal yaşamında gösterdiği itidale karşın bilincinin sınırlarını son kertesine değin yoklamaktan vazgeçmemiş güçlü bir kişilik. Hep kendisinin peşinde olmuş. Kimbilir belki de nedeni, annesi Antoinette de Louppes de Villanueva’nınİspanya kökenli Sefarad yahudilerinden olması. Bir tür aidiyet ikilemi. Kendini korumak için kullandığı yegane kalkansa ironi, yani gerçekte söz ustalığının şahikası. İtiraflarında yapmacık yönler bulunması da belki bu yüzden. Neş’e ile hüzün arasında bir yolculuk onunkisi. Essaisise başyapıtı.

Rehberi kim dersiniz?

Pek tabii ki Sokrates. Ustasının izinden hiç ayrılmamış, hep kendi peşinde olmuş çünkü. Dış dünyaya inat kendini kendinde tanımaya ve tanıtmaya çalışmış, hem de iddia ettiği üzere kendini en küçük parçalarına ayırıncaya kadar.
Ben bütünüyle kendimi sergiliyorum, bir iskelete baktığınızda damarlar, adeleler, kiriş kemikleri, her parça nasıl yerli yerinde görünüyorsa, aynen öyle.
Kendisini, nasılsa öyle, olduğu gibi, dürüstçe anlatmak konusundaki bu iddialı teşebbüsünde Montaigne yalnız kalmayacak, iki asır sonra, ünlü İtiraflarına eşşiz bir tat katmak amacıyla, Jean-Jacques Rousseau, benzer bir iddiada bulunarak, kendi tabiriyle, o devirde eşi benzeri görülmemiş bir işe kalkışmak ve kimsenin taklid edemeyeceği bir teşebbüsü gerçekleştirmek niyetiyle, sözümona, okurlarına tüm çıplaklığıyla bir insanı (un homme dans toute la vérité de la nature) tanıtmaya çalışacaktır. Kendisini. Sadece kendisini.

Her vaadin bir teminatı olmalı, acaba yazarın bu cömert vaadinin teminatı ne ola ki?

Pek tabii yine kendisi. Görüp tanıdığı hiçbir insana benzemediğini ve hemcinslerinden, daha iyi olmasa bile, tamamen farklı olduğunu iddia ettiği kendisi. Sadece kendisi.

Oysa hangi yiğit kendisini böylesine açık ve yalın biçimde başkalarının önüne fırlatıp atabilir? Kim, üstelik halkın huzurunda kusurlarını itiraf ederken kendini koruma güdüsünü bütünüyle baskılamayı becerebilir? Evet, gerçekten de kim, Cemil Meriç’in o güzel deyişiyle, hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?

Dilerseniz bir de yaklaşık 2 bin yıl önce Seneca’nın Annaeus Serenus’tan aktardığı gibi soralım:
Kim kendine hakikati söylemeye cüret edebilir ki? Kim, etrafı şakşakçı dalkavuklar sürüsüyle çevrili bile olsa kendi kendisinin en büyük pohpohçusu olmaktan kurtulabilir?
Bu sorulara olumsuz yanıt vereceğimiz için mazur görülmeliyiz, çünkü itiraf ve açıklık sözkonusu olduğunda, hiç kimse, evet hiç kimse, öznelliğin o kendine özgü ince stratejilerinden, bilincin, sahibine bile saklı labirentlerindeki istemdışı kımıltılarından emin olamaz, kendisi bu haldeyken doğaldır ki başkalarını da temin edemez. Bu nedenle Montaigne’in itiraflarına eşlik eden neş’enin hakkı verilmeli ve kendisinin, okurlarının karşısında, Rousseau’nun meydan okuyuşundaki o görkemli tavra nisbetle daha alçakgönüllü bir üslub kullandığı bilhassa belirtilmelidir:







Kendini betimlemek kadar zor ve bir o kadar da yararlı bir şey yok, ancak görücüye çıkmadan önce hazırlanıp kendine çeki düzen vermek de gerekli (encore se faut-il ordonner et renger pour sortir en place).







Bir zamanlar Delphi tapınağının girişinde ziyaretçileri karşılayan ünlü kendini tanıbuyruğuna kulak veren hakikat taliblerine has nefsi tanıma çabalarının, övünmelerin gizlenmesine karşın bir rahib karşısında kusur ve günahların itiraf edilmesi biçiminde ve Katolik inancına özgü bir kurumlaşma aracılığıyla gelenek haline dönüşmesinin öyküsü hiç kuşkusuz ki çok gerilere gider. Nitekim yüzyıllar önce, daha IV. yüzyılın sonlarındayken kaleme aldığı, dünya edebiyatının bu konudaki ilk (Wittgenstein’a göre “en ciddi”) belgesi sayılan İtiraflarında Aziz Augustinus tüm samimiyetiyle okurlarını nefsin cilvelerine karşı uyarmış, bu sert hakikati bir dervişe has zariflikte dile getirmekten çekinmemiştir:
Bu yüzden ya Rab, ben de sana herkesin işiteceği şekilde itirafta bulunuyorum, ama doğruları itiraf edip etmediğimi kanıtlayamam (quibus demonstrare non possum, an vera confitear).
Bu çaresizliğin nedenini yine bu hak ve hakikat aşıkının kendisinden öğreniyoruz:
Ben kendimin yargıcı değilim. Beni dinleyenler bunu böyle bile! Benim yargıcım sensin ya Rab. Evet, doğru, hiç kimse insanı, insanın özelliklerini bilemez, içindeki ruh müstesna (nisi spiritus hominis, qui in ipso est). Ama insanda başka bir şey daha var ki bunu içindeki o ruh bile bilemez.
İtiraflarının taşıdığı hakikat değerine işaret ederken kendi yargıcının kendisi olamayacağını, çünkü o hakikat bilgisinden kendisinin bile mahrum olduğunu söyleyen Aziz Augustinus’un gösterdiği bu alçakgönüllü tavır, Yunus’un deyişiyle, bir ben vardır bende benden içeru yorumu, bir tek Hristiyanlığa özgü olmayıp Yunanlı kökleri Epikuros’dan geriye doğru Pythagoras’a kadar uzanır, Helenistik dönemde ise iyice saçaklanarak Cicero, Seneca, Epiktetos, Plutarkhos, Marcus Aurelius, Galenos, Plotinos gibi isimlerin sürdürdüğü felsefi bir duruş tarafından da öncelenir.

Kısacası, kendini tanıma çabası daima kendine karşı hakikati söylemek (παρρησία) gibi bir tavra yol açmış, karşılığında tehdid veya cezanın olmadığı rahatlatıcı itirafların aksine her türlü işkence ve katledilme ihtimali göze alınmak suretiyle hakikati başkasının yüzüne haykırmak, kendi tekilliğinde sınırlanan bir ölümlünün halini (confession) temsil etmekten çok, neredeyse, sadece tekilin değil, tikelin de sınırlarını aşan bir ölümsüzün haline (parrhesia) dönüşmüş, en nihayet “her bilenin üstünde başka bir bilen vardır” biçiminde Kur’an tarafından dile getirilen kadim ilkede de yankılanarak evrensel bir hakikatin ifadesi olmuştur.


Nietzsche’nin aşağıdaki tanımı, bu yüzden, ancak parrhesia-confession karşıtlığı açısından okunabilecek bir mahiyet arzeder:
Bugün hangi aklı başında insan kendi hakkında tek dürüst bir söz sarfedebilir? Bunu yapmak, kendi canını tehlikeye atanların kutsal hâlesi içinde yer almaktır.
Tam da burada, İslam dünyasında roman geleneğinin olmayışını itiraf kurumunun yoksunluğuyla ilişkilendiren Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlamamak olmaz. Rus romancıların, bilhassa Dostoyevski’nin büyük hususiyetlerinin Ortodoks kilisesindeki alenî itiraf kurumuna çok şey borçlu olduğunu belirten bu edebiyat adamı, 1943’te, sözkonusu âdetin Batı insanına kendi içine eğilme yeteneği kazandırdığını söylemekten kendini alamamış, edebiyatta kahraman motifinin çıkışını doğrudan böylesi bir dışavurum geleneğiyle açıklamaya çalışmıştır:






Introspection, bu içe doğru çevrilmiş araştırıcı göz, günah çıkartma kürsülerinin dibinde gelişmiştir. Kadim Yunan’a Hıristiyan dünyasının üstün olduğu tek nokta burası, bu içe doğru dönüştür, onunla kadere karşı koyma fikri tamamlanır, yani kahraman hakiki mânâsında teşekkül eder.





İtiraf’tan kaçınma...

Acaba doğunun bilincinde tıpkı roman gibi psikanalizin de güçlü bir kabul bulamayışının asıl nedeni onun kendini kavrayış biçimine has bir tür özsavunma mı?

İnsanın iki dünyayı, hem dış (zahir), hem iç (bâtın) dünyayı eşzamanlı olarak idrak etmesi, nefsinde, bakışı içe yönelten (instrospective) bir farkındalık oluşturur, burası doğru, ama ne pahasına? Bazen en temel güdülerin bastırılması pahasına, bazen cinselliğin ve dolayısıyla bilinçdışının tümüyle varoluşun dışına itilmesi adına. Bedeliyse bir tür kölelik, çünkü bir tür iki-yüzlülük. Oysa parrhesianıntemelindeinsanı kölelikten kurtarıp özgür kılma düşüncesi yatar. Lakin hangi insanı?

Elbette her şeyden önce kendilik kaygısı (επιμέλεια εαυτού) taşıyanları, yasak meyveye el atma becerisi gösterebilenleri, bedeli ne olursa olsun gölge etme başka ihsan istemez diyebilecek cesarete sahip olanları, örnek vermek gerekirse, antik çağda Sokrates veya Diogenes gibileri.

O halde asıl şimdi sormalı, hangisi gerçek kahraman, gizlice itiraf eden mi, hakikati açıkça dile getiren mi?

Yanıt ne olursa olsun, hiç değilse bu aşamada bilinmeli kiher itiraf hamlesi dua niteliğinde ruhsal ve mistik bir deneyim kıymeti taşımadığı gibi, bir üstben karşısında günah çıkaran kimselerin kendi acziyetlerini hissetme ve arınma vasıtası olarak da görülemez. Özellikle Rousseau sonrası dönemde kaleme alınan günlükler, anı kitapları veya özyaşamöyküleri ya da romanların bir çoğu yazarın kendiliği hakkındaki yorumlarından değil, kendisi hakkında verdiği bilgilerden oluşurlar ve kesinlikle sembolik değil tam anlamıyla alegorik bir nitelik taşırlar, dolayısıyla uzun soluklu ruhsal ve mistik bir arınma deneyiminden ziyade, kişilerin kendilerine ve çevrelerine yönelik hesaplaşmalarının ayrıntılı bir tutanağına dönüşürler. Modern dünyada psikanalizin ve yanısıra psikolojik terapi okullarının ortaya çıkmasıyla birlikte ben bilincinin kazandığı bu dünyevi anlamın, itiraf olgusunu felsefi ve dini karakterinden büyük ölçüde uzaklaştırdığı, hatta ona tıbbî (patolojik) bir mahiyet kazandırdığı kuşkusuzdur. Nitekim kendisinden arınılması gereken ezelî suçluluk duygusunun yerini, çok geçmeden, nevrozlar almış, günah kavramının temsil ettiği duygu karmaşalarının çoğu yavaş yavaş ahlaki niteliklerini yitirerek kendilerine ancak çağdaş patoloji indexlerinde karşılık bulabilecekleri birer hastalık (ilnness), hatta birer bozukluk (disorder) olarak tanımlanmışlardır.

Sinema’nın bu gelişmelere sessiz kalabileceği elbette düşünülemez. Atıf yapılabilecek yüzlerce filmin arasında, Alfred Hitchcock, I Confess (1953), Ingmar Bergman, Nattvardsgästerna(1963) ve Persona(1966), Nicolas Roeg, Bad Timing: A Sensual Obsession (1980) vb. filmlere bir fikir vermek bakımından işaret edilebilirse de Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Rashomon (1950) adlı başyapıtının sadece konusuyla veya geleneksel Japon kültürünün özgün motifleri itibariyle değil, başvurulan yaratıcı anlatım teknikleriyle de hususi bir yerde durduğu muhakkak belirtilmelidir. Nitekim anılarında “En İyi Yabancı Film” dalında Amerikan Akademi ödülünü aldığı bu filmden söz ederken, Kurosawa, itiraf sürecinin barındırdığı tehlikelere atıfla şu tesbiti yapmaktan kendini alamaz:




İnsanlar, nefisleri sözkonusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler. Kendileri hakkında, yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan (without embellishing) konuşmayı kolay kolay beceremezler.




Montaigne’in deyişiyle, görücüye çıkmadan önce muhakkak hazırlık yapıp kendilerine çeki düzen vermek ihtiyacı hissederler.
Bu film, işte böylesi insanları anlatıyor, gerçekte olduklarından daha albenili, daha iyi ve üstün oldukları duygusunu tadabilmek için yalan söylemeden yapamayan insanları, hatta bu günahkâr pohpohlanma ihtiyacından mezarda dahi kopamayan insanları. Öyle ki karakterlerden birinin, öldükten sonra da, bir medyum aracılığıyla konuşurken insanlara yalan söylemeyi sürdürdüğüne tanık oluruz. Benperestlik, dünyaya geldiği anda insanoğluna musallat olan bir günahtır, kefareti ödenmesi en güç günah.
Sözün özü, pek istisnası bulunmayan bir vadide gezindiğimiz kesin. Hal böyleyken, dini veya dünyevi bir itiraf sürecini ciddiye alan hiçbir tanık, hiçbir yargıç, hatta hiçbir yorumcu, karşısında savunma mekanizmaları kullanmaktan azade bir insan teki bulunabileceği varsayımından hareket etme ayrıcalığına sahip olamaz. Her şeyden önce insanın insana tanıklığının ciddiyeti izin vermez böylesi bir ayrıcalığın kullanılmasına.

İtiraf da bir sanattır çünkü.

Bir Yalnız Ağacın Öyküsü

Vizörünün istikametini ağaç yapraklarının arasından güneşe doğru çevirmesi, Kurosawa’nın Rashomonda kullandığı en dikkat çekici tekniklerden biriydi, belki de en çarpıcısı.

Çarpıcıydı, çünkü böylece hakikatin tüm çıplaklığıyla değil, sahibine bile saklı nice ‘sanı’nın arasından alacalı bir müphemlik içinde görülebileceğini ima etme fırsatı bulmuştu. Nitekim bu küçük ayrıntı, çözümlemesiyle meşgul olacağımız Nymphomaniac I-II (2013) filminin yönetmeni Lars von Trier’in çok daha önceleri senaryosunu yazmış olduğu, Jacob Thuesen’ın ise yönettiği otobiyografik filmin (De unge år: Erik Nietzsche sagaen del I, 2007) saklı metaforlarından birini teşkil edecek, tıpkı Kurosawa gibi Von Trier de sanat yaşamı boyunca, kendi ruhundan bir parça saydığı ağaçlarını ve yapraklarını (düşlerini)sinema perdesinde yansırken görmeyi biricik tutkusu haline getirecektir.

Bu kısa yapıtta öğrencilik yıllarını şu şekilde betimler:






[Erik Nietzsche] ağaçlar hakkında düşler kurardı. Hafif bir meltem içinde uçuşan yapraklar. Kayın, çınar ve dişbudak, hayır, belki de meşe. Karar vermek zordu.







Biri kendisineyaprakların sinema ile ne alakası olduğunu sormuş olsaydı, genç adamın, belki henüz o yıllarda verebileceği bir yanıtı yoktu (had anyone asked what the leaves had to do with film, he couldn’t say) ama doğrusu bunu umursamıyordu da, çünkü hem o yıllarda tutkusunun yöneldiği alanların içsel nedenlerini belirlemek pek önemli değildi, hem de kendisi sonucu ne surette olursa olsun seçimlerinin bedelini ödemeye hazırdı.
Ha dişbudak ağacı, ha kayın, kimin umurunda. Bu böyle, her neyse bedeli.
Kısacası, tüm istediği, olanca coşkusuyla kaleme aldığı senaryo yapraklarının ekranda tecessüm edişini görmekten ve ağaç tepelerinin hışırtısını, hoş bir esinti içinde kendi etrafında haleler çevirmeye bırakışını işitmekten ibaretti. Bu nedenledir ki 15 yaşındayken çektiği bir filmde (En Blomst, 1971) 8 mm’lik kamerasını ağaçların arasından gökyüzüne tuttuğu günlerden, Kopenhag Üniversitesi Sinema Bölümü’nde okurken yönettiği Orchidégartneren (1977) adlı filminde başına dökülen yapraklara varıncaya değin, Von Trier, ağaç ve yaprak metaforunu sürekli anlam vurgusunu değiştirmek suretiyle kullanacak, böylelikle bazen düşlerini, bazen umutlarını, bazen acılarını, bazen de köklerini saldığı biyolojik toprağı tanımlamaya çalışacaktır.

