5-16 Ocak 1999
Zaman gazetesi, okurlarına, Prof. Suat Yıldırım'ın hazırlamış olduğu Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli (Almanya, 1998) adlı eserini dağıttı.
Sunuş, “30 Haziran 1998” tarihini taşıdığına göre, bu eser daha önce hazırlanmış ve mezkur tarihte gazete yetkililerine teslim edilip bu Ramazan'a yetiştirilmek üzere alelacele basılmış.
Alelacelediyorum, zira hem Suat Yıldırım'ın sunuştaki açıklamaları, hem de eserdeki tashih hatalarının miktarındaki ziyadelik, bu kanaatimizi pekiştiriyor. (Bizim tesbit edebildiklerimizden başka, sadece Meâl’le birlikte dağıtılan Yanlış-Doğru Cetveli'nde dahi birçok kelime ve cümlenin yanısıra iki ayetinatlandığını görmek mümkün.)
Bu meâlin dağıtımına başlandıktan sonra aldığım okur iletilerinde birçok kişi bu Meâlhakkındaki kanaatlerimi sorup durdular. Bunun üzerine ben de bir nüsha edindim ve eseri tedkik ettim. Böylelikle hem bu mübarek ayda bir Kur’an-ı Kerim meâli okumuş oldum, hem de Yıldırım'ın bu çalışması hakkındaki merakımı gidermek fırsatı buldum.
Piyasa meâlleri gibi baştansavma bir biçimde hazırlanmayıp ciddi bir mesainin mahsulü olacağı ümidini taşıdığım bu eseri bu vesileyle tedkik etmiş ve kenarlarına gerektikçe notlar düşmüş isem de okurlardan gelen suallere ayrıntılı cevap vermek imkânı bulamadım. Binaenaleyh, şahsen tanımadığım birtakım insanların herbirine tek tek ve kendilerine delillerimi de etraflıca zikretme şansından mahrum bir surette kanaatlerimi açıklamamın hem Kur’an'a, hem de mütercime karşı haksızlık ve saygısızlık yapmak demek olacağına inandığımdan ve üstelik sayın Yıldırım'ın sunuşunda şu açık daveti de gördüğümden, bu meâlhakkındaki kanaatlerimi derli doplu bir biçimde ve misaller vermek sûretiyle yazmanın faydalı olacağı neticesine vardım:
İnşaallah önemli hata ve eksikler yoktur. Olmasa bile, eksiğin sonu gelmez. Nasib olursa ileriki senelerde ikmâle çalışırız. Keremi bol Rabbimden, zatına yaraştığı üzere, hasenâtımın ağır basması halinde noksanlarımı af buyurmasını umuyorum. Ama O'nun kullarından bunu beklemeye hakkım olmadığını da biliyorum. Zira kullar kulluklarını yapacaklardır. Hem yapsınlar! Eleştirilerini lütfen ortaya koysunlar. Nefsim memnun olmasa da insaflı tenkidler elbette değer ifade edecek ve tarafımızdan değerlendirilecektir. (s. 3)
Sayın Yıldırım, Allah hataları affeder ama kullar kullukları gereği affetmeyebilirler, diyor.
Bu tesbit çok doğru, zira Allah Teâlâ, kendisine karşı yapılan hataları (kendi hakkını) affeder, affedebilir, lâkin kullarına karşı yapılan hataları (kul hakkını) affetmek, kulların kendi insaflarına kalmış bir iştir, VE kulların okuması için inzâl edilmiş bir Kitab'ı tercüme edip o kulların istifadesine sunanlar, şayet bu Kitab hakkında onları yanlış bilgilendirmişlerse, kullardan (okurlardan) da helâllik dilemeleri gerekir. Nitekim sayın Yıldırım da bu hakikati teslim etmekte ve eseriyle alâkalı insaflı tenkidler beklediğini samimiyetle ifade etmektedir.
Diyorlar ki:
Nefsim memnun olmasa da insaflı tenkidler değer ifade edecek ve değerlendirilecektir.
Oysa nefislerinin insaflı tenkidlerden memnun olması gerekmez mi?
İnsaflı tenkid haklı tenkid demek değil midir?