Nympomaniacda insan ruhunu temsil etmesi bakımından sıkça ağaç simgesine başvurması, örneğin Norveç mitolojisinde dünya ağacıolarak adlandırılan gövdesi sert dişbudak ağacı ile (Yunanlıların Zeus’a nisbet ettikleri) meşe ağacını karşıt biçimde konumlandırması, ki Antichristte de (2009) meşe ağacına sıkça göndermeler yapmıştır, hiç kuşkusuz kendiliği kadar kimliğini de oluşturan özellikleri hesaba katıyor oluşunun bir sonucu. Tam da kökleriyle bağını kopardığını ilan ettiği bir devrede ağaç simgesini ustaca bir hamleyle bireysel varoluşunun anlatım aracı haline getirdiği sahne, bu yüzden dikkatli bir bakışı hak etmektedir:
— Aslında ağaçların ruhlarıdır kışın gördüklerimiz. 
— Bence insan ruhlarına benziyorlar. 
— Evet haklısın, insan ruhlarına benziyorlar! Hepsi de insanların yaşadıkları hayata göre şekillenen sapkın ruhlar, normal ruhlar, deli ruhlar. Ağacımı buldum. Ruh ağacım. Bu benim ağacım. 
— Dişbudak değil. 
— Hayır, meşe.
Tam da burada sanatçının kendi ruhunu temsil eden ağacın hangisi olduğu akla gelebilir. Ne ki bu sorunun yanıtını kendisi de bilmez, kendi ağacının adı yoktur çünkü, ama bildiği bir tek şey varsa, o da onun bir dağın zirvesinde öylece yalnız başına doğayla savaş halinde olduğudur:





Tepedeki yaralı ağaç gibi, her şeye rağmen dimdik duracağım.







Sözün özü, Von Trier hep yalnızdır, yalnızlığının da pekala farkındadır, sanat yaşamını borçlu olduğu belki de en yalın gerçeğin, kendi gerçeğinin. Kıymetini bildiği tek hususiyeti de budur, dışsal nedenler zincirinin yanısıra insanı sanat aracılığıyla itirafa zorlayan en temel duygu olan içsel yalnızlığı.

Yalnızlık, sahibine bedelsiz bağışlanan bir ödül değildir, daima beraberinde güçlü kaygılar da bulunur, üstelik insanın en derin tarafına, doğrudan kendiliğine yönünü çevirmiş bir öz-nefret duygusu da zaman zaman bu kaygılara eşlik eder. Stig Björkman’ın yıllar önce hazırladığı bir belgeselde (Tranceformer - A Portrait of Lars von Trier, 1997) genç yönetmenin tutkularına hakim olmakta zorlandığını anlatırken bu iki sözcüğü açıkça kullanmaktan kaçınmaması özenle bir kenara kaydedilmelidir: Ängsten(kaygılar) ve Selbsthass (kendinden-nefret).

Yaratıcılığın Trajedisi

İnsanın varoluş (kendilik) sorunu, hiç kuşkusuz onun toplumsallık (kimlik) sorunundan bağımsız bir biçimde ele alınamaz, çünkü insan, doğası kadar çevresinin de çocuğudur. Sanatının hususiyetlerini sanatçının içinden çıktığı çevreye indirgemek gibi bir kolaycılığın tuzağına düşmekten korunmak nasıl ki yorumcunun görevi ise, tüm yalnızlığına ve hatta toplumdışılığına karşın sanatçının düşgücünün de, düşlerinin de kendi kültür ve alışkanlıklarından aldığı payın hakkını vermek bu görevin bir parçasıdır. Nitekim Yunanlı köklerinden itibaren düşgücü (φαντασία) belleğin bir diğer adı olarak anılır, bu nedenle bakışını sadece geleceğe çevirmekle yetinmez, aynı zamanda hiç ara vermeksizin geçmişini yeniden inşa eder, hem de kendi üzerine her katlanışında yeniden. İtiraf işte bu süreçte bir sanatsal edime dönüşüverir ve insan bilinci kendini bir kez daha kurarken geçmişindeki hayal kırıklıklarını büyüteç altına almadan (abartmadan) bu işlemi yinelemeyi beceremez. Nitekim 1979-1982 tarihleri arasında Danimarka Sinema Okulu’nda geçen yıllarının ironik tasvirini yaptığı De unge årda, 11-12 yaşlarındayken hazırladığı animasyonun ve kısa filmlerin (Turan Til Squashland, 1967, Nat, Skat, 1968) yanısıra 21 yaşında çektiği ve dehasının tüm belirtilerinin göründüğü Orchidégartneren (1977), sinemaya tutkusunu elemackdollyüzerinden erotize ettiği kimi gençlik filmleri, Hieronymus Bosch’un cehennem betimlemelerine eşlik eden o şedid iki renk (kırmızı ve siyah) ile ancak resmedilebilecek tasvirlerin yeraldığı Befrielsesbilleder (1982) ve en nihayet mezun olduktan sonra yönettiği ilk yapıt olan Forbrydelsens element (1984) adlı filmine doğrudan ve dolaylı göndermelerde bulunması, geçmişini yeniden inşa etmeye yönelik o engellenemez tutkunun bir sonucudur. Öyle ki eğitim yıllarını bir kabus gibi hatırlar, hatta gibi bile çok, belleğinde Sinema Okulu cehennemin ta kendisidir.

Üzerinde çalıştığı anlatım denemeleriyle ilgili olarak hocalarından birinin daha o yıllarda kendisini bir Nazi’ye benzetmesi karşısında (Erik is a Nazi), genç yönetmenin yanıtı haksızlığa uğramış her mağrur ruh gibi öfkeyle çınlar: Evet, yaratıcılık yok edilmeli!

Lars von Trier, belki de sinema tarihinin en büyük meczubu, sadece kullandığı sinema dilinin o kendine has sınır tanımaz yıkıcılığının veya zaman zaman medyada skandal düzeyde karşılık bulan sert ve irkiltici demeçlerinin kendisine kazandırdığı sevimli iticilikten dolayı değil, aksine dehasına eşlik eden gizemli şeffaflığın az rastlanır bir cezbeyle de yüklü olmasından dolayı. Çığlık yerine nârâ atmayı tercih edişinin en önemli nedeni de bu! İncindiği kadar incitmek isteyişinin de.

Von Trier’in trajedisi, bir yandan her sanatçı gibi muhatabları tarafından anlaşılma beklentisi içinde olmak, öte yandan, anlaşılmayı umursamıyormuş gibi davranmakta ısrar etmektir. Bu umudunu son yapıtıyla birlikte kaybetmiş olduğu kesindir, çünkü eleştirmenleriyle arasındaki mesafenin kapanmayacağına inandığını açıkça ve en sert biçimde ilan etmekten çekinmemiştir.

Son üçlemesi, Antichrist(2009), Melancholia (2011), NymphomaniacI-II (2013) bir sanatçının kişisel itirafları olarak okunmalı bu yüzden. Özellikle sonuncusu, sözcüğün tam anlamıyla bir retrospektif, yani bütün sanatsal yaşamına bakışının sondan başa bir sembolik serimi, tamıtamına köklü bir hesaplaşma. Kiminle? Elbette kökleriyle, kendisiyle, yaşamıyla, sanatıyla ve fakat en önemlisi eleştirmenleriyle. Bu nedenle itiraf hücresinin (confessionel) iki tarafında da kendisi oturup hem itiraf eden, hem kendi itiraflarına tanıklık eden anlamında bir confessor o. Tam ortadan ikiye yarılmış olmakla kalmayan, yarılmışlığını sanatı aracılığıyla sağaltmak için biteviye çırpınıp duran travmalarla yaralı bir ruh. Nitekim sinema diline hususiyetini veren de bu çırpınışı.

Aniden Yıkılan Duvarın Altında

Danimarka Komünist Partisi üyesi bir anne (Inger Høst) ile Alman ve Katolik bir babanın (Fritz Michael Hartmann) birlikteliğinden dünyayagelen ve fakat soyadını borçlu olduğu Yahudi bir baba (Ulf Trier) tarafından büyütülen Von Trier’in sonradan tüyler ürpertici olarak tanımlayacağı bu gerçekle tam 33 yaşında, 1989’da annesi ölüm döşeğindeyken karşılaşmış olması, her halde yaşamındaki en büyük travmalardan biri olsa gerek. Başka deyişle, o yıl yıkılan sadece Berlin Duvarı değildir. Nitekim Melancholianın gösterimi nedeniyle katıldığı 2011 Cannes Film Festivali’nde, tüm dünyanın önünde, “Ben uzun zaman bir yahudiydim, hem de çok mutlu bir yahudi” (I was a Jew for a long time and was very happy being a Jew) diyerek başladığı konuşmasını, özellikle hep yahudi olmayı istediği ama kendisini gerçek bir Nazi olarak bulduğu, çünkü ailesinin Alman olduğu, bu nedenle de Hitler’i gayet iyi anladığı türünden ek açıklamalarla süsleme gereksinimi duyması, sanatçının kendisini skandalize etmeye düşkünlüğünden çok, asıl bu travmanın ruhunda derin izler bırakmış olmasıyla izah edilmeli. Almanya bende bir saplantı, demekle yetinmez bu yüzden, gençliğinden itibaren sinematografisiyle bu hakikati ispat da eder.

Yönetmenin hem kişisel, hem sanatsal yaşamını yansıttığını düşündüğümüz retrospektifinin simgelerle örülü güçlü yapısının merkezinde iki ana karakterin yer aldığı hatırlanmalı: biri Joe (Charlotte Gainsbourg, gençliği: Stacy Martin), diğeri Seligman(Stellan Skarsgård). İkisi de erkek ismi. İlki Hz. Yakub’un oğlu Joseph’in (dişili: Josephin) kısaltılmış hali, ikincisi ise anlamını Tevrat’tan alan bir yahudi ismi.

Kardeşlerince reddedilen ve bir kuyunun karanlıklarına atılan Hz. Yusuf’a atıf olarak düşünülebilecek bu gönderme, ayrıca Jung’vari bir ikiliği, yani insanın hem erkek (animus), hem kadın (anima) yönlerini bir araya getirmek bakımından da elverişli bir çözüm olarak görülebilir. Seligman ise, yönetmenin seçimine itibar edersek ‘mutlu kişi’ (the happy one) anlamına gelir, tıpkı Doğu Kilisesi’nin ‘mutluluk kilisesi’ (the Church of Happiness) anlamına geldiği gibi, ki zaten bu seçim, Seligman’ın hem kişiliğiyle, hem isminin tüm çağrışımlarıyla uygunluk arzeder:
— Mutlu musun bari? 
— Eh, sanırım öyleyim.
Bu isim seçilirken Woody Allen’ın Zelig (1983) adlı filminden esinlenildiği varsayılabilir, çünkü köklü bir kişilik, hatta kimlik sorunu yaşayan ana karakter Leonard Zelig (Woody Allen başka okunuşlar da önerir: “Leon Selwyn veya Zelman”) filmde şöyle tanıtılmaktadır:










A Midsummer Night’s Dreamın ortodoks uyarlamasında Puck rolünde oynayan bir Alman yahudisi aktör (a Yiddish actor) olan Morris Zelig’in oğlu...








Woody Allen, Saferad yahudileri İspanyolca-İbranice karışımı bir dil olan Ladino konuşurlarken, Aşkenaz yahudileri Almanca-İbranice karışımı bir dil olan Yidişçe konuştuklarından ötürü Zelig’in babası için a Yiddish actor sıfatını kullanır. Ataları, Karl Marx’ın da doğduğu ünlü Alman şehri Trier’den Danimarka’ya göçtüklerinden ötürü Ulf Trier de bir Aşkenaz olmalı. Böylece, bir süreliğine kendisini Freud’un arkadaşı bir psikolog sanan bukalemun-insan Zelig (Selig) ile Joe’nun bir yahudi gettosunda (veya güneş girmeyen yaşamdan uzak bir “entelektüeller mahallesi”nde) oturan confessorü Seligman arasındaki yakınlığın sadece dilsel değil, aynı zamanda dinsel olduğu açıklık kazanır:
Bu bir yahudi ismi (it’s Jewish)... ebeveynim bana bu ismi Yahudiliğe olan duygusal çağrışımından dolayı vermiş.
Yahudiliğe olan duygusal çağrışım, burada Tevrat’ın bazı ayetlerini (msl. Mezmurlar: 1-2, Yeremya: 17: 7) hatırlamamıza yol açıyor, çünkü inançsızların öğüdüyle yürümeyen, günahkârların yolunda durmayan, alaycıların arasında oturmayan, ancak zevkini Rabbin Yasası’ndan alan ve gece gündüz onun üzerinde derin derin düşünen esenliğe mazhar olmuş kimseler (blessed man veya blessed is the man that...), meyvesini mevsiminde veren, yaprağı hiç solmayan, yaptığı her işi başaran, kuraklık günlerinde kaygılanmayan, akarsu kıyılarında yetişen bir ağaca benzetilirler. Nymphomaniacta yer alan en belirgin sembollerden birinin de ağaçlar olduğu, yanısıra filmde bu ağaçların insan ruhlarının simgeleri olarak kullanıldığı gözönünde bulundurulduğu takdirde, selig sözcüğünün seküler kullanımıyla mutluluk kadar, dinsel kullanımıyla esenliğe mazhar olmak vurgusu da taşıdığı düşünülmelidir.

Joe film boyunca, hiç sevmemesine, hatta kendisinden cold bitch, stupid bitch gibi sıfatlarla söz etmesine karşın annesinin adını açıkça zikreder: Katherine/Kay (Connie Nielsen), ne ki çok sevdiğini söylediği ama nedense hiç özlemediği, hatta Christophe Honoré’nin Ma mère(2004) filmini anımsatacak biçimde, öldüğünde tuhaf biçimde aldığı hazdan ıslanacak olduğubabasının (Christian Slater) adını anmaktan ise titizlikle kaçınır. Biyolojik babanın adı yoktur, çünkü bıraktığı kalıtımsal miras dışında bu babanın yönetmenin kişisel yaşamında doğrudan bir rolü yoktur.

Yalnızlık ve Gözyaşları

Gerçek bir sanat eseri karşısında yorumsamanın sıhhati adına yapılacak en iyi iş, hiç kuşkusuz bu tür ayrıntıları saklandıkları gölgelikte bırakmaktır, ancak bazen görünen ile gösterilmek istenen arasındaki mesafenin açıklığı, ister istemez yanılma payı yüksek cesur adımlar atmayı gerektirir. Nitekim tam da Avrupa üçlemesinin ilk iki filmi Forbrydelsens element(1984) ve Epidemic (1987) ile bir tv yapımı olarak Medea(1988) çektiği dönemin sonunda annesini kaybettiği ve yaşamındaki en can acıtıcı travmayla yüzyüze geldiği hatırlanacak olursa, Von Trier’in, o günleri ele alırken, çarpraz bir teknikle hastahanede eşini ziyaret etmekten bile kaçınan kadın (anne) imgesi üzerinden gerçek babası hakkındaki olumsuz duygularını aktardığı, buna karşın, annesine (hatta dayısına) duyduğu sevgiyi ve hissettiği acıyı ise tam da aksine baba imgesi üzerinden işlemeyi tercih ettiği pekala düşünülebilir, hatta bu nedenle, uzun arayışlar sonunda ruh ağacının sert gövdeli dişbudak değil de meşe olduğunu anlayan figürün, yönetmenin annesini simgelediği varsayılabilir.