Değilse, tenkid haksız oldukta, insaflı olsa ne olur, insafsız olsa ne olur? Öte yandan tenkid haklı oldukta, insafsız olsa ne olur, insaflı olsa ne olur?
Her neyse, itidali arayalım ve diyelim ki: Bir tenkid hem haklı, hem insaflı olmalıdır. Çünkü bu takdirde, haklı ve insaflı tenkidler hem hakkı ve insafı arayan nefisleri memnun edecek, hem de böylelikle sıhhatli çevirilere giden yolun kapısı aralanacaktır.
* * *
Açıklamalı Meâl—adından da anlaşılacağı üzere— diğer Türkçe çevirilerde pek rastlanılmayan müsbet bir özellik taşımakta ve metinde, ayet çevirileriyle birlikte bazı açıklamalara da yer verilmektedir. Muhammed Esed'in Meâl-Tefsir'ini okumuş olanlara tanıdık geleceğini bildiğim bu yazım tarzını fevkalâde önemsiyor ve bu çevirisiyle sayın Yıldırım'ın, açıklama notları konulmaksızın çeviri yapılamayacağı gerçeğinin anlaşılmasına mühim bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Ancak —bir önceki kısımda da işaret ettiğim üzere— Meâl'in basımında çok acele edilmiş ve Kur’an Meâli gibi önemli bir konuda neşriyat yapmanın ehemmiyeti (vebali) yeterince idrak edilemediğinden olsa gerek, hem tashihlerle dolu bir metin ortaya çıkmış, hem de gerekli mizanpaj inceliklerine riayet edilmediği için, eser, okurun metni takip etmesini fevkalâde zorlaştıran bir açıklamalar yığınına dönüşmüştür.
Sanırım, dikkatli okurlar, âdeta gelişigüzel bir biçimde ayet aralarına boca edilmiş izlenimini veren bu açıklama öbeklerini, kitabın sayfalarını karıştırmaya başlar başlamaz farkedeceklerdir. Sıradan okurlara gelince, onlar da birkaç sayfa sonra metni takip edemeyip ya okumaktan vazgeçecekler, ya da sadece bazı ayetlerin çevirilerine bakmak veya bu metni diğerleriyle karşılaştırmak suretiyle kullanmayı tercih edeceklerdir. Fakat bu çeviriyi baştan sona okumayı başaracak sabırlı kimselerin sayısı her halükârda çok az olacaktır. Oysa mevcut açıklama notları numaralandırılarak metnin altına konulsaydı, bu mahzurların hiçbiri vârid olmayacaktı. Bu zaafı gidermek zor olmasa gerek; zira sayın Yıldırım, okurun gözünü yormamak için apostrof kullanmaktan kaçındığını söylemekte ve yine benzer bir nedenle parantez işareti kullanmamaktadır.
Açıklama notları koymanın hiç kuşku yok ki bir mantığı, bir yöntemi olmalıdır. Nitekim sayın Yıldırım da sunuşunda, açıklama notları koyarken dikkate aldıkları birtakım hususlara işaret etmiş bulunuyorlar. Lâkin bu açıklama notlarında, bazen ayetleri anlamak için gerekli olan arkaplan bilgilerine (rivayetlere), bazen de ayetlerde mündemiç hüküm ve hikmetlerin izahlarına yer verilirken, nedense alternatif mânâ ve yorumlar çoklukla ihmal edilmiş, meselâ çeviri sırasında mütercimin tasarruflarının keyfiyeti hususunda okura açıklamada bulunmak ihtiyacı hissedilmemiştir. Üstelik mütercimin —şahsen çok cüretkârâne bulduğum bir tarzı benimseyerek— çevirisinde parantez işareti kullanmaması sebebiyle, açıklamaları, sadece tefsir kültürümüzden bîhaber olan cahil kesimlere onları tatmin edecek sıradan ansiklopedik bilgiler vermek seviyesinde kalmıştır.
Hiç kuşku yok ki bu da bir hizmettir ve muhakkak faydası da vardır. Lâkin piyasa meâlleri arasında boğulan ve seviyeli çevirileresusamış bulunan seçkin okurları nazar-ı itibara aldığımızda, bu açıklamalar onlar için büyük ölçüde malumui‘lâm mânâsına gelecek, herhangibir kitapta bulabilecekleri bilgileri bir kez daha ve fakat bu sefer muhtasaranokumuş olacaklardır.