Ne ki bu varsayımlar sonucu değiştirmez ve Von Trier kendisini boşlukta hissetmeyi sürdürür.
Babam kendi ruh ağacını bulmuştu ama ben hiç bulamadım.
Yalnızlık konusunun Joe’nun öyküsünün en başat temaları arasında yer aldığına dikkat edilmelidir:
— Bayan H, yalnızlık konusunda haklıydı, yalnızlığın daimi yoldaşım olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum. 
— Yani onca adamla birlikte oluyordun ama yine de yalnız mı hissediyordun?
Seligman’ın sorusunu zorlanarak da olsa çocukluğunun ilk yıllarına ait bir kısa öykü aracılığıyla yanıtlayan Joe, yedi yaşındayken sanki geçmesi mümkün olmayan bir kapıdan tek başına geçmek zorundaymış gibi hisseder ve kendisini bir hastahanede ameliyata girerken (muhtemelen ilkokulda eğitime başlarken) betimleyerek bir ömür boyunca duyumsayacağı yalnızlık ve yabancılık duygusunun çocukluk (okul) dönemi deneyimlerine dayandığını saklama ihtiyacı duymaz:
Tam olarak annemi özlediğimden değildi. İyi biri olmasına karşın babamı da özlediğimi düşünmüyorum. Sanki tüm evrende bir başımaymışım gibi hissediyordum, sanki tüm bedenim yalnızlık ve gözyaşlarıyla doluymuş gibi.
Gerçek yaşamında kendisine miras kalan aile evini satmaya çalışan, satamayınca da 1991’de o evi adeta parçalayarak yeniden inşa eden Von Trier’in “bu benim açımdan bir sağaltım, duvarları yıkıyor, eşyaları atıyor, ailemin en değerli objelerini parçalıyorum” deyişindeki iç acıtıcı tonlama, Joe’nun öyküsünde sıkça yer alan o yıpratıcı toplumdışılık vurgusunda da kendini hissettirir:
Ben mi toplumu terk ettim, yoksa o mu beni terk etti, emin değilim. 
Toplumda bana yer olmadığını anlıyordum ama benim de toplum için yerim yoktu, hiç de olmadı zaten.
Her anomali gibi özünde bir yabancılaşma biçimi olan toplumdışılık da erotize edilirse pekala bir perversion türü olarak resmedilebilir. Nitekim aşağıda Joe’nun Seligman’a söylediklerinin, adeta Lois Buñuel’in Belle de Jour (1967) filmindeki Séverine Serizy (Catherine Deneuve) ile Todd Field’in Little Children (2006) filmindeki Ronnie J. McGorvey (Jackie Earle Haley) dolayımında yapılmış muhayyel bir betimleme kadar çarpıcı görünmesinin bir nedeni de bu bakışaçısı olmalı:
Benimle aynı yükü taşıyan bir adam oturuyordu karşımda. Yalnızlık. İkimiz de cinsel olarak dışlanıyorduk.
Seligman pis ve kötü kokan giysilerini yıkamak istediğinde Joe’nun bu işleme izin vermemesi, pis de olsa, kötü de koksa kendi ‘örtü’süne sahip çıkmaktan vazgeçmemesi kuşkusuz bilinçli bir seçimin sonucudur. Geriye dönüp bakarken, yönetmen, tutkusunun yazgısı olduğunun bilincindedir çünkü.

AŞK ve ORGAZM

Nymphomaniacın çatısının iki ana-bölüme (volume) ayrılması ve her bölümün, ilki 5, ikincisi 3 olmak üzere toplam 8 alt-bölüm (chapter) halinde düzenlenmesi, sadece Lars von Trier’in retrospektifini kronolojikolarak çözümlemeyi zorunlu hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda, sık sık flashback tekniğiyle kesintiye uğrasa da, bu bölümler boyunca süren yoğun simge akışını bir rasyonel plan dahilinde yorumlamayı da olanaklı hale getirir.

İki ana-bölüm arasındaki sınırı, Joe’nun Jerôme (Shia LaBeouf) ile evliliği (Zentropa Entertainment’inkuruluşu) belirlediğinden, orgazm yetisini kaybeden Joe’nun büyük bir savaşım vererek bu yetisini yeniden kazanma sürecini (1996-2013) serimleyen son üç alt-bölümün başında Breaking the Waves-Idioterne-Dancer in the Dark, sonunda iseAntichrist-Melancholia-Nymphomaniacüçlemeleri yer alır. Dolayısıyla Joe’nun aşağılayıcı sayılar olarak gördüğü 3+5’in tam da aksine ilk 5 etap zorlu geçmesine karşın, son 3 etap nisbeten kendisinin tahammül edebildiği bir süreç olarak tasvir edilecektir.

Filmin mimarisinin temelinde yer alan karşıtlık, hatta çatışma, iki kavram (orgazm ve aşk) aracılığıyla sembolize edilir ve bir “sinema delisi” (nymphomaniac) olarak Joe’nun öyküsünde güçlü doyum talebi (orgazm), yönetmenin sinema tutkusunu belirleyen temel etken olarak yüceltilirken, aşk bu doyum talebini yaralayan olumsuz bir unsur olarak ısrarla dışarıya atılmak istenir. Filmin asıl öyküsü de budur, yani Lars von Trier’in orgazm ile aşk, başka bir deyişle crucifixion ile transfiguration arasında salınan sinematografisinin temel uğrakları.

1.Usta Oltacı

Bu çatışmayı sağlıklı biçimde anlamlandırabilmek için, öncelikle öykünün başına dönmek ve Joe’nun (Maja Arsovic) banyoda sular içinde oynamasıyla ilgili sahnelerin yer aldığı ilk alt-bölümle birlikte, 1966’da, henüz 10 yaşındayken bir hamamböceği belgeselinden kestiği parçaları Carl Theodor Dreyer’in La passion de Jeanne d’Arc (1928) filminin görüntüleriyle çapraz montajlayarak bazı film karelerini elle renklendirdiği ilk film denemesiyle başlayan, Turan Til Squashland (1967) adlı animasyon ile ardından Nat, Skat (1968), En røvsyg oplevelse, (1969), Et Skakspil (1969) gibi yönetmenin çocukluk dönemindeki 1’er dakikalık ilk sinema denemelerini içine alan süreci hatırlamak gerekir. Nitekim ailesinin (dayısı Børge Høst’un) kendisine verdiği olumlu desteği temsil eden bir sahnede, babası, Joe’yu (Ananya Berg) tam da bu yaşlarında bir anatomi kitabından nervus pudendus, nervus dorsalis, clitoris sözcüklerini sökmeye çalışırken görecek ve gülümseyecektir. (Bu bölümde yer alan tren yolculuğunun sonunda kendisine bonibonları kazandıran “kompartmandaki evli adam” figürü de dayısının yanına gitmek için Avrupa dışına yaptığı ilk ve son yolculuk olan Tanzanya gezisine yapılmış olumlu bir gönderme olarak okunabilir.)


Bu döneme daha sonra flashback’lerle de atıf yapılacak, örneğin 12 yaşındayken Thomas Winding’in Hemmelig Sommer (1969) adlı filminde yaptığı oyunculuktan aldığı yoğun haz (ilk orgazm), olağanüstü biçimde betimlenen bir transfiguration sahnesine dönüşecek, doktorunun ironik biçimde kutsal hastalık ‘sara’yla ilişkilendireceği sözkonusu deneyim aracılığıyla küçük kızın başı göğe erecektir. (Bu nedenledir ki yönetmenin en mutlu yıllarını temsilen Joe’yu oynaması için seçilen küçük aktrisin, karakterin yetişkin dönemlerinin tam da aksine mavi gözlü olması kimseye şaşırtıcı gelmemelidir.)

Keza bu süreçte, Joe’nun (Stacy Martin) bekaretini kaybettiği sahne de yönetmenin 14 yaşında çektiği 7 dakikalık Hvorfor flygte fra det du ved du ikke kan flygte fra? Fordi du er en kujon (1970) adlı ilk film deneyimini yansıttığı kuşkusuzdur. Yönetmenin yaşamına yön verecek en temel tutku, yani sinema sevdası (Jerôme) artık tecessüm etmiş, bu başlangıçla birlikte doyum isteği sinema vasıtasıyla önlenemez bir maceraya dönüşmüştür.

2.Jerôme

Niçin Jerôme?

Bu ismin hatırlattığı iki ünlü sima tanıyoruz. İlki Vulgataçevirisiyle tanınan, mütercimlerin piri Aziz Jerome (Eusebius Sophronius Hieronymus), diğeri Lars von Trier’in resim sanatına yönelik güçlü ilgisiyle birlikte önemsediğini bildiğimiz ressam Hieronymus Bosch. Aradaki bağlantının nedenlerini bulmayı meraklılarına bırakıpilk alt-bölümün ardından gelen Jerômebaşlıklı bu ikinci alt-bölümün, yönetmenin Kopenhag Üniversitesi Sinema Bölümü’nde (1976-1979) geçirdiği öğrencilik yıllarına karşılık geldiğini belirtmekle yetiniyoruz.



Burada, Sinema Bölümü’nde okurken katıldığı Filmgruppe 16üyeleriyle arasında yaşanan şiddetli gerilim ve fikir çatışmaları, yukarıda işaret edilen orgazm-aşk karşıtlığıyla sembolize edilir ve filmde The Little Flock (Küçük Ekip) olarak adlandırılan bu grubun, aşkı orgazm’ın gizli bileşeni olarak kabul etmesi (the secret ingredient to sex is love), yani yerleşik sinema anlayışının merkezinde yer alan anlatı tekniklerine kolaylıkla teslim olması, yapılmayanı yapma tutkusuyla yanıp tutuşan genç sinema öğrencisinin şiddetle tepki vermesine yol açar, çünkü ona göre filmin ruhunu, anlattığı öykü (aşk) değil, asıl onun grameri (orgazm) oluşturur, başka bir deyişle, kültürden çok doğa, kurgulardan ziyade güdüler.
Benim için aşk kıskançlığın eşlik ettiği şehvetten ibaretti, onun dışındaki her şey tamamen anlamsızdı.
Bir vesileyle Seligman aşkın kör olduğunu söyleyince, Joe hemen itiraz edecektir:
Hayır, hayır, daha da kötü. Aşk her şeyi mahveder, hatta daha kötüsü aşk asla istemediğin bir şeydir. Benim istediğim cinsellikti (the erotic), hatta erkeklerden beklediğim de buydu, fakat şu aptal aşk... onun ve ardından gelen onca yalanın altında kendimi ezilmiş hissettim. Cinsellik evet demekten ibarettir, oysa aşk yalanlarla sarılı en aşağılık içgüdülere hitap eder.
Aşk ile erotizm (orgazm) arasındaki bu keskin karşıtlığın, öykünün bütünlüğü üzerinden izlenebilmesi için burada birkaç küçük ayrıntıya dikkat etmek gerekir:
a.Jerôme (ki en başta adı sadece J’dir) kendi motosikletini çalıştıramaz ama Joe onu basit bir hamleyle çalıştırır. 
b.Jerôme arabasını iki taşıt arasındaki dar mesafeye park etmeyi bir türlü beceremez ama Joe onu bir hamlede o aralığa yerleştirir. 
c. Jerôme bir yahudi çöreği olan rugelach’ı çatalla yer ve fakat Joe onun, Seligman’ın önce erkekçe olmayan (unmanly), sonra da gayet kentsoylu (it’s at least bourgeois) olmakla tanımlayacağı bu hareketini ilginç biçimde efemine bir tavır olarak yorumlar. (Bu bölümde rugelach’ı eliyle yerken görünen sadece Jerôme’nin amcasıdır, yani belki de bir zamanların sinema ustaları.) 
d.Şimdi de küçük bir karşıtlık: Mekaniğe olan tüm ilgisine karşın, Joe, yine de en gerekli olduğu anda silahının mekanizmasını çalıştıramadığı için Jerôme’yi vuramaz. Ne zaman? Elbette duyguları devreye girdiği zaman!
İlk filmlerinde patalojik düzeyde gereksinim duyduğu mükemmeliyetçi dikkat ve düzenlilik, kusursuz grameri, hatta o yıllardaki mimardan çok mühendisi andıran tavrının anlatılarına kazandırdığı sıradışı hesap keskinliği, 10 yaşlarındayken kendi kamera vincini yapmayı hayal eden Von Trier’in aşk yerine orgazmı tercih edişinin hemen hemen ilk gerekçelerini oluşturur.
Erken yaşlarda mekaniğe ilgim vardı, örneğin kinetik enerji, beni her zaman büyülerdi.
Çocukluk filmlerini 8 mm’lik kamerayla çeken Von Trier, Danimarka Sinema Okulu’nda ödevlerini video kamera kullanarak hazırlar ve sadece iki filminde (Den sidste detalje 1981, Befrielsesbilleder 1982) 35 mm’lik kamera kullanma fırsatı bulabilir. Filmgruppe 16’ya katıldığı dönemde ise ilk defa 16 mm’lik kamera kullanmaya başlamış ve üç yapıtını (Orchidégartneren1977, Menthe la bıenheureuse 1979, Nocturne 1980) bu kamerayla filme almıştır. Nitekim bu alt-bölümde geçen “elektrikli süpürge” (the vacuum cleaner) simgesiyle kastedilen de işbu 16 mm’lik kamera olmalıdır.

Mekaniğe ilgisi, Trier sinemasının arkaplanını karakterize eden önemli ayrıntılardan biridir, çünkü genç yönetmen adayı, daha o yıllarda sinemada aradığını bulamadığı gibi, kendi denemeleriyle sinemanın yerleşik alışkanlıkları arasındaki karşıtlığı aşmada ciddi zorluklar yaşamaktadır. Yeni olanaklara karşın genç öğrenci girdiği bu yeni dünyada da kendisini fevkalade yalnız ve yabancı olarak hisseder. Sürekli dışlanmakta, hatta aşağılanmaktadır. Arkadaşlarının ve hocalarının dehasını takdir edemediklerini düşünür bu yüzden. Oysa tüm istediği, yeni deneyişler aracılığıyla sinema sanatına sahip olmadığı bir ruh üflemektir. Bu nedenle, o dönemde çektiği, üzerinde Carl Theodor Dreyer’in yoğun etkisi bulunan iki film Orchidégartneren ile Menthe la bienheureuse bu arayışının ilk kilometre taşları olarak kabul edilmelidir.




— Neye karşı baş kaldırmıştınız? 
— Aşk’a! 
— Aşk’a mı? 
— Kendimizi, aşkın hakim olduğu bir topluma karşı mücadele etmeye adamıştık.






Küçük ekip sözünde durmayacak ve genç adam bu okuldan mezun olmadan yine kendi yolunda tek başına yürümeyi sürdürecektir. Çünkü bir “sinema delisi” için bizatihi tutkunun kendisi (nymphomania) kalpsizlik demektir.

3.Bayan H

Yalnızlığının katmerleştiği, hatta kendisinin, sonu gelmez dışlanmalara ve küçümsenmelere varan karanlık bir dönem olarak hatırladığıDanimarka Sinema Okulu’nda (1979-1989) geçen öğrencilik yılları (yönetmenin diğer yerlerde de uygulayacağı biçimde, pek tabii ki hep bir önceki alt-bölümün sonundan itibaren) Mrs. H başlıklı üçüncü alt-bölümde ele alınır.

Bu ikinci öğrencilik teşebbüsünde (Joe’nun sekreterlik başvurusunun kabulüyle birlikte) eski sevdasıyla yeniden karşılaşır. Ne ki burada da genç öğrencinin karşısına bu sefer okul müdürüyle birlikte bazı hocaların da katılımıyla geniş bir aşıklar grubu (a larger group of lovers) çıkar ve o bildik çatışmalar katlanarak büyür. Ne ki bu dönemde küçük rahatlama kitabı (my little book of comfort) genç öğrencinin imdadına yetişecek ve ancak çok sevdiği yapraklara bakmak suretiyle teselli bulabilecektir:
Ama neyse ki yanımda rahatlama kitabım vardı. Ne zaman rahatlamaya veya huzura ihtiyacım olsa koleksiyonumu çıkarıp en sevdiğim yapraklara bakıyordum: dişbudak, titrek kavak ve ıhlamur...
Burada üç ağaç adının verildiğine dikkat edilmeli: dişbudak, titrek kavak ve ıhlamur. Kastedilen, o yıllara ait film denemelerinden üçü olmalı: Nocturne (1980), Den Sidste Detalje (1981) ve Befrielsesbilleder(1982). Ancak bu yapıtlar arasından özellikle sonuncusu, İngilizce adının taşıdığı alegorik anlam itibariyle özel bir dikkati hak ediyor: Rahatlama Görüntüleri.

Lars von Trier’in okuldan mezun olduktan sonra gönlünce yönettiği ilk ciddi sinema projesinin, dikkatlerin üzerine çekilmesini sağlayan Avrupa üçlemesi olduğu bilinir. Nitekim bu projenin ilk adımları, Forbrydelsens element (1984) ile Epidemic (1987) aracılığıyla atılmış ve bir tv yapımı olan Medea (1988) ile bazı reklam filmlerini yine bu dönemde çekmiştir. Nitekim Seligman’ın Edgar Allan Poe ile kendini yeniden tanıdığını söylemesi Epidemicte yer alan Dr. Mesmer karakterine bir atıf olarak okunabileceği gibi, Poe’nun grotesk öyküsü The Fall of the House of Usherdan yapılan (1839) alıntı da annesinin ölümüyle Von Trier’in yaşayacağı travmatik kimlik ayrışmasına (split identity) doğrudan yapılmış bir göndermedir.

Sinematografisinin en belirgin dönemeçlerinden biri olan ve Kafka’nın Amerika (1927) adlı öyküsünden etkilendiği bilinen, triolojisinin son filmi Europa (1991), ancak annesinin ölümünden sonra izleyicileriyle buluşabildiği için, Nymphomaniacda bu dönemi simgeleştiren olaylar örgüsünün işlenişi bir sonraki Delirium başlıklı 4. alt-bölüme ertelenir, çünkübu filmde, yönetmen, bir yahudinin “Beni evinde sakladı” demesiyle müttefiklerin baskısından kurtulan şirket sahibi Max Hartmann üzerinden, kısa bir süre önce varlığından haberdar olduğu biyolojik babası Fritz Michael Hartmann’a bir göndermede bulunmayı ihmal etmez.