Herkese hitab eden meâl olur mu?
Bizce olmaz. Fakat ne yazık ki sayın Suat Yıldırım, çevirisinde herkese (!) hitab etmeye çalışmış ve açıklamalarını da adına herkes(!) denen bir kitle için yazmış.
Herkese hitab eden açıklamalar, alt seviyeleri gözetmeyi gerektireceğinden, bu tür eserler, alt seviyelere hitab eden eserlerdir. Ben böyle bir yolu tercih ettiği için mütercimi kınıyor değilim; sadece, kendisini eserlerinden tanıdığım ciddî bir ilim adamının, herkes gibi eser vermek yolunu tercih etmiş olmasına hayıflanıyorum.
* * *
Suat Yıldırım'ın meâlinin müsbet taraflarından birinin, Kur’an'ın başka bir dile, açıklama notları konulmaksızın çevrilemeyeceği gerçeğinin anlaşılmasına yaptığı önemli katkı olduğunu söylemiş ve bu notların hem şekil, hem de muhteva bakımından taşıdığı hususiyetlere yönelik kanaatlerimi kısaca zikretmiştim. Bu yazımda ise, kendilerinin Kur’an'ı parantez işareti kullanmadan çevirmek yolunu tercih etmelerinin niçin hatalı bir tercih olup eserin ilmî kıymetini azalttığının sebepleri üzerinde duracak ve zaten parantez kullanmamakşeklinde yaygınlaşan zararlı bir modaya prim vermelerini ise neden tasvib etmediğimi izah etmeye çalışacağım.
Parantezsiz çeviri olur mu?
Bizce olmaz, olamaz. Nitekim çağdaş bir çeviri ustası, bunun en önemli sebeplerinden birini şöyle açıklamaktadır:
Kur’an'ın anlamını, aynı vecîz tarzda işlemeyen bir dile çevirmek için, aslında bulunmayan —özellikle açıkça belirtilmeyen— düşünce bağlantıları mütercim tarafından parantez içi eklemeler ile gösterilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde sözkonusu Arapça ifade, tercüme edilmekle bütün anlamını kaybeder ve çoğu zaman anlamsız bir kelimeler yığını haline gelir. (M. Esed, Kur’an Mesajı: Meâl-Tefsir, s. XXV, İstanbul, 1996)
Bu durumda parantezsiz meâl modasının nereden çıktığı ve niçin revaç bulduğu sorulabilir. Bizce bu yönelimin muhtelif sebepleri vardır:
1. Batı dillerindeki Kur’an çevirilerinin çoğu parantezsizdir, zira Batılılar Kur’an çevirilerinde Kitab-ı Mukaddes (Bible) çevirilerini örnek almışlardır.
2. Kitab-ı Mukaddes mütercimlerinin çoğu Protestan'dır ve malum olduğu üzere Protestanlar, Kilise'nin geleneksel(traditional) yorumlarından arındırılmış, saf ve arı bir metin hayalinin peşinde olduklarından, onlar için parantezsiz çeviri aslında yorumsuz çeviridemekti.
3. Kitab-ı Mukaddes'in Ahd-i Cedid(İncil) kısmının orijinal nüshası elde olmadığından, mütercimler ya eldeki en eski Yunanca nüshaya ya da Kilisece muteber Latince nüshaya dayanmak zorundaydılar. Bu ise Kitab-ı Mukaddes mütercimlerini orijinal metinde bulunmayan bir ifadeyi dışarıda tutmak külfetinden kurtarıyordu.
4. Bu yüzyılın başında İslâm'ın millileşmesinden ve modernleşmesinden yana tavır koyan kimseler de benzer gerekçelerle Kur’an'ın Türkçe'ye çevrilmesini arzu etmişler ve tabiatıyla hurafâttan âri (!) çeviriler meydana getirmek çabasında olmuşlardır. [Burada hurafâttan âri sloganı, “geleneksel İslâm tasavvurâtından arındırılmış” anlamına gelmektedir.] Hâsılı, Kur’an'ın parantezsiz (saf ve yorumsuz) çevirisini okumak hayali, protestanlaşmış müslümanların hem kendilerini, hem de zavallı halkı kandırarak peşinden koştukları modern bir hurafedir.