4. Hezeyan

Babasının (gerçekte annesinin) ölümünü ele aldığı bu bölümde, Von Trier, kendi sinema arayışını melodik değil, bilakis harmonik bir çokseslilik (polyphony) simgesiyle açıklamaya çalışır. Nitekim Bach’ın, Tarkovsky’nin Solaris (1972) ve Zerkalo (1975) filmlerinde kullandığı Orgelbüchlein (1708–1717) adlı librettosundan hareketleSeligman, kendine has bilgiçlikle, bu büyük bestecinin kendi yapıtlarına Fibonacci dizisinden esinlendiği anlaşılması zor gizemli sayılar karıştırdığını, bu sayı dizisi ile Pisagor Teoremi ve Altın Oran arasında ilginç bir bağlantı bulunduğunu ve hepsinin de amacının sanat ve mimaride ilahi bir yöntembilim (a divine methodology) geliştirmek olduğunu belirtir.
Bu eserde üç ses var: Bir bas sesi, sol elle çalınan ikinci bir ses ve sağ elle çalınan ilk ses. Bunun adına cantus firmus (değişmez ezgi) denir. Hep birlikte, bu üç ses polifoniyi yaratır.
Bir sonraki bölümde yapacağı açıklamaları temellendirmek amacıyla, Joe, bu bilgiçlik gösterisini kendi öyküsü üzerine uygulamak için hemen bir fırsat olarak değerlendirir ve ilgilerindeki çeşitliliğin özünü bu vesileyle açığa vurmaktan çekinmez:
Genellikle bir nymphomaniacdoyumsuzun teki olarak görülür ve bu yüzden de birçok farklı insanla cinsel ilişkiye girer. Elbette bu doğru, ama dürüst olmam gerekirse ben bunu, tüm o farklı cinsel deneyimlerimin (sexual experiences) bir toplamı olarak görüyorum, dolayısıyla aslında benim bir tek sevgilim var.
Bir tek sevgili (only one lover), yani sadece sinema!

II. Bölüm’de de ele alınacak olduğu üzere, Von Trier, burada, farklı türlerde giriştiği denemelerin aslında sinema sanatına ilişkin bütüncül bir kavrayış (cantus firmus) geliştirme isteğini dile getirmeye çalışmaktadır. Kendisi adeta XIX. yüzyıl romanında Balzac’ın denediği ve fakat tamamlayamadığı La Comédie Humaineölçeğindeki bir genişliğeya da hiç değilse XX. yüzyılın sonlarına doğru sinemada Stanley Kubrick’in gerçekleştirmeye çalıştığı türden sinematografik çeşitliliğe ulaşma arzusu tarafından güdülüyormuş gibidir. Genç yönetmenin hep daha fazlasına ulaşma arzusu, sönmek bilmez bir ateş gibi yanar durur gönlünde.
Tutto è buano quando è eccessivo!
Pasolini’nin Salò o le 120 giornate di Sodoma (1975) adlı filminin girişindeki bu mottoda ifade edildiği gibi, “aşırıya kaçınca her şey güzeldir.”

Bu yüzden olmalı ki Joe da çaresiz hep fazlasını ister, daima fazlasını:
Belki de diğer insanlarla aramdaki tek fark benim gün doğumundan hep daha fazlasını istememdi. Güneş ufku aydınlattığında hep daha gösterişli renkler görmeyi isterdim. Belki de tek günahım buydu.
Finale doğru Seligman’ın dilinden bu tutku bir kez daha yinelenecek ama yine yanlış yorumlanacaktır:




İlk başta, tek günahının gün doğumundan hep daha fazlasını istemek olduğunu söylemiştin. Bunun anlamı da sanırım hayattan daha fazlasını istemen.






Joe öykülerini anlatırken sürekli daha fazlasını istemeye yönelik güçlü arzularından dem vurur ve işin ilginç tarafı, yaratıcı düşgücünün yıkıcı sonuçlarından şikayet ediyormuş gibi görünmekten de hoşlanır:
Etrafımdaki yıkımın sebebi arzumdu. Gittiğim her yerde. 
Her cinsel tatminimde, her orgazm yaşadığımda hep daha da fazlasını istiyordum. Bir değişiklik yapmam gerekiyordu.
Öykünün ilerleyen bölümlerinde, Lars von Trier’in sanat yaşamındaki başarısının ve bu başarıya karşılık ödediği büyük bedelin aslında hep daha fazlasını istemekten kaynaklandığı açıkça görülecektir.

5. Küçük Organ Okulu

Lars von Trier düzenli yürüyüşler imgesiyle göndermede bulunduğu düşünülebilecek olan diğer rutin denemelerinin, hatta senaryo çalışmalarının yanısıra Dimensionçekimlerini 1991’de başlatmakla kalmaz, daha da önemlisi Aalbæk Jensen ile birlikte Zentropa Entertainment’i de bu yıl kurar.

Jerôme ile evliliği, sinema sevdasının kurumsallaşmasını simgeler bu yüzden. Sonrasında doyum (orgazm) yetisini kaybetmekle sonuçlanmasına rağmen bu dönemdeki dil arayışları kendisinin yetkinliğe ulaşma çabalarının en önemli uğrağı haline gelecek, hatta birkaç yıl içinde gerçekleşen oldukça yoğun bir senaryo üretme (librettolar) evresiyle birlikte, bir sonraki bölüm bu çabaların sonuçlarının alındığı dönemi temsil edecektir.

İlk olarak 1994’te girişilen iki tv dizisi vardır: Riget I (1994) veLaerervaerelset (1994). Her ikisi de yönetmenin yapıtlarının temelinde yer alan cantus firmus’un saçaklanışının birer göstergesi olarak okunabilir. Bu nedenle sinema sevdasının (Jerôme) ortasında yer aldığı cantus firmus’un her üç simgesi de yönetmenin farklı ilgilerinin toplamı olarak yorumlanmalıdır: üç ses, üç sevgili ama hepsi de yönetmenin öz tutkusunun ürünü.

Bu önemli evreyi açımlamak için De unge årdaki sınıfta hocasıyla arasında geçen şiddetli tartışma sahnesinden yararlanılabilir.

Sinemada her sahne ve öykünün kökeninde birtakım temel öncüllerin yer aldığını söyleyen hocasına, hiçbir temel öncülün bulunmadığı, çünkü akıcı bir öykünün bulunmadığı bir film tasarlanabileceği ihtimalinden söz açar. Hayalinde bu film sadece bağımsız anlardan, bir tür doğa resimlerinden, örneğin yaprak görüntülerinden oluşmakta, bu görüntülere de herhangi bir öykü eşlik etmediğinden, doğanın doğrudan kendi öyküsünü anlatmasına izin verilmektedir.

Hocası kızgınlıkla bir örnek vermesini ister, böyle bir film var mı, diye de öfkeyle sorar, İspanyol, Rus, Alman, Çinli veya aydan inmiş birinin filmi?

Genç sinema öğrencisinin yanıtı çok ilgi çekicidir:
Belki de böyle bir film henüz yapılmamıştır.
İşte Von Trier, sanat yaşamı boyunca henüz yapılmamış olan bu filmi yapmanın peşinde olacak, bu arayışının bedeli olarak da evliliği nedeniyle sadece doyum yetisini (orgazm) kaybetmekle kalmayacak, ayrıca bu evlilikten sezeryan yoluyla bir de çocuk (Dogma 95) dünyaya gelecektir.

6. Doğu ve Batı Kilisesi (Sessiz Ördek)
Bu öyküde Roma’nın doğusuna seyahat ederek aydınlığa kavuşma yok, aksine tam zıddını göreceksin!
Yönetmen izleyicilerini, bu replikle Nymphomaniacın en etkilisahnelerinin yer aldığı6.alt-bölüm’e bu çarpıcı bildirim aracılığıyla hazırlar ve o bölüme gelindiğinde yukarıdaki ifadenin şu şekilde açımlandığı görülür:
Batı Kilisesi dert kilisesidir, Doğu Kilisesi ise derman kilisesi. Roma’nın doğusuna doğru zihinsel bir yolculuk yaptığını hayal edersen, suçluluk ve acıdan uzaklaşıp sevinç ve aydınlığa kavuştuğunu hissedersin.
Değişmez ilkedir, ışık doğudan gelir (ex oriente lux), ama daima doğudan, aydınlığın yurdundan.

Lakin hangi doğudan?

Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi arasındaki bu karşılaştırma aracılığıyla kendi sinema deneyimi ile Tarkovsky’nin sinema deneyimi arasındaki ayrımın köklerine işaret etme olanağı bulan yönetmen, bu vesileyle, kendi sinema dilini inşa ederken, Katolik Kilisesi tarafından kurumsallaştırılmış bulunan kişisel itiraf geleneğine yaslanmak zorunda kalışının gerekçesini de izleyicilerine hatırlatmış olur, çünkü Ortodoks Kilisesi bu âdeti uygulanagelen haliyle açıkça yadsımış, sadece, Tevrat’ta da karşılığını bulan (Levililer, 16: 21) Kefaret Günü’ndeki toplu ve alenî dua geleneğini sürdürmekle yetinmiştir.

Aradaki fark, fark-ı azimdir. İlki bir confessionalde bir rahiple ya da kendi kendine konuşmak gibidir, ikincisi toplum önünde söylev vermek gibi. Nitekim iki kilise arasındaki karşıtlığı vurgulamak amacıyla, sahnenin başında, duvara asılı, kucağında yavrusu İsa’yla görülen Meryem (Maestà) tablosundan yararlanmakta tereddüt gösterilmeyecektir:
Bu başarılı bir kopya, hemen hemen Rublev tarzında. İkonalar genellikle Doğu Kilisesi ile bağlantılı.
7. alt-bölüm’ün başlığıyla Zerkalo(1975) adlı filmine yapılan bir ikinci göndermeyle desteklenecek olmasının yanısıra, Tarkovsky’nin Andrei Rublev(1966) adlı filmine yapılan bu atıfla birlikte ikona türünün tasvir ettiği kadar uzak durduğu temaların da altı çizilmiştir:






Bu tipik Doğu Kilisesi’ne özgü bir ikona. Çoğunlukla Meryem Ana ile çocuk İsa’yı betimler. Batı Kilisesi’nde daha yaygın olarak kullanılan çarmıha gerilme (crucifixion) sahnesi ise bu yapıtlarda nadiren yer alır.







İkilik çok açıktır. Zahirde bir dinin iki farklı yorumu sadece birbirine karşıt iki farklı yaşam biçimi veya iki farklı insan tipi ortaya çıkarmakla kalmamakta, aynı zamanda iki farklı sanat anlayışının oluşmasına da yol açmaktadır. İlki şiddet, dolayısıyla acı, çile ve ıstırap yüklüdür, diğeriyse şefkat, dolayısıyla sevinç, neş’e ve esenlik. İlki tam bir derttir (bilinçdışı), ikincisiyse derman (bilinç). Başka bir deyişle bir tarafta crucifixion(orgazm), yani yeryüzüne ayak basmanın, duyular dünyasına inmenin bedeli olan çarmıha gerilme, diğer taraftaysa transfiguration (aşk), yani miraca çıkma, göğe yükselme ve ebediyetin ilahi ışığı tarafından aydınlanma.

Bu ayrımı sağlıklı yorumlayabilmek için Seligman’ın 2. alt-bölüm’de geçen şu sözleri hatırlanmalı:
Hikayen sanki Doğu Kilisesi’nin en kutsal pasajlarından biri olan İsa’nın dağdaki miracının (transfiguration) kâfirce bir tekrarı gibi.
Belki burada İsa’nın Miracı’nın sonuçlarının ne olduğu akla gelebilir, hiç beklemeden bu sorunun da yanıtı verilecektir:









Bu hadise gerçekleştiğinde İsa’nın yanındakiler (the humanity of Christ)ebediyetin ilahi ışığı tarafından aydınlanmıştı.









İsa’nın yanındakiler, yani başı göğe ermiş sinema sektörü (msl. Hollywood) tarafından ısrarla talep ettikleri esenliğin kendilerine verildiği mutlu sinema izleyicileri.

Artık Doğu Kilise’sini sembolize eden transfigurationa (aşk) karşılık Batı Kilisesi’ni karakterize eden crucifixionun (orgazm) nasıl yorumlandığını görebilecek durumdayız:











— Batı Kilisesi konusunda üsteleyen sendin, öyle değil mi? Oysa hatırladığım kadarıyla çarmıha gerilme olgusuna yönelik sistematik yaklaşımın özünde doğrudan şiddet bulunur, hatta sadistçe bir doğası vardır. 

— Elbette, İsa’nın çilesi zaten bütünüyle sistematik bir şiddet içerir.











Ne ironi ama! Her iki yorumcu, hem de tam birbirlerini onaylıyor göründükleri noktada ustaca birbirlerinden yüz çevirmeyi başarıyorlar. Joe, şiddeti, çarmıha gerilmeye ilişkin resmî açıklamalarda (thesystematic approach to the Crucifixion) teşhis ederken, Seligman, beklenildiği üzere, bu şiddeti çile’nin özünden (the Passion of Christ)devşirmeyi tercih ediyor. Bu da iki tarafın temsil ettikleri anlam dünyasının karşıtlığını açıklamak bakımından doğal karşılanmalı.

Seligman (blessed man) ile Joe arasındaki temel çelişkiyi sadece Batı Kilisesi ile Doğu Kilisesi arasındaki açık karşıtlıklarla sınırlamanın, yorumun ufkunu daraltmak anlamına geleceği kesindir, yanısıra Seligman’ın yahudiliğine atıfla yönetmenin kendi kişisel özgeçmişi üzerinden yaşamdan uzak entelektüel gettolarında kendilerince ahkam kesen bilgiçler ordusuna yönelik cevap hakkını kullandığı da dikkate alınmalıdır.
Cinsellik insanın içindeki en büyük güç. Yasak bir cinsel eğilimle doğmak çok ıstırap verici (agonizing)olmalı!
Batı Kilisesi’ni karakterize eden iki nitelikten biri olan, taşınması güç suçluluk duygusu, başka bir nedenden değil, doğrudan ilk günah’tan kaynaklanır, peccatum originaleden. Bu yüzdendir ki suçluluk (guilt) ve acı (pain) bir yana düşer, sevinç (joy) ve aydınlık (light) öte yana.

İnsanın dünyaya düşüşünün nedeni olduğuna inanılan ilk ve aslî günahın yol açtığı suçluluk duygusu, yani bir arzu nesnesi olarak ‘elma’ya, ancak cinsellikte kökünü bulan bilinçdışına “el uzatmış” olmak, çarmıha gerilme gibi ağır şiddetle yüklü bir deneyimi haklılaştırmakla kalmayıp onu özünde bir sağaltıma, bir arınma biçimine de dönüştürür. Öyle ya, Batı’da, Roma’nın semalarını karartan o kesif bulutların altında nefes alıp veren hangi gerçek sanatçı bu suçun yükünü üstlenmekten kaçınabilir? Kendi öz doğasından? Yazgısından?

Kaçınamaz, bu yüzden de ister istemez kaderine boyun eğmek zorunda kalıp tıpkı sırtında haçıyla birlikte Hz. İsa’nın yürüdüğü gibi via dolorosayı acılar içinde adım adım geçerek çarmıha gerileceği meş’um Golgota tepesine tırmanmak zorunda kalır.

Dişil bir yolculuktur bu! Bu yüzden olmalı ki kendi ruhunu kadınlık üzerinden daha iyi ifade ettiğine inanan Von Trier’inİsa imgesini de bu nedenle hep protagonist kadınlar yüklenir: Bess McNeill (Emily Watson), Selma Jezkova (Björk), Grace Margaret Mulligan (Nicole Kidman), Karen(Bodil Jørgensen), Justine (Kirsten Dunst), She veya Joe (Charlotte Gainsbourg), ama hep kadınlar, acı çeken kadınlar, daima kaybeden kadınlar.

Von Trier’in dişi İsa’larının ruhunu iyi tanıyabilmek için, Nine 1/2 Weeks (1978) öyküsünün hem yazarı, hem kahramanı Elizabeth McNeill’in, Adrian Lyne’in Nine 1/2 Weeks (1986) filminde büründüğü Elizabeth(Kim Basinger) karakterine değil, asıl kendisinin Breaking the Waves (1996)filminde yeniden yarattığı ve yorumladığı Bess McNeill (Emily Watson) karakterine atf-ı nazar eylemeli! İlki zorunluluğun pençesinde kıvranır ve fakat ikincisi eninde sonunda kendi iradesiyle ölümü seçer. Ölümü, hep ölümü, yani özgürlüğü. Kısacası asıl suçlu ‘hepimiz’ değil, sadece bir kısmımız, yani yasak meyvenin hazzına karşı koyamayanlar. Kaybedenler ve daima kaybedecek olanlar.

Elma belki yenilebilir ama asla bilinemez. Tekilin alanına (bilinçdışına) el atmanın bedeli bu yüzden sadece kaybetmek değildir, aynı zamanda kaybolmaktır.