5. Meselenin aslına vâkıf olsun olmasın parantezsiz meâl iddiasıyla otaya çıkan kimselerin, zahirde kendilerine örnek aldıkları metin, Elmalılı'nın meâlidir. Oysa Elmalılı'nın müstakil bir meâli olmayıp çevirisi bir tefsir içerisinde yer almaktadır. Nitekim Âkif'in, çevirisini ilgililere teslim etmemesinin en önemli nedenlerinden biri de eserinin bu tefsir olmaksızınbasılacağını duymuş olmasıydı. Hem unutulmamalıdır ki merhum Elmalılı'nın meâli, tefsirî değil, harfî tercüme idi.
Suat Yıldırım'ın meâline gelince, kendileri tam da aksine harfî değil, tefsirî tercüme yaptıkları halde şöyle demişlerdir:
... meâllerimizin çoğunda rastlanan çok sayıdaki parantezlere yer vermedik. Asla bağlı kalacağım diye Türkçe anlatımın muğlak bırakılmasının veya Türkçenin imkânlarının değerlendirilmemesinin, meâllerden istifadeyi azalttığını zannediyorum.
Sayın Yıldırım'ın —bizzat söyledikleri gibi— asla bağlı kalmak gibi bir endişeleri olmamış ve buna rağmen Türkçe'nin imkânlarını da yeterince kullanmamışlardır. Oysa merhum Elmalılı'nın en büyük endişesi asla bağlı kalmak kaydıyla Türkçe’nin imkânlarından faydalanmak idi.
* * *
Açıklamalı Meâl'in müsbet bir diğer özelliği de ayetler arasında irtibatı mümkün kılan referanslarla zenginleştirilmiş olmasıdır:
Meâlimizin ikinci ve bildiğimiz kadarıyla başka hiçbir meâlde bulunmayan özelliği, Kur’an'ın yine Kur’an'la tefsirini ihtiva etmesidir. Tefsir usulünde bildirildiği üzere Kur’an'ı tefsir etmek isteyen her insanın yapacağı ilk iş, ayeti açıklamaya yardım eden diğer ayetleri bulmaktır. Zira “Kur’an'ın bir kısmı diğer kısmını açıklar” diye hükme bağlanmış bir prensip oluşmuştur. İşte bunlara işaret etmek üzere ayet meâllerinin sonunda binden fazla ayeti referans vermiş bulunuyoruz.
Sayın Yıldırım'ın, bu hususiyetin başka hiçbir meâlde bulunmadığışeklindeki ifadesi tashihe muhtaçtır. zira kendisinden çok önceleri Sale (The Koran, 1822), Kasimirski (Le Koran, 1832), Palmer (The Koran, 1880), Yusuf Ali (The Holy Qur’ân, 1934), Rudi Paret (Der Koran, 1962), Esed (The Message of the Qur’ân, 1981), Hamidullah, (Le Saint Coran, 1981) gibi birçok Kur’an müterciminin neşrettiği çevirilerde ayetler diğer ayetlerle irtibatlandırılmış ve dipnotlarda —farklı sıklıklarda da olsa— referans numaraları verilmiştir. Özellikle Yusuf Ali ile Muhammed Esed'in İngilizce, Rudi Paret'in ise Almancaçevirisi bu konudaki ciddiyetleri bakımından müstesna bir kıymeti hâizdir. (Kezâ biz de 1993’de neşrettiğimiz Elmalılı Meâli'nde çapraz referanslar vermek sûretiyle okurun eserden istifade seviyesini artırmaya gayret etmiş idik.)
Bütün bunlara rağmen Türkçe meâllerin geneli açısından bakıldığında ve sayın Yıldırım'ın bu konudaki gayreti de hesaba katıldığında, —isabet edip etmemesi bir yana— kendisinin hayırlı bir hizmet yaptığı ve bugüne kadar birçok mütercimin özel bir mesâi harcamak zahmetine katlanmaktan kaçınıp yapamadıkları bir işi gerçekleştirdiği inkâr olunamaz bir hakikattir.
Batı dillerinde yayımlanan Kur’an çevirilerinde ayetlerin ayetlerle irtibatlandırılmasına önem verilirken, acaba niçin Türkçe çevirilerde bu hususiyet pek bulunmamaktadır?