İmdi, Lars von Trier’in yaratıcı muhayyilesinin en kalıcı ürünlerini verdiği bu dönem artık uzun bir listeyle belgelenebilecek durumdadır:
Breaking the Waves (1996), Riget II(dizi, 1997), Idioterne (1998), D-Dag Lise(tv filmi, 2000),D-Dag(tv filmi, 2000), Dancer in the Dark (2000), D-dag - Den færdige film (tv filmi, 2001), Dogville(2003), De fem benspænd (belgesel, 2003), Dogville: The Pilot (video short, 2003),Manderlay (2005), The Boss of It All (2006), To Each His Own Cinema (2007),Antichrist(2009), Dimension 1991-2024(video short, 2010), Melancholia(2011)
Bu uzun evrede yazdığı senaryolar da hiç az sayılmaz:
Marathon (dizi, 1996),De udstillede(belgesel, 2000), Dear Wendy(film, 2004), Klovn(dizi, 2005), Erik Nietzsche (belgesel-film, 2007)
Bazı ayrıntıları zorunlu olarak ihmal etmekle birlikte genel bir yorum çerçevesi ortaya çıkmış olduğundan, böylelikle artık öyküde yer alan bazı atıflar da çözümlenebilir hale gelir:

a. Jerôme’nin Joe’ya başkalarıyla birlikte olabileceğine yönelik teklifi bu dönemin ilk filmine (Breaking the Waves, 1996)...

b. Joe’nun sezeryan doğum yaparken aletlerden gelen sesleri ilk öğrencilik yıllarındaki küçük ekibe (Filmgruppe 16) benzetmesi ve o sırada korkudan çok tiksinti duyduğunu açıkladığı sezeryan tecrübesi sırasında bebeğini gülerken gördüğüne yemin etmesi, hatta çocuğun adını Mars’tan (Lars-Mars) aldığını söylemesi Dogma 95’in ikinci önemli filmine (Idioterne, 1998)...

c. Elinde Beethoven’ın Für Elise (1810) notalarının bulunduğu piyano öğretmeni figürüyle Haneke’nin The Piano Teacher (2001) filmi üzerinden bu dönemde çektiği tek müzikale (Dancer in the Dark,2000) ve dolayısıyla “8 bujide 8 buji kablosu bulunan 8-silindirli araba”yla da bu esnada sahip olduğu zengin çekim olanaklarına...

d. En nihayet iki zenciyle hiç konuşmaksızın birlikte olma isteğinin yanısıra negro ve demokrasi tartışmaları ise Amerika üçlemesinin iki filmine (Dogville, 2003ile Manderlay, 2005)...


e.Just Jaeckin’in Histoir d’O (1975) adlı filminden alınmış imgelerle tasvir edilen sado-mazoşist terapi döneminin sonunda orgazmını yeniden kazanması ile annelik görevlerini yerine getiremediği için çocuğunu sonradan babasına terketmesi eşzamanlı olarak gerçekleştiğinden, balkona çıkan çocuk sahnesinin de iyileşme döneminin başlangıcına (Antichrist, 2009) yapılmış ironik göndermeler olarak okunabilir.

7-8. Ayna & Silah

Sinemada kendi yolunu bulduğu ve o güçlü doyum yetisine (orgazm) yeniden kavuşarak kendisinin farklı ve biricik oluşunu kabullendiği ve kimsenin kınamasına aldırmadan yoluna kendi tarzında devam etmek niyetini ilan ettiği yeni dönemine,Lars von Trier, Antichrist ve Melancholia ile giriş yapacak ve öyküsünü, en nihayet, bir planım var ve buna asla inanmayacaksınız (anlamayacaksınız), demekten kendisini alamadığı Nymphomaniac ile zirveye taşıyarak retrospektifini tamamlamayı başaracaktır.

7. ve 8. alt-bölüm işte bu özgüven ilanının öyküsüdür, adeta bir ültimatom’un öyküsü.

Muhtemelen Antichristsonrasında gelen eleştiriler karşısında yaşadığı rahatsızlıkları aşmasının ardından, ki bu evreye Mozart’ın Requiemi eşlik eder, Joe bir toplu terapi seansında kendinden emin biçimde aynı hastalıktan muzdarib yoldaşlarına (meslektaşlarına) “sevgili herkes” (dear everyone) diye seslenmeyi tercih eder ve kendisinin onlar gibi olmadığını tek tek ve açıkça yüzlerine haykırmaktan çekinmez.




Ancak şimdi hiçbir şekilde birbirimize benzemediğimizi ve asla benzemeyeceğimizi anlıyorum.






Onlar gibi olmayışının nedenini ise şöyle açıklar:
Çünkü siz sadece toplumun ahlak zabıtasısınız ve göreviniz de yeryüzü sathından benim açık saçıklığımı kaldırmak suretiyle burjuvazinin iğrenmesini engellemek.
Onlar gibi olmadığı açıktır, çünkü o kesinlikle iflah olmaz bir “sinema delisi”dir, gerçek bir nymphomaniac!
Ben sizin gibi değilim. Ben bir nemfomanyağım ve böyle olduğum için kendimi seviyorum.
Bu kararı verince sokaktaki arabaları yakmaktan kaçınmayacaktır elbette, her ne kadar Seligman şaşırıp “yanan araba” kısmını anlamamış olsa bile. Oysa Joe’nun görevleri içinde başkalarının arabalarını yakmak da vardır, pekala huzurlarını kaçırmak da. Sanatçının daha çok kendi içsel deneyimlerini paylaştığı orgazm (crucifixion) sinemasının gereğidir bu, ama asla aşk (transfiguration) sinemasının değil, vaaz sinemasının, mutlu insanlar ülkesinin.

Bu şiddetli karşıtlık içerisinde, tıpkı Joe gibi aynı yükü taşıyan ve yine kendisi gibi cinsel olarak dışlanan pedofil sahnesinin Carl Theodor Dreyer’e bir arz-ı şükran jesti olup olmadığını düşünmeden edemiyor insan. Sanat hayatı boyunca Von Trier’in neredeyse enîs-i ruhu (ruh ikizi) gibi gördüğü bir yönetmene. 10 yaşındayken La passion de Jeanne d’Arc görüntülerinden yararlanarak oluşturduğu ilk filminin gizli kahramanına. Hakkında şu sözleri söyleyebildiği tek sinema ustasına:
Ona saygı duyuyorum, çünkü yaşadığı zamanın düşüncelerine uygun filmler yapmadı. Asilere hep saygı duymuşumdur ve bence o tam bir asiydi. İnsanların önyargıları yüzünden çok acı çekti.
Böylesi Seligmanca gerekçelere yaslanmak, yorumcunun bir ormanda üzerinden geçmeyi en son isteyebileceği çürük tahta köprüler gibidir, bu yüzden de kesin yargılardan kaçınılmalı! Öyle ya, kimbilir belki de bu arz-ı şükran, tıpkı kendisi gibi acı çeken ama bu farklılıklarını ifade etme olanağı bulamayan aykırı izleyicilerine yönelik yönetmenin kendi sıradışılığını sürdürmeye kararlı oluşunu imleme amaçlı bir jestten ibarettir, bilemiyoruz. Nitekim Dogma 95’in ilk filminin (Festen, 1998) yönetmeni olan Thomas Vinterberg’in çektiği ve fakat Lars von Trier’in senaryosunu yazdığı Dear Wendy (2004) filmine dolaylı atıflarla örülü son bölüm, aslında tepedeki yaralı ağaç gibi tüm inatçılığını, gücünü ve erkeksi saldırganlığını (masculine aggression) yeniden kazanmak istese de gerçekte bunun olanaklı olmadığını bilen Joe’nun trajedisine odaklanmaktan çok, kendisini heyecanlandırmadığı için onun edepsiz öyküleriyle bir bağlantı kuramayan, yaşamı boyunca hiçbir kadınla birleşmemiş (yaratıcı düşgücünün sıkıntılarını tatmamış) olan ve insan doğasının kendine has derinliklerini ancak Canterbury Hikayeleri, Decameron, Binbir Gece Masalları gibi kitaplar üzerinden takip etmiş bulunan Seligman’ın trajedisini anlatır. Bir cahilin değil, bir gafilin trajedisini.

Pir Sultan Abdal gibi, şu ellerin taşı bana hiç değmez / ille de dostun bir tek gülü yareler beni dizelerini hatırlatacak bir finalle son bulan film boyunca,Seligman’ın bir türlü anlamadığı, anlayamadığı, buna karşın Joe’nun dile getirmekten usanmadığı en temel çelişki, asla peşini bırakmayacak olan yaşamak günahını işlemiş olanlara has suçluluk duygusudur.Joe ne kadar sembolikse, Seligman da o kadar alegoriktir, dolayısıyla ironik.

İki karşıt figür anlaşamazlar, çünkü tüm iyi niyetine ve hatta güçlü entelektüel birikimine karşın Seligman’ın Joe’yu anlamasını engelleyen tarafı bir tek yetersizliği değildir, aynı zamanda yeteneksizliğidir de. Tarkovsky’nin Puşkin’e atıfla Andrei Rublevde (1966) işlediği, Tanrı’nın kendisine bir şaheseri anlama ızdırabı verdiği ama yaratma yeteneği vermediği Kirill (Salieri) karakterinden daha vahim durumdadır Seligman. Hiç anlama ızdırabı çekmez, bütün yaptığı sadece açıklamaktır. Nitekim öykünün başından itibaren bu açık gerçek sürekli vurgulanır:
— Konuşmak ister misin? 
— Anlayamazsın.

Bu kadarla kalınmaz, acı hakikat bir kez daha teyid edilir:
— Bu kendinden nefret etme olayını hiç anlamıyorum. 
— Ben de öyle demiştim, anlayamazsın.
Anlayamaz, çünkü inanmaz, inanmadığı için de dinler, duyar ama bir türlü duyumsayamaz, bu durumda Joe’nun tüm çabaları da ister istemez karşılıksız kalır.
Sence bir öykünün kendisinden en iyi şekilde nasıl yararlanabilirsin, inanarak mı, inanmayarak mı?
Bu savunma, aslında muhatabına, öyküsünü anlamak istiyorsa şayet, aklını değil sezgilerini kullanması gerektiğini söyler. Kendisinden beklenen önce inanmaktır, sonra açıklamayı denemek. Tırnaklarını keserken hep sol elinden başlayan bu sağduyu numunesi zavallı adamın elinde değildir, daima inanma güçlüğü çeker, hissetme güçlüğü, bu yüzden de olup bitenleri sürekli açıklar, biteviye açıklar ama anlamaz, tıpkı akıl ve mantık gibi, açıklanamayacak olana hürmet etmeyi de beceremez. Susmayı.
— Şimdi bana makul bir açıklama yapacak mısın, yoksa bekleyelim mi? 
— Sana açıklama yapamam, hele hele makul bir açıklama hiç yapamam.
Bu yönüyle sözde sanat eleştirmenlerinden bir farkı yoktur Seligman’ın. Deneyimleyemediği hakikatler hakkında konuşmaktan, passionun ikili anlamını, yani çile ile tutku arasındaki zorunlu ilişkinin yaratıcı yönünü kavramaktan aciz olduğu halde gelişigüzel yorumlar yapmaktan, hatta karşısındaki sanat eserinin ardında saklı o irkiltici ve yıkıcı itiraf sürecini de, onun olumsuz sonuçlarını da kendince aklamaktan hiç vazgeçmez, üstelik bu kadarla yetinmeyip hastasını sağaltmaya çalışan bir sanat hekimi gibi davranır ama ne koyduğu teşhislerin ne de yazdığı reçetelerin, Hegel’in de ustalıkla işaret ettiği gibi, herhangi bir etkisi olur.
Sanat hekimlerinin (diese Ärzte der Kunst) sanatı tedavi etmek için yazdıkları reçeteler, insanı sağlığına kavuşturmak için sıradan hekimlerin yazdıklarından bile daha az güvenilirdir.
Kendi gerçekliğiyle yüzleşmeyi ve bu yüzleşmenin ağır bedeline katlanmayı göze alamayan kimselerin asla teşebbüs edemeyecekleri denli ağır bir ödevdir itiraf. Hele hele bir de sanat sözkonusu ise, bu sefer bir tür tanrısal bedenlenişin kefareti haline gelir. Düşlem yetisinin yani. Muhayyilenin. Bu yüzden de eleştirmenlerini umursamaması doğal karşılanmalıdır.

Bu bölümü, sanırım, Jack Stevenson’ın, bu öykünün iyi bir özeti sayılabilecek 2002 tarihli şu saptamasıyla sonlandırabiliriz:
[Lars von Trier] tam anlamıyla insan olmak denilen o ender bulunan niteliğe sahiptir ve kendi çelişen yönlerini inceleyip içindeki bölünmüş parçalarla uğraşmaktan asla vazgeçmeyen birisidir. Sonunda her şey biraraya gelir: geçmiş, bugün, gelecek; çocukluk, ergenlik, yetişkinlik; ticaret, sanat, özel hayat ve hepsine bir bütün olarak bakmak zorunda kalırız. Ve siz onu ‘anlamıyorsunuz’, ona ne bundan? Size bütün hayatını bir sanat eseri olarak sunmaktadır.
Gözlerini Kapamazsan Göremezsin!

Bir sanat ve edebiyat yapıtı karşısında verilecek en sıradan tepki, yapıtı bizatihi saçmalık ile tanımlamak olmalı, çünkü saçmalık suçlaması her halukarda refleksif bir karakter taşır, yani dönüp dolanır muhatabın öznel kavrayışla ilgili bir düzeyi imlemekle sonuçlanır. Anlamadım, demektir kısaca, yani bir türlü kendimle yapıt arasında bağ kurmayı başaramadım.

Saldırıya uğramış gibi hissederler böyleleri, öfkelenirler, suçlarlar, olmazsa, küçümserler, burun kıvırırlar. Doğrusu pek haksız da sayılmazlar. Anlamamak değil, asıl anlamadığını anlamaktır çünkü acı verici olan. Bu kadarla kalınsa iyi, hemen karşı saldırıya geçilir ve sanat yapıtının muhatabından beklediği kuş ürkekliği kıvamındaki özenin kendisinden her esirgenişinde ne oluyorsa yine o olur: sanat karşısında yorumsama bir çırpıda haysiyet cellatlığına dönüşüverir. Bu nedenle kamu sözcüleri ilkin farklılıkları yadsımak amacıyla değil sadece, özgürlükleri budamak maksadıyla da saçmalık suçlamasına başvururlar, sonra da bekleneceği üzere, ahlakdışılık ithamına. Asıl yıkıcı olanı bu ikincisidir, eleştiri bilinç alanından hemen davranış alanına çekilmiş, yadsıma ise karalamayla yer değiştirmiştir, karalama ise, pek tabii ki yasaklarla. Oysa ahlak’ın özünü, insanın, kendisine dayatılmış olana boyun eğip istemdışına yaslanışı değil, aksine, kendi istemiyle ve kendi seçimlerinin gereğince yapabildiği eylemler oluşturur. Sanata kendi adabını kazandıran da, bu gerekçeyle sanatçıların bir süreliğine toplumdışına itilmelerinin temel nedeni de budur.

Sanat kendi âdabına (kurallarına), sanatçıysa kendi ahlakına (içsel yasalarına) bağlıdır, çünkü her ikisi de kendi amaçlarını kendi içlerinde taşırlar ve başkaları için (für sich/lizatihi) değil, sadece kendileri için (an sich/bizatihi) vardırlar, dolayısıyla Hegel’in de işaret ettiği üzere, eğitim, arındırma, sağaltım, maddi kazanç, ün ve onur için çabalama gibi başkaca amaçlar zaten sanat eserinin kendisini ilgilendirmez, üstelik sanat eseri kavramını da belirlemez. Yorumun nesnesinden çok, yorumcunun öznelliğinden türerler çünkü.

Anımsanacak olursa, Ingmar Bergman’ın Personası (1966) kendiliğin aynı anda iki insanda varolup olamayacağı sorununa odaklanıyordu, sıradan bir kişilik ile tutkusu uğruna yanan bir sanatçı çelişkisine. Öyle ki ilki hep aydınlıktadır, diğeri karanlıkta, hangisi öne çıkarsa hep o konuşur, diğerinin payına ise sadece susmak düşer. Dengede olmaları çok güçtür, birinin varlığı diğerinin yokluğuna yol açar, hem hem de biçiminde değil, çaresiz hep ya ya da biçiminde varolabilirler, adeta bir bedende iki karşıt ruh olarak. Bütünleşmeyi başarmaları hiç değilse dehadüzeyinde düşünülemez, bu nedenle yüksek sanat sözkonusu olduğunda ikincil amaçlar asla umursanabilir bir nitelik kazanamazlar.

Biz ki çöl nesliyiz. Biz, yani daha özgür, daha eşit bir dünyayı düşlemeden yaşamayı beceremeyen yetimler. Çaresiz bir yandan özgürlüğün ve eşitliğin vahasına ulaşıncaya değin çölde başıboş dolaşıyoruz, öte yandan kum taneciklerinin arasında hakikati aramaktan bir türlü vazgeçemiyoruz. Sinemayı da ister istemez bu yoksunluklar içinde konuşuyoruz.

O halde kim bağışlanmak istiyorsa önce bağışlamayı öğrenmeli ve bu yazıda çözümlemeye konu olan görünüşün (zahir’in) çıplaklığından evvel bâtın’ı çözümlemenin zorunlu çıplaklığına hürmet edecek âlicenaplığı göstermeli, çünkü zaman zaman Seligmanca bir üslubun gölgesinde kalmak pahasına da olsa, hatta göndermelerin ve gerekçelerinin çoğu zikredilmeyip hususen bir kenarda bırakılmış da bulunsa, yine de bu kıvamıyla bile yazımda pornografik biçemin tercih edilmesi, zahirde bir “erkek delisi” üzerinden kurgulanan nymphomaniac anlatısının gerçekte bir “sinema delisi”nin retrospektifi olduğunu öne süren bu uzun çözümlemenin son tahlilde yönetmenin en başından itibaren kendi simgesel anlatısına oldukça ‘uzun’ ve o denli de ‘ahlaki’ bir ders niteliği kazandırmasının yükünü taşıdığı söylenebilir.

Nyphomaniacpornografik bir film değil, bilakis örtündükçe örtünen sembolik bir yapıya sahip, o nedenle de alegorik metinler gibi tefsir(commentary) değil, sembolik metinler gibi tevil(hermeneutik) edilmek zorunda. İsteksizce de olsa hakikatine işaretle giysilerini üzerinden çıkarmaya cüret etmemizin bir nedeni de işbu zorunluluk zaten. Tamıtamına sevimsiz bir ödev. Kalemin günahı. Düşünmenin kefareti. Yorumsamanın nesnesi bir retrospektif olunca, belki bu günah bağışlanabilir, aksi takdirde, ehlince malum olduğu üzere, felsefede de, sanatta da simgeleri böylesine açık kılmanın kefareti kolay kolay ödenemez. İtiraf kadar hakikati ifşa da suçtur çünkü.

Bilinç (akıl) bir sınır, sonlunun sonsuz hareketi, buna mukabil bilinçdışı (günah) sonsuzluğun sonludaki tezahürü. Sembolik anlatım işbu sonsuzluğu dile getirirken bilgimizi genişletmeyi amaçlar, analitik değil sentetiktir, tümüyle icad etmektir, çünkü muhatabına bilinende bilinmeyeni keşfetme seçeneği sunar, hep bir ötesi vardır, daima kavranılması güç bir öte, ötelerin ötesi. Oysa alegorik anlatım bilinenden hareketle hep yine başka bir bilineni kavratmakla yetinir ve çaresiz kendisini, bilgiyi değil, sadece malumatı genişletmekle sınırlandırır. Bu yüzdendir ki Orgelbüchlein librettosundan duyulan ve sana sesleniyorum ey tanrım/lütfen duy yakarışımı/rahmetini esirgeme şimdi/beni umutsuzluğa düçar etmeşeklindeki sözlere eşlik eden Bach’ın o iç burkultucu çığlığı,kimsenin kuşkusu olmasın kisanat kadar felsefenin de bağrında yankılanır: doğru yola, tanrım,çünküsen istedin beni iletmeyi/senin arzunca yaşamayı/çevremdekilere yararlı olmayı/sözünü korumayı.

Bu yakarış, Nymphomaniacın girişinde işitilen Rammstein’a ait Führe Mich (Al Götür Beni) adlı parçada da dile gelir: birbirimizi tanımalıyız/tek beden iki isim/hiçbir şey bizi ayıramaz/tohumda tek ikiz...iki ruha biçilen tek bir ten... iki resim tek çerçeve/yek vücut amma iki isimle/iki fitil bir mum/iki ruh bir kalpte/al götür beni, sakın beni!

Kendisine yakarılan sadece yol göstermekle yetinmemeli bu yüzden, elinden tutup onu kendi yoluna götürmelidir de.









Her yakarışta yakaran ile yakarılan arasındaki zalimce mesafenin çoklarına uzak, hem de çok uzak göründüğünü bilenlerdenim, o nedenle ısrarcı olmayacağım, ama yine de unutulmamalı ki tamamen halis bir kuruntunun eseridir bu uzaklık!











İnsan, ne tuhaftır ki gövdesiyle ruhunu birleştirmek için her çırpınışında bu uzaklığın azaldığını ve tam da çarmıhın tepesinde kemiklerinin çatırdadığını hissetmişken mesafenin tümüyle yok olduğunu farkediverir. O an geldiğinde duyulan sadece sessizliktir, tanımlanamaz bir huzur ve sükun, ancak hiçliğin zirvelerinde duyumsanabilen varlığın pürüzsüz şefkatli eli.

VE derken, esen hafif bir meltemin eşliğinde duyulan yaprakların hışırtısı, belki üzerine mürekkep damlalarının izler bıraktığı defter yapraklarının, belki de akıp giden bir film şeridinin karelerine dönüşüveren senaryo yapraklarının, ama hep yaprakların hışırtısı. Hakikate uzak kulakları rahatsız eden, nâdanı çıldırtan bir kımıltının hışırtısı. Felsefenin ve sanatın sonsuzlukta yankılanan o bitmek bilmez hışırtısı.



NYMPHOMANIAC İÇİN BİR KRONOLOJİ TASLAĞI


I. BÖLÜM (1956-1995)
1.Usta Oltacı (1956-1976)
Turan Til Squashland (1967), Nat, skat(1968), En røvsyg oplevelse, (1969), Et skakspil (1969), Hvorfor flygte fra det du ved du ikke kan flygte fra? Fordi du er en kujon (1970), En blomst (1971) 
Thomas Winding, Hemmelig Sommer (1969) oyunculuk

2.Jerôme(1976-1979)
Kopenhang Üniversitesi Sinema Bölümü, Filmgruppe 16:Orchidégartneren (1977), Menthe la bienheureuse (1979)

3. Bayan H(1979-1989)
Danimarka Sinema Okulu, videolar: Produktion I (1979), Produktion II (1979), Videoøvelse: Monolog (1979/80), Videoøvelse: Dialog (1979/80), Lars & Oles  Danmarkfilm (1979/80), Produktion III: Marsjas Andan Rejse (1980), Produktion IV: Historien Om De Ægtemænd Med Alt  For Unge Koner (1980),  Dokumentarøvelse: Lolita(1980). 
Danimarka Sinema Okulu, filmler: Nocturne (1980), Den sidste detalje (1981), Befrielsesbilleder(1982) 
Mezuniyet sonrası: The Element of Crime (1984),  Epidemic (1987), Medea (TV Filmi, 1988) ve reklam filmleri...
4. Hezeyan (1989-1991)
Europa (1991)
5. Küçük Organ Okulu (1991-1996)
Peter Aalbæk Jensen ile birlikte Zentropa Entertainment’inkuruluşu (1991) 
Dimension 1991-2024çekimlerinin başlaması (1991)Riget I (Dizi, 1994) ,Laerervaerelset (Dizi, 1994)
II. BÖLÜM (1995-2013)

6. Doğu ve Batı Kilisesi (Sessiz Ördek)(1996-2011)
Breaking the Waves (1996), Riget II (Dizi, 1997), Idioterne (1998), D-Dag Lise (TV Filmi, 2000),D-Dag (TV Filmi, 2000), Dancer in the Dark(2000), D-dag - Den færdige film (TV Filmi, 2001),  Dogville (2003),De fem benspænd(Belgesel, 2003), Dogville: The Pilot (video short, 2003),Manderlay (2005), The Boss of It All(2006), To Each His Own Cinema (2007),Antichrist (2009), Dimension 1991-2024 (video short, 2010), Melancholia (2011) 
Senaryo: Marathon(Dizi, 1996), De udstillede (Belgesel, 2000), Dear Wendy (Film, 2004), Klovn (Dizi, 2005), De unge år: Erik Nietzsche sagaen del I (Film, 2007)
7-8. Ayna & Silah(2012-2013)
Nymphomaniac I-II(2013)


HANIM HANIM, BURADA KIYAMETLER KOPUYOR

$
0
0

24 Eylül 2005








Ferid Kam dinsever miydi?








Bu soru, Ferid Kam'ı (öl. 1944) eserlerinden tanıyanlara tamamen mânâsız gelecektir, hem de Mehmed Akif dindar mıydı, suali kadar abes ve mânâsız. Oysa talebelerinden Agâh Sırrı Levend (öl.1978) 1946'da bizzat bu soruyu sormuş ve ardından da şöyle demiştir:

Bu soru, Üstad'ı tanıyanlarca çok defa tekrarlanmıştır. Bütün meselelerde olduğu gibi, din bahsinde de serbest düşünceli olan Üstad'ın dinî yazılarını okuyanlar, konuştukları ile yazdıkları arasında aykırılık bularak böyle bir soruda bulunmakta kendilerini haklı görebilirler. (s. 26)






Çok iyi bildiği Arapça ve Farsça aracılığıyla İslâm düşüncesinin üç ana damarında (Kelâm, Felsefe, Tasavvuf) derin tedkiklerde bulunmuş olan Ferid Kam, ki medrese ilimlerinden icazetlidir, Fransızcası aracılığıyla da modern Batı düşüncesini kendi kaynaklarından incelemiş ve muhtelif felsefe çevirileri de neşretmiştir. Nitekim çevirileri bir yana, Kam'ın telif eserlerine vâkıf olanlar, kendisinin vukufiyet ve salâhiyetini takdir etmekte zorlanmazlar.





Gençliğinde Kelâm ilimleriyle meşgul olan Kam, daha sonra tasavvuf vadisine adım atar, ardından da felsefe okumaya başlar. İşte bu sıralardadır ki büyük bir fikir buhranı geçirir:





O zaman kafasının içinde kopan fırtına ile benliğinin sarsıldığını, manevî varlığının bir uçuruma kaymakta olduğunu duydu. Bu, onun fikir hayatının ilk ve en kuvvetli buhranı idi. Bu buhran zamanlarında anlayışı bunalmış ve sinirleri bozulmuş bir halde eşine koştuğu ve kafasını göstererek, Hanım! Burada kıyametler kopuyor, korkuyorum, korkuyorum... diye bağırdığı olurmuş. (s. 20)





Ferid Kam'ın, tıpkı dostu Akif gibi, bir Mesnevîâşığı olduğu gayet iyi bilinir. Nitekim çeşitli tekkelere gidip muhtelif şeyhlerden el almakla birlikte hiçbirinde aradığını bulamamış ve en nihayet imdadına Mesnevî-i Şerif yetişmiştir. Fakat kişinin mizacı, yazgısını tayin eder gibidir. Ferid Kam'ın kuşkuculuğu sadece tefekkürünün değil, mizacının da eseridir:

Hakikatte Ferid Kam'ın bu kadar olgunluğuyla  beraber kendini bir çocuk haline koyan, hatta bazı kere deli eden zayıf bir tarafı vardır: vehmi ve şüpheciliği. Gerçekten vehim onda bir hastalık, hatta delilik halindedir. (s. 37)

En çok sevdiği, en çok sohbet ettiği kişiler şunlar: Mehmed Akif, Fatin Gökmen, Tahir'ul-Mevlevî, İsmail Saib Efendi, Babanzâde Ahmed Naim, İzmirli İsmail Hakkı, Süleyman Nazif...



Abdülbaki Gölpınarlı da (öl. 1982) Ferid Kam'ın talebelerindendir. Agâh Sırrı'nın eserine gönderdiği mektubun haricinde, Gölpınarlı'nın, hocasının vefatından 5 yıl sonra yazmış, 9 yıl sonra (1953'te) bir vesileyle yayımlamış olduğu, erbabının dahi meçhulü bulunan bazı açıklamalarını aktarmak isterim:


(...) Söz buraya gelince, İstanbul Üniversitesi İran Edebiyatı müderrisi rahmetli Ferit Kam'ı hatırladık. Rahmetliyi tanıyanlar bizi tasdik ederler. Üstadımızı sabahleyin görürdük ki tamamiyle tenzîh-i mahz ehlindendir, hatta ehl-i tenzîhin muktedasıdır. Fakat aynı günün öğle çağında üstad, ârif-i kâmil olur ve tasavvuf mezhebini bütün mezheplere tercih ederdi. İki üç saat sonra ise tasavvuf mesleğini tamamiyle gayr-i İslâmî görür ve inkâr ederdi. Geceleyinse görürdük ki üstadımızın önünde, dürre-i beyza dediği suyla karışık bir rakı kadehi durmada. Üstad nutka başlar ve derdi ki: 
Bütün inanışlar, insan fikrinin mevlûdudur. Kendimize cenneti de hazırlayan biziz, cehennemi de hazırlayan biz. 
Bir gün İbn Teymiyye'yi sever, bir gün Mevlânâ'nın meczubu olur, bir an cibilli vehminin tesiriyle ıstıraplara düşer, kıvranıp durur, bir zamansa bütün tekliflerden, kayıtlardan âzâd olurdu. Kendisini tavsif ederken, kısa günde, derdi, yedi mezhebe girer, yedi meslekten çıkarım. Bir inanışta sebat, sulp [katı] zekâların hassasıdır. Seyyâl zekâ, zarftan zarfa boşalır ve hangi zarftaysa onun rengini, şeklini alır. 
Rahmetli üstad, benim nazarımda Hayyam'ın bir numûnesidir. 
Kemâle erme çabalarının bedeli budur: hem düşüncenin hem de duygunun hakkını vermeye çalışmak, hem ilimle hem irfanla veya hem düşünceyle hem sanatla hakikatin peşine düşmek.
Tâlib, bunlardan sadece birini ihmal etse buhran filan geçirmez, aksine buhran zannettiği bazı bildik gerginliklerden ve sıkıntılardan ibaret kalır.
Demek oluyor ki Hanım hanım, burada kıyametler kopuyor, korkuyorum, korkuyorum... diyen bir zekânın ızdırabını göze alamayanlar kendi işlerine bakmalıdırlar, zira yükseklerden düşüş ziyadesiyle şiddetli olur.
Hakikat, peçesini tâlibine sorular aracılığıyla açar.
Her defasında karşılaşılan bir cevap değil, daha sahih bir sorudur.
Soru varsa, kuşku vardır.
Kuşku varsa, buhran da vardır.
Yoksa, emin olunuz ki ortada ciddiye alınabilecek hiç, ama hiçbir şey yoktur!


Ek okuma için tıklayınız:


AŞK, TUTKULARIN EN BENCİLİ

$
0
0

2 Aralık 2006

İnsan davranışlarının üç temel amacı vardır:

Haz (zevk, lezzet)

Fayda (yarar, menfaat)

İyi (hayr)

Herhangibir fiili, farkında olalım ya da olmayalım, bu üç amaçtan birini gözeterek yaparız; ya hazzımızı (zevk ve lezzetten payımıza düşen hisseyi) veya menfaatimizi (bize fayda ve yarar getirecek olanı) ya da iyiyi (hayrı) amaçlarız.




1) Hazile kastedilen açık olmalı. Elemin karşıtı. Örneğin, bir yemeği sırf haz için yiyebilir; karnımız tok olsa bile, o yemeği, sırf lezzetinden ötürü yemekten kaçınmayız. Bu durumda hazzı amaçladığımız açıktır. Sözgelimi, çocuklar, dondurmanın veya patates kızartmasının yararını veya zararını düşünürler mi? (Takdir edileceği üzere haz, zevk, lezzet terimleri arasındaki farklar ayrı bir soruşturmanın konusu.)

2) Faydanın anlamı da aynı derecede açık olmalı. Zararın karşıtı. Örneğimize bağlı kalalım: Bir yemeği, beğenmesek bile, sırf yararlı olduğu için, bedenî menfaatimiz için yiyebiliriz. Doktorumuz tavsiye etmişse, lezzet almasak bile balık yağını içeriz meselâ.
Hazveya fayda ilkeleri, birbirleri yerine tercih edilebileceği gibi, bir arada da amaçlanabilir. Meselâ balık buğulama’yı hem zevkimiz için, hem sıhhatimiz için yiyorsak, iki ilkeyi, haz ve fayda ilkesini biraraya getirmiş oluruz.
Haz veren bir şeyin faydalı olması, faydalı bir şeyinse haz verici bulunması, kimilerini, bu iki ilkenin aynı kökene sahip olduğu düşüncesine sürüklemiştir ki yanlıştır. (Burada bu yanlışa işaret etmekle yetiniyor; şimdilik yargımı temellendirmeyi gereksiz görüyorum.)

3) İyiye gelince, kötünün (şerr’in) karşıtıdır. Çeşitli tanımları olan bu terimi, ben, kendimce tanımlayacağım: haz ve fayda’nın sürekliliği.