Bunun en önemli nedeni, bizim bir çeviri geleneğimizin olmamasıdır. Batılı mütercimlere gelince, onlar bu konuda Kitab-ı Mukaddes çevirilerini kendilerine örnek almışlar ve çevirilerinde bu tür irtibatlara ehemmiyet atfetmişlerdir, zira Protestanlar tarafından yapılmış Kitab-ı Mukaddes çevirilerinin en önemli özelliklerinden biri de dipnotlarının ayet referanslarıyla doldurulmuş olmasıdır. Meselâ sadece bugünkü Türkçe Kitab-ı Mukaddes çevirilerine kaynak teşkil eden 1885 tarihli Osmanlıca nüshaya bakıldığında bile, “Kitab-ı Mukaddes'in Kitab-ı Mukaddes’le açıklanması” şeklindeki Protestan geleneğinin üst seviyedeki numûnelerinden biriyle karşılaşılacaktır. (Dikkatsizce kullanıldığı takdirde bu cazip yöntemin ne tür zararlı tasarrufların bahanesi/maskesi haline gelebileceğini, daha sonra izah edeceğiz.)
Sayın Yıldırım'ın Açıklamalı Meâlinde, kitapta geçen başlıca yer isimlerini gösterir bir de harita bulunmaktadır. Bu da bir yeniliktir ve hiçbir Türkçe Kur’an meâlinde mevcut değildir. Oysa herhangibir Kitab-ı Mukaddes çevirisini açınız, hemen baştarafında böyle bir haritanın yer aldığını göreceksiniz.
Kezâ Kitab-ı Mukaddes çevirilerinin bir diğer önemli özelliği de ayetlerin tek tek numaralandırılmış olmalarıdır ve bizde ayetleri tek tek numaralandırmak suretiyle Kur’an'ı Türkçe'ye çevirenler, farkında olmadan bir Protestan geleneğini takip etmektedirler.
Sayın Yıldırım da ne yazık ki bu modaya uyarak hem Kur’an’ın yapısına, hem dil kurallarına, hem de Tefsir İlmi'nin esaslarına aykırı olan bu yolu tercih etmişler ve bu yüzden Türkçe Kur’an çevirilerine sirayet etmiş bulunan bu Protestan bid‘atının yaşamasına katkıda bulunmuşlardır.
Bir ayet, bir cümle demek değildir. Bir cümle birkaç ayetten meydana gelebilir. Binaenaleyh bir cümlenin unsurlarını numaralandırarak herbirini bir paragrafbaşından başlatmanın ne gibi haklı bir gerekçesi olabilir?
* * *
Açıklamalı Meâlhakkındaki kanaatlerimi önce umumi sûrette yazacağımı, daha sonra da misaller vereceğimi va‘detmiştim. Nitekim önceki yazımda bazı hususlara dikkat çekmiştim; bu sefer de yine aynı sınırlar dahilinde bazı misaller vermeye çalışacağım.
● Bu pasaj şunu hatırlatmak istiyor: Canlı ve cansız bütün kâinatı, güneşten, aydan, yıldızlardan, atmosfer küresinden, topraktan, sudan, madenlerden, kuşlardan, balıklardan, koyunlardan, ineklerden, meyvelere, zerrelere kadar bütün kâinatı insana hizmet ettiren ne insanın kendisi, ne başka insanlar, ne cinler, ne başka varlıklar ve ne de kör tesadüfler olamaz... (s. 288)
● Aynı su ile sulanan, aynı toprakta binlerce çeşit ürünün yetişmesine dikkat edip, tesadüfe en ufak bir yer olmadığını bilmek gerekir. (s. 366)
● İnsanların ihtiyaçları için hazırlanmış demir, bakır, altın, gümüş, krom, çinko, kurşun, fosfalt, kalay, uranyum, volfram, kömür, boraks... filizleri ve yatakları. Trilyonlarca yaratıkların muhtaç oldukları ne varsa hazırlanmış. Tesadüfe en ufak bir yer bulunabilir mi? (...) Böylece Kur’an fizik, kimya, jeoloji, botanik, zooloji gibi tabiat bilimlerini bu ve başka birçok ayette teşvik eder. (s. 436)
● Dünya içkilerinin kokusu ve tadı pis olup mideyi olumsuz yönde etkiler. Daha sonra beyine tesir edip baş döndürür, karaciğerin çalışmasını aksatarak bünyeyi harap eder. (s. 466)
● Denizleri yaratan, suya kaldırma özelliklerini veren ve gemileri yapan insanlara zekâ, güç ve kuvvet veren Allah'tır. (s. 531)
● Başlıca yakıtlar olan kömür, taşlaşmış odun, petrol ise milyonlarca yıl toprak altında kalan ve aslında bitki olan organizmanın sıvılaşmış artıklarıdır. (s. 535)
Ortaokul öğrencileri nazar-ı itibara alındığında bu tür açıklamalar lüzumsuzve faydasız sayılmazsa da bu bilgileri bir meâlde değil, okul ansiklopedilerinde görmeyi tercih edecek insanların miktarı, sanırım hiç de az değildir.
Keşke Kur’an okurları çocuk yerine konulmasaydı.
Keşke okurlar ciddiye alınsalardı.
Keşke bundan çok daha fazlasına ihtiyaç duydukları unutulmasaydı.
İsrâ/60:Bu ayette rüya ‘düş’ anlamına olmayıp, ‘dış dünyada görülen şey’ mânâsındadır. Miraca işarettir. Sadece düş olsaydı, insanlar için ciddi bir imtihan olmazdı. (s. 287)
Tâhâ/96: Samiri bu sözü ile şunu demek istemişti. “Ben onların görmediklerini, yani Hayat bineği üzerinde sana gelen Cebrail (a.s)ı gördüm. Kalbime bu duygu geldi, onun izlerinden bir avuç toprak aldım, onun bereketinden yararlanmak istedim.”(s. 317)
Tâhâ/97: Samirinin bundan sonra ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanması sebebiyle yalnızlığa terkedilmesi mümkündür. (s. 317)
İnşirah/1: Mirac gecesi Efendimiz Kâbenin yanında iken melekler tarafından göğsünün yarılıp zemzem suyu ile yıkanıp ilim ve hikmetle doldurulmasına işarettir. (s. 596)
Sayın mütercimin bu tür açıklamaları, muhtelif yorumlar arasından seçilmiş olup en nihayet kendi şahsî tercihlerdir, ve takdir edileceği üzere bir kimseyi sadece şahsî tercihlerinin sıhhati bakımından eleştirmenin sonu gelmez.
Ancak okurlarını diğer alternatif (muteber) yorumlardan haberdar etmeleri daha ilmî/daha öğretici bir tutum olmaz mıydı?
Üstelik kendileri zaman zaman bu yola da başvurduklarına göre, niçin bu kadar keyfî açıklamalar yapmışlar, çok önemsiz yerlerde farklı yorumlara işaret ederlerken, ciddi meselelere sıra geldiğinde neden hemen standart yorumları ayetlerin altına dercedivermişlerdir?
Temennimiz, ileriki baskılarda bu açıklamalara hem seviye, hem de tutarlılık kazandırılmasıdır.
* * *
Açıklamalı Meâldeki açıklama notlarını—bütün zaaflarına rağmen— olumlu bir adım olarak gördüğümü söylemiş ve fakat çeviride parantez kullanılmamasının da ‘olumsuz bir özellik’ olduğuna işaret etmiştim. Nitekim açıklamalar mütercimin tercihlerini, yorumlarını ve tasarruflarını izah etmesi için bir fırsat iken bu fırsat heba edilmiştir. Kezâ sayın mütercim farklı yorum ve mânâlar arasında kararsız kaldığında ikincil mânâları göstermek amacıyla parantez işaretinden yararlanabilecekken bu imkândan da istifade etmemiştir. Binaenaleyh çeviri metnine farklı yorumların sıkıştırılması nedeniyle hem Türkçe'nin selikasına riayet edilmemiş, hem de mânâlarda vuzûh kalmamıştır. Hiç değilse bir meâlde takip edilecek çeviri yöntemleri üzerinde birazdurulmuş olsaydı, karşılaştığımız mahzurların önemli bir kısmı ortadan kalkar veya bunların makul bir izahı bulunurdu