Haz ve fayda, esas itibariyle geçicidir. Salt hazzı veya faydayı ya da ikisini birden amaçlayanlar, amaçlarına ulaşabilmek için, haz ve fayda verici eylemi sürekli tekrar etmek zorundadırlar. Sözgelimi dondurmanın lezzetine karşı koyamıyorsanız, o lezzete kavuşmayı her taleb edişinizde dondurma yemek zorundasınız demektir. Eylem tekrarlanmadığı takdirde, eylemin vereceği hazzı zihniniz yeniden üretemeyecektir. Keza yararlı bir davranışta bulunmuşsanız, eyleminizden doğan yarara bir daha kavuşmak istediğinizde eyleminizi tekrarlamalısınız. Çünkü eyleminiz yararın sebebiyse, sebep varolmadan sonuç ortaya çıkmaz, yani eylem yoksa, eylemin sonucu da yok demektir.

Eylemin tekrarlanmasına gerek olmaksızın, hazzı veya faydayı elde edebiliyorsak, o davranış iyi (hayr/hayırlı) olarak adlandırılmaya lâyık demektir, zira hazzın ve faydanın sürekliliği, sırf eylemin iyi oluşu nedeniyle temin edilmiştir. Örneğin aşk ve ilim

İkincisini biraz açalım: İnsan bir şeyi bildiği takdirde onu yeniden bilmeye ve öğrenmeye ihtiyaç duymaz. Sözgelimi, çarpma işlemini, dolayısıyla 2x2=4’ü öğrenmiş iseniz, sonuca ulaşmak için, çarpma işlemini ikinci kez öğrenmeye ihtiyaç duymazsınız. İşlemi (ilminizi) hatırlamanız yeterlidir.

Tafsilâttan kaçınmak için, maddî olanın geçici, sûrî/manevî (formel) olanınsa sürekli olduğunu söylemekle yetiniyorum.

Haz ve faydadan vazgeçilebilir, ama iyiden vazgeçilemez. Eylemimiz, her halukârda iyi olmalı, iyiyi amaçlamalıdır. Aksi takdirde kötü bir iş yapmış oluruz.

Şimdi kısaca açıkladığımız bu terimlerin bir işe yarayıp yaramayacağını göstermek için, size, Balzac’ın César Birotteau adlı romanından kısa bir pasajı aktarmak istiyorum:





Bazı ahlâkçılar, anne sevgisi bir yana, aşkın, bütün tutkuların en iradesizi, en menfaatsizi, en az hesaba/kitaba gireni olduğunu söylerler. Bu düşüncede oldukça kaba bir hata vardır. İnsanların çoğu, belki, kendilerini sevdiren sebepleri bilmezler, ama, bu, maddi veya manevi her çeşit sevginin, akılla, duyguyla ya da kabaca yapılmış hesaplara dayanmasına mani değildir.






Aşk, aslında yalnız kendini düşünen bir tutkudur. Kendini sevmek, derin bir hesap meselesidir. Böylece yalnız sonuçları gören bir zekâ için, ilk bakışta, Césarine gibi güzel bir kızın, topallayan, kızıl saçlı fakir bir çocuğa aşık olması, inanılmaz veya acayip bir şey gibi görünebilir. Bununla beraber bu hâl, burjuva duygularına pek de aykırı bir şey sayılmaz. Bunu izah etmek, uzun boylu güzel kadınlarla kısa boylu erkeklerin, kısa boylu çirkin kadınlarla güzel erkeklerin evlenmelerini izah etmek kadar güçtür.



Buyurunuz, size, doğrularla yanlışların birbirine karıştığı nefis bir metin!

Şaşırdıysanız, bu hiç kuşkusuz ki düşüneceğiniz anlamına gelir.

Şaşırmadıysanız, eşinize söyleyin size patates kızartması yapsın!


TANRI'NIN RENGİ

$
0
0
9 Mart 2010

"Günah"

Alman ressam Franz von Stuck’un (öl. 1928) o ünlü tablosuna verdiği ad.

"Die Sünde"

İki nüshası var. İlki 1893 tarihli, ikincisi ise 1909.

Üç gün önce Münih’te bu tablonun karşısındaydım. Neue Pinakothek’te.

Uzun süren hüzün dolu bir merakın ardından.

Repredüksionlarından emin olamamanın sancısı. Sade gerçeğe dokunmak arzusu. 
Yakından. Olabildiğince. En yakından.

Alman resmini Alman yurdunda temaşa etmeli, Holbein’ın, Dürer’in, Cranach’ın huzuruna sadece Paris’te, New York’ta, Viyana’da değil, bir de Münih’te çıkmalı!

Tevazuyu elden bırakmamalı da Alman ruhunun, ideleri kavradığı kadar o idelerin imagolarını nasıl tasavvur ve tasvir ettiğine de nazar etmeli!

Kısaca, felsefenin yurdunda duyguların nasıl ifade (expression) edildiğini iyi anlamalı! Has anlamalı!

Impressionism ne kadar Fransız ruhunun eseri ise, Expressionism de o kadar Alman ruhunun eseridir çünkü.

* * *

Tablonun ana rengi, siyaha çalan bir laciverd.

Koyultulmuş mavi, siyaha garip ve tarifsiz bir buğu katmış. Sanki buğulu siyah. Ürpertici. Üstelik buzhane soğukluğu ölçüsünde.

Buğulu siyahın çerçevelediği bir kadın.... ve bir yılan...

İnsanın kendini kontrol edebilme gücüne meydan okuyan ezici ve yakıcı bakışlar...

Bir masumun bakışı. Masum ve fakat kötü.

Çelişkinin hası.

Doğa ile aklın birbirini ezmeye ahdetmiş diyalektiği.

* * *

Günah’ın bedeninin değil, gözlerinin rengi siyah, saçlarının da öyle.

Bakışlarıysa siyah değil, bilâkis karanlık.

O şehvet dolu masumiyeti sarıp sarmalayan yılan, kadının, yani bizatihi günahın (!)  o davetkâr görünümüne tam anlamıyla bir meydan okuyuş mânâsı kazandırıyor.

Davet değil sanki, gerçekte cezbe, yani çekim. Çekimin gücü. Günaha doğru sürükleniş. Elinde olmadan. Çaresizce. İstemiye istemiye.

Günahın câzibesi, günahkârın kendisine doğru sürüklenişinin bile bir bilincin eseri olduğunu gösterir.

Hakikatte bilinçten saklı günah olmaz.

Bilinçsizce hata olur, suç olur, ama günah olmaz!

Günahın bilinci yasalarca oluşmaz çünkü. O, içlerde, diplerde bir yerdedir. Kendimizi farkettiğimiz ilk andan itibaren bizledir, bizimledir.

Suçların aksine, karıncanın titreyişlerine bile agâh olanın nazarı önünde işlenir günah.
Suçluluk duygusu, yasak eylemi gerçekleştirdikten sonra ortaya çıkan bir duygu değil aslında. Hiçbir şey yoktan varolmaz çünkü! Suçluluk duygusu bir zuhurdur, zâten varolanın kendini belli edişidir.

Günaha sürüklenirken, eylemin öncesinde hissedilen tarafına bakmalı. Bilinçli tarafına... insanın hem taleb eden, hem reddeden, yani hem koşan, hem kaçan tarafına... iki uç arasında biteviye salınan tarafına...
* * *
Siyah gerçekte günah’ın rengi. Bir de ölüm ve matem’in.

Türkçe’de ise ölümün, yas ve matemin renki köktür, gök yani.

Mavi olarak mı çevireceğiz kök/gökkelimesini, yoksa yeşil olarak mı? Turkuaz? Yahut koyu laciverd mi demeliyiz? Bir tür siyah ve karanın rengi midir acep gök?

Ağıtlarında karalar bağlar kadınlarımız, doğru. Lâkin eşya da göğe boyanır. Sadece eşya mı, herşey göğerir. Kararır. Koyulaşır.

Türkçe’de ölümün ve matemin rengidir gök.

Mavi ise, suyun rengidir, nın... Aynı zamanda parlak semanın, ve uzaklığın...

Kök Tanrı’nın sıfatıdır. Kök Tengri “Mavi/Siyah Tanrı” demek bir bakıma. Göğün değil sadece, mavinin de Tanrısı. Mavinin, siyahın, benim nazarımdaysa koyu laciverdin, ölümün ve matemin Tanrısı. Hüznün Tanrısı.

* * *

Stuck’un tasvir ettiği günahın rengi de siyaha çalan laciverd. Kötücül kadının rengidir siyah. Acımasızlığın. Cazibenin. Kaçınılmaz olanın.

Kendisinden kaçınılması istenen hata değil, cürm değil, sadece günah. Yani insanın mağfiret umabileceği yegâne eylem biçimi.

Tanrı yoksa suç da vardır, hata da. Lâkin Tanrı yoksa günah yoktur. Çünkü o takdirde vicdan yoktur.

Vicdan, yani arayıp bulmak istediğimizde sığınabileceğimiz melce. Son melce. İstikametimizin tek ölçüsü. Kaybedersek helâk olacağımız yegâne kulp. Kur’an’ın adlandırmasıyla habl’ul-metîn. Kopmaz bağ.

Ey talib, sen bana bir vicdanın olduğunu göster, ben de sana, sana şahdamarından daha yakın olanı göstereyim. Görürsen görürsün: rengi hüznün rengidir!


DÜŞTE GİBİYİM, ÖLMÜŞÜM SANKİ

$
0
0

2 Ocak 2010


İkiye yarılmışlık.

Nedir bilir misin?

Bir yanda aklın, bir yanda kalbin.

Geçmişin ve geleceğin ortasında kalan zavallı bir şimdicik.

Mabedden içeri adım attığında ne hisseder insan, söyle, hiç bilir misin?

Secdeye başını koyduğunda?

Derken büyük bir alışveriş merkezine girdiğinde?

Koca bir cipin içindeyken meselâ, müziğin sesini açarken?

Hiç gördün mü onu, hani şu bir yandan sesi arş-ı a’laya çıkanı, öte yandan kalbi büzüştükçe büzüşeni?

İçine, daha da içine çekileni?

Bir elinde Kur’an, bir elinde ben, tam da ortasından yarılanı?

Gövdesi bir yanda, başı bir yanda, çarşının orta yerinde ayaklar altında sürüneni?

İnsanı.

Hiç gördün mü?

Ne yapacağını bilmez hâlde, kurban diye kendini sunarken.

Gözyaşlarıyla kendini iyileştireni. Hüzünle. Çaresizlik içindeyken. Ağlaya ağlaya kendi yaralarını kendisi saranı.

Değil meydanlarda, mescidde bile kıyam edemeyeni.

Ayağa kalkmak nedir bilmeyeni.

Secdeden başını kaldıramayan o zavallıyı.

Okuyanı. Hep okuyanı. İnsanı. Kendini.

Gördün mü hiç?

Kalabalıkların arasında yine kendisiyle konuşurken. Otururken, yürürken, koşarken, her daim bile isteye kendini unuturken?

Sordun mu ona, kimsin sen, dedin mi? Tuttun mu elinden, sildin mi gözyaşlarını? Başını okşayıp teselli ettin mi?

Taşradayım gelemiyorum yanına, diye özür diledin mi?

Bağışlanmak, bilir misin nedir?

VE dahî bağışlamak. Affetmek, görmemek değil, görmezlikten gelmek, ihmal etmek, bile isteye kül gibi savurmak günahları havaya, nedir hiç düşündün mü?

* * *





 ٌالأمْنمناللهتعالي كفْر

Ömer Nesefî’nin Metn-i Akaidinden muktebes bir kaide bu. Bir inanç ilkesi.
Asırlarca inanma tarzımızı belirleyen ilkelerden biri.
Neymiş anlamı?

Tanrı’dan emin olmak küfürdür.





Zıddı yeistir. Ümitsizlik de haramdır inanana, emin olmak da.

İnanıyor musun, o hâlde Tanrı’ya güvenmeyeceksin!

O senden emin olacak, ama sen aslâ ondan emin olmayacaksın!

Hiç de adilce değil denilebilir. Zalimce bile görünebilir. Fakat sakın öyle deme, sakın öyle görme! Aşıkların ahlâkına ihanet etme ey talib!

Aşık sevgilinin nazından hiç emin olur mu? Onun için, elde var bir, diyebilir mi? Sevgilinin tebessümünü garanti etmeyi başarabilir mi?

Aşıkın gaye-i kusvası kurbiyyettir. O kurban olup canını canına vermek ister, sevgilinin ellerinde ölmek, kendinden geçmek ister.

Aşık elde var birdir. Garantidir. Aldatılmayı göze alandır, kandırılmayı, reddedilmeyi, hatta terkedilmeyi, bir kenara öylece atılmayı.

Birileri onu onunla, onun adıyla kandırabilirler, şikayet etmez. Kendisi için değil, adı için bile kurban olmaktan çekinmez.

Mertebe mertebe... derece derece... safha safha...

Yaşamak gerek. Almak için değil, bir de vermek için sevmek gerek. Vermek için, vermek suretiyle, vere vere... karşılıksız... hep kendini borçlu hissederek.

* * *



İnkâr edemediğim için inanıyorum. Cazibesinden kaçamadığım için. Çaresizim.

Bir ömür boyu kendini borçlu hissetmenin adıdır inanmak, biliyorum.

Varlığa, yaşama, başkasına, öteye, ötelere borçlu hissetmek.









Aşık, defterinde alacak hanesi olmayanın vasfı. Hep verenin. Aldatılsa bile güvenmek, emin olmak zorunda olanın. Başkalarının koynunda olsa bile yâri sevmekten vazgeçmeyenin.

Aşık, ele geçiren değil, bilâkis ele geçirilen, elde tutulan, elde var bir olan.

Güven veren ama güven duyması yasak olan.


* * *

Ümit kesme ama emîn de olma, diyen başkası değil, sevgili.

Beni arada tutuyor ve usulca, korkuyla ümidin kucağına bırakıveriyor.

Güven verenler var oysa. Teminat verenler. Peşin peşin elini uzatanlar. Gönlümce aldatacaklarım var sırada. Bana yapılanları yapacaklarım. Sevmekten çok sevilmenin hazzını yaşayacaklarım. Naz edeceklerim. Dünya. Koca dünya.

Ama ben hiçbirini görmüyorum.

Hiçbirini umursamıyorum.

Hiçbirini hatırlamıyorum.

Düşte gibiyim.

Ölmüşüm sanki.

NOT:
Yılın ilk yazıları niçin böyle buram buram ölüm kokuyor deme de ey talib, anla!

Ölmedikçe doğmak yasak bize!

Bir kere düşer insan yeryüzüne, bir kere!

O hâlde şimdi ölmek sırası!

Derken, bir bakarsın gelmiş, dirilmek... ve nazlanmak sırası!




BİR ANNELER GÜNÜ HİKAYESİ

$
0
0

20 Kasım 2005


Adam, sevip âşık olduğu kadına fırsatını bulup bir kâse fıstık uzatmış ve “Bunların elmas olmasını çok isterdim” demiş. Aradan yıllar geçmiş, adam bu sefer aynı kadına pırıl pırıl elmas salkımları uzatıp  şöyle demiş:
Bunların fıstık olmasını çok isterdim.
Olan ile olması gereken arasındaki farka işaret etmiyor bu sevimli hikâyecik. Her iki halde de verilene, onu verenin veya alanın bakışaçısının yansıtıldığını da söylemekle yetinemeyiz hiç kuşkusuz.

Belki bazılarımız, verilenin kendisinin önemli olmayıp verilme sebebinin çok daha önemli olduğunu düşüneceklerdir. Bu da sığlıkla malul.

Anlamak eşduyumla mümkün. O halde hikâyeyi bir daha okumalı.

Hepimizin hayatında bu tür hikâyeler vardır.

Benim de var.

7-8 yaşlarında iken anneler gününde anneme bir hediye almam gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştım. Çünkü ablam nasıl yapmışsa yapmış anneme bir şekilde uygun hediye almayı başarmış ve bana da bu becerisinden söz etmişti. Çaresizdim, zira param yoktu, muhtemelen olsaydı da neyi, nasıl alabileceğimi bilemezdim. Paranın ne işe yaradığını, o yaşlarda iken tam olarak bilip bilmediğimi dahi hatırlayamıyorum. Bildiğim tek şey, anneme bir şeyler vermem (sunmam) gerektiği idi. Evet, ne yapıp edip bir şey vermeliydim. Anneler günü imiş, ve anneler gününde çocuklar annelerine bir hediye vermeli (almalı) imişler.

O zamanlar nasıl olup da ablamın bu tür şeyleri öğrenmekte öncelik kazandığını anlayamazdım. Babamın verdiği idarî bilgilere nazaran, annem İçişleri Bakanıydı, babamsa Dışişleri Bakanı. Kimin Başbakan olduğundan ise hiç söz edilmezdi. İki bakanlığı bile akılda tutmak meharet istiyorken, ötesini sormak aklımıza gelmemişti doğrusu. Sadece babamın evin reisi gibi gayr-ı resmî ve geleneksel bir sıfata bazı durumlarda müracaat ettiğini biliyorduk, o kadar!

Bu süreçte ablamın evin yönetiminde yer aldığından hiç kuşku duymadım. Çünkü o, her zaman neler olup bittiğini bilir, benimse haberim bile olmazdı. Belliydi ki—erkek kardeşim de bana katılana değin— evin sade vatandaşı bendim. Kardeşim bana katılınca, ister istemez vatandaş sayısı yine aynı sayıda kaldı, zira vatandaşlık görevini hemen küçük kardeşime devretmekte pek tereddüt etmedim. Böylelikle ablam İçişleri Bakanı'nın müşavirliğini yaparken, ben de Dışişleri Bakanı'nın müşavirliğine geçtim. İkimiz de rollerimizden memnunduk. Vatandaşımız da bize uymalı ve o da halinden memnun olmalıydı.

Her neyse, anneler günü geldiğinde ablamın nisbetlerine daha fazla dayanamamış olmalıyım ki çıkıp kırlardan çiçek toplayıp akşamleyin anneme anneler günü hediyesi olarak kır çiçeklerinden derlediğim gazete kağıdına sarılı o çiçek demetini sunmuştum. Gururla ifade etmem gerekirse, hediyem çok makbule geçmiş, üstüne üstlük sadece evdekilerin değil, komşuların da iltifatlarına muhatab olmuştum. Artık düşünceli ve hassas bir çocuk olduğumdan kimse kuşku duymuyordu.

Yine de ben o zamanlar maddî karşılığı olmayan bir hediyenin nasıl olup da değer kazandığını anlayamamıştım. Ne ilginç değil mi, ilerleyen yaşlarımda da bu sefer maddî karşılığı olan bir hediyenin nasıl olup da sırf bu yönüyle değerli sayılabileceğini anlayamadım.

O yaşlarda benim için önemli olan, bir vazifeyi yerine getirmekten ibaretti. Bir hediye almalıydım veya bir hediye bulmalıydım. Ben al(a)mamıştım, sadece hediye verecek bir şey bulmuştum. Doğrusu işe de yaramıştı.

Tabii ki sonraları bu tecrübeyi yeterince tekrarlayamadım.

Saflığımdan mıdır nedir, aklımda kalan tek şey, hediyenin pekâlâ maddî karşılığının olmayabileceği idi. Bu ilkenin hakkını verdiğimi ve böylelikle maddeten ucuz bir hediye arayıp bulmakta pek meharet kesbettiğimi söyleyebilirim. Sevgim, ilgim ve buluş yeteneğim vardı ya, daha ne isteyeceklerdi ki benden?

Lâkin gerçek hayat böyle değilmiş.

Sadece anneciğim, evet bir tek anneciğim, kendisini telefonla bile arayıp halini sormamı olsun yeterli buluyor(muş) ve bu kadarcığıyla bile seviniyor(muş gibi yapıyor). Oysa insan elmas olmasını istediği fıstıklar verecek çok kişi bulabilir ve fakat insanın fıstık olmasını istediği elmaslar verebileceği kişiyi ya da kişileri bulması çok zordur.

Verdiğiniz fıstıkların elmas olmasını dilerken karşınızdaki kişinin gözlerine bakın, yaşarıyorsa, aranızda umud edilecek bir gelecek var demektir, an kaybetmiştir.

Buna mukabil bir de verdiğiniz elmasların fıstık olmasını dilerken karşınızdaki kişinin gözlerine bakın, yaşarıyorsa, aranızda gerçekten de hatırlanmaya değer bir geçmiş var demektir, ankazanmıştır.

Bil ki ey talib, aşkın geleceği olmaz, o geçmişin an'da yinelenmesinden ibarettir.



ÇAMLICA'DA ÜÇ MABED

$
0
0
29 Eylül 2012







Çamlıca'da üç mabed: bir cami, bir kilise, bir havra.

Düşlüyorum.

Kendimce.





İstanbul'u selamlayan üç büyük dinin üç mabedi.

Allah'ın adının anıldığı üç ev...

İslamofobia'nın çirkin tahriklerine verilebilecek en güzel cevap!

Daha kapsayıcı, daha kuşatıcı, daha arifane bir mukabele!

İstanbul... ya doğu, ya batı karşıtlığının çözüldüğü yer!

Cenderenin aşılabileceği tek yer!

Çünkü hem doğu, hem batı.

Üstelik ne doğu, ne batı.

İstanbul, üzerinde birleşilebilecek o bir tek 'kelime'nin şehri!

Hakikatin.

Şefkatin.

İstanbul... Rahman'ın sinesi.

Alemlerin rabbinin.

Tüm esma'nın kalbi.

Elimde değil, ürperiyorum.

Kendimce.

Çamlıca'da üç mabed... üç siluet... cami, kilise, havra...

Kucaklamak çok mu zor, bir "emin belde" olmak mesela?

Tüm sakinlerine.

Ehl-i Kitab'a.

Lütfen, bu sefer olsun ses ver ey İstanbul!

Sırf bizim için değil, kendin için de.

İstikbalin için.

İnsanlık için.


ÖLÜM OLMASAYDI, AŞK DA OLMAZDI

$
0
0

27 Eylül 2008



Yaktığımdan daha büyük ateşlerde yandım, diyor Marguerite Yourcenar.

Ne kadar da şanslıymış!

Kendi yaktıklarımdan daha büyük bir ateşin alevleri hiç değmedi tenime.

Beni yakan ateşleri bıkmadan usanmadan hep ben tutuşturdum. Bir ömür boyu.

Cinnetim bundan.

İncizabım da, cezbem de, cazibem de.
İnadına.

İnadıma.

Kendimle başım belâda oldu hep.

Üstüne üstüne giden ben oldum kendimin, kendi ateşimin, kendi öfke ve şehvetimin, kendi aklımın.

Yok oldu dünya, bir ben kaldım.

Yapayalnız. Tek başıma. Bir başıma.
Now the World is gone I’m just one.
Şimdi Metallica’yı anmanın sırası mı?

Elbette. Bir savaşçıydım mâdem, bu zorunlu.

Savaşın zararlarını anmadan edemem. Hiç değilse pişman olmadım. Gönlümce yenildim. Öyle ki sırtım yere yapıştığında bütün kemiklerim çatırdamıştı. Heybeti eksilmemiş muhteşem bir yenilgiydi.

Ben yenilmek için savaşmıştım. Yenildim.

O hâlde niçin zaferimle övünmeyeyim?

Bir kez daha kâhine kadının önünde diz çöktüm bu yüzden:
L’amité est avant tout certitude, c’est ce qui la distingue de l’amour.
Yourcenar haklıydı, sevmek herşeyden evvel inanmak demekmiş, sevgiyi aşktan farklı kılan da buymuş.

Öyledir. Aşıkın maşuka inanması gerekmez.

Bir teselli mi?

Belki.

İnadına. İnadıma.

Çünkü rahmin içindeyken tanık oldum hakikate. Çıplak çıplak.






Back in the womb its much too real.








İyi ki varsın ey ölüm!

Ölmeyeceğimi bilseydim, âşık olabilir miydim, aşk nedir, tutku nedir bilebilir miydim?
Anlayabilir miydim?

Aşkın, tutkunun ateşini tutuşturan, bizzat ölüm korkusu.

Öleceğim/ölebileceğim için tutkularım oldu. Tutkularımın hazzıyla ölümü erteledim, ötelere itelerken ölümü, tutkunun ve aşkın gücü benimleydi.

Ah o umarsızlık!

Bir elinde cımbız, bir elinde ayna / olan kadının /  elbette umurunda olmaz dünya!
Niçin olsun ki?

Kendisiyle meşgul.

VE o denli de mağrur.

Abraham Maslow, hiç ölmeyeceğini bildiği takdirde insanoğlunun tutkulu bir biçimde sevip sevemeyeceğinden kuşkulanmakta haklı.

Ölüm olmasaydı, aşk da olmazdı.

Sonsuzluk ve sınırsızlık içerisinde aslâ güçlü arzulara, karşı konulamaz tutkulara yer yok!
Ölüm, mevcudiyetiyle çılgınlığı meşrulaştırıyor. Ölüm olmasaydı çıldırabilir miydik? Aklı elimizin tersiyle itip sonsuza değin bir delinin gözlerinden seyredebilir miydik âlemi?
Ölüm olmasaydı, yaşamak için böylesine aceleci davranabilir miydik?

Yaşam değerli. Çünkü sınırlı. Çünkü geçici.

Hafif bir meltem gibi.

Ölüm gibi.

Bir sır gibi.

Deliler kendileri için dua etmezler.

Kendileri için bir şey istemezler/isteyemezler.

Hakkında bir istekte bulunabilecekleri bir ben’den mahrum oldukları için isteyemezler. Kendilerine işaret edebilecekleri bir ben bulamazlar ki onun için bir şey istesinler.

İsteyemezler.

Ey talib!

Sen beni okurken bil ki ben çoktan çokluğun merkezine varmış olacağım. Çokluğun. Çocukluğun. Gürültünün.

Bir hasreti dindireceğim sükûtumla. Gürültünün içindeki iniltiyi dinleyeceğim. Feryaddan teeddüb edenin iniltisini.

Bilen kim, gören kim?

Biliyorsam göreceğim. Göreni.

Görüyorsam bileceğim. Bileni.

Nasibim varsa, tüm ilmi bir evet ile bir hayırın içine sıkıştıracağım.

Bir noktanın içine.

Benim için bu sefer sen dua et ey talib, duyur semaya, semanın dostlarına.

Noktanın içindeyim. Noktadayım.

Bir noktada.

O noktada.

ABDAL

$
0
0


29 Mayıs 2010




Bir çocuğun elinden şekerlemesini alırsanız, o hırsından geriye kalanları da fırlatır!




Yaşamında yeni bir sayfa açmayı beceremeyenlerin en büyük hatası budur işte! Geçmişlerinden ötürü bütün hayatlarını mahvetmeye çalışanların... nasıl tevbe edeceklerini bilmeyenlerin...

Nedir o hata?

İşlenen günahların ceremesini bütün hayata ödetmek!

Kendini kendinden ötürü cezalandırmak!

Kısaca, gelecekten ümid kesmek!

Gelecekten, yani O’ndan!

Hakkın rahmetinden!

Bu tesbit, aslında bir fahişenin savunusundan muktebes.

Kurosawa’nın "Hakuchi"(1951) adlı filminin en etkileyici sahnelerinden birinden.

Kinji Kameda iki kadın arasında kalmıştır: Bir tarafta sevdiği ve evlenmek istediği Ayako, diğer taraftaysa yazgısından ötürü acısıyla takdis ettiği Taeko Nasu.

Bir fahişedir Taeko. Nasıl arınacağını bilemeyen bir zavallı.

Kameda, Ayako’ya ona niçin acıdığını anlatmaya çalışırken yapar bu tesbiti. “O da aynen böyle!” der;








Daha önce yaptıklarından ötürü bütün hayatını mahvetmek istiyor.









İnsanın derûnunda, onun hiçbir eyleminin kirletemeyeceği denli saf ve temiz bir özün saklı bulunduğuna inanan bir bilincin savunusudur bu!

Kirli eylemlerin değil, hiçbir eylemin kirletemeyeceği bir özün, yani vicdanın.

"Hakuchi", Kurosawa’nın dehasına tanıklık eden en büyük yapıtlarından biridir.

Bir sanat eserinde özün biçime galebe çaldığını birçok kereler ispatlayabildiği için severim Kurosawa’yı.

Yorumun gücünü gösterir her defasında. Yabancı bir dile, yabancı bir kültüre ait olsa da bir eserin özünü zedelemeden onu her defasında Japon dilinin ve kültürünün içine dahil edebilmeyi başarmıştır. Hemen herşeyiyle.

Olgusal (fenomenal) anlamıyla değil elbette, zatî (essential) anlamıyla.

Kurosawa, uyarlamalarında her daim içeriği (zatî/özsel olanı) önemseyen bir yönetmendir. Nitekim eleştirmenlerinin ıskaladığı yer de burasıdır: içerik.

Peki nedir içerik?

Panofsky’ye soralım, o söylesin!

İçerik, Peirce’nin tabiriyle, as that which a work betrays but does not parade(sanat eserinin ifşa ettiği ve fakat afişe etmediği şey) olarak tanımlanabilir.

Kurosawa’nın "Hakuchi" adlı yorumu, diğer denemelerinde olduğu gibi, Dostoyevski’nin "Budala"sının özünü de tam mânâsıyla yakalamıştır. Özünü, yani ifşâ edilmiş olsa bile, afişeedilmemiş olan tarafını.

Kurosawa’nın beyazperdede Kinji Kameda'ya dönüştürdüğü karakterin Rus aslı "Lev Nikolayeviç Mışkin", Taeko Nasu adlı Japon dilberinkiyse "Nastasya Filippovna"dır.
Gerçekte Kameda gibi, Prens Mışkin de bir uyarlama! İncil’den yapılmış bir uyarlama hem de. Batı sanatının bilinçaltından. Kitab-ı Mukaddes’ten.

Otobiyografik değeri yüksek bir roman olan "Budala"nın başkahramanı Prens Mışkin’in Hz. İsa’yı sembolize ettiğinde hiçbir kuşku yoktur. Üstelik yine İncil’den, Aziz Pavlus’un Korintoslulara Mektub’undan alınma bir terimle, tecennün ve sefahetle (foolishness for Christ’s sake)...

İsa uğruna budalalık, Dostoyevski’nin kaleminde bir Hak âşığına dönüşür.

İsa’nın ayaklarını saçlarıyla kurulayacak olan Mecdelli Meryem ise önce Nastasya Filippovna’ya, oradan da Kurosawa’nın eliyle Taeko Nasu’ya.

Maria Magdalena, Batı bilincinin muhayyilesini süsleyen güzeldir. Bakire Meryem imgesini dengeleyen karşıt uçtur.

İki Meryem.

Hz. Meryem’in geçmişi yoktur. Mabedde büyümüştür. Zekeriya’nın koruması altında.
Tanrı’ya adanan kadın yaşamının sembolüdür o. Betül sıfatını alması da bundandır. Çünkü erkeklerden, dolayısıyla yaşamdan yüz çevirip tebettül etmiştir.

Mecdelli Meryem’e gelince, İsa’yla karşılaşıncaya kadar onun bir geleceği yoktur. Sırf geçmişten ibarettir o! Geleceksiz bir geçmişten. Erkekler tarafından kuşatılmış bir geçmişten. Tekrar ve tekerrürden.

Şuh ve masumdur. Hem dişidir, hem kadın. İsa’nın nefesi, onu insan mertebesine çıkarmıştır. Günah kadar, ona tevbeyi de öğretmiştir. Arınmayı.

Dostoyevski Mışkin’in karşısına Rogozin’i (Akama), Nastasya Filippovna’nın karşısına da Aglaya Yepançin’i (Ayako) koyar. Nitekim Kurosawa da filmin ana akışını bu dört karakter üzerinden sağlar.

"Hakuchi", romandaki gereksiz detaylardan arındırılmış nefis bir uyarlamadır. Eserin özünü, içeriğini gözden kaçırmayan etkili bir yorum!

Holy Foolishness, Batı kültüründe abdallık, bir tür sefâhet-i ilâhî. Talibin kendini koynuna attığı çılgınlık. Hak ve hakikat uğruna çıldırmak.

Kitab-ı Mukaddes’in 1885 tarihli Osmanlıca baskısında Aziz Pavlus’un sözünde geçen kelime sefihtir. Zıddıysa âkil.
Biz Mesih için sefihiz, siz ise Mesih’te âkilsiniz.
Sefih nedir?

Kur’an’da da kullanılan bu kelimeye Elmalılı Hamdi Yazır, “Hakkın hikmetini bilmez, kayacak noktalarda kendini tutmaz hafif akıllı” mânâsını verir. Mehmed Akif ise, Kur’an’ı tercüme ederken, sefih’e hiç tereddütsüz beyinsiz karşılığını yakıştırır:
أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاء مِنَّا
İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allahım? (A’raf: 155)
Kendisine sefih diyen kavmine bir peygamber لَيْسَ بِي سَفَاهَةٌ (Bende bir sefihlik yokA’raf: 67) diye mukabelede bulunur.

Bu yüzden bizim kültürümüzde holy foolishnessin tam karşılığı budalalıktan çok abdallıktır.

Mazhar Osman imbecile karşılığında 'budala’yı, idiot karşılığında 'abdal’ı kullanırdı. Dostoyevski de, Kurosawa da aslında bir imbecilei değil, bir idiotu anlatırlar. Bir budala’yı değil, bir abdal’ı yani.



Abdalı, abdallığı konuşmalıyız, bilhassa Lars von Trier’in "Ideoterne" adlı eserinden hareketle.


Unutmayın ki Lars’ın İsa’ları hep kadındır. Hayal ve hülya.

Erkek olansa Musa’dır. Yasa ve Balyoz.
Viewing all 497 articles
Browse latest View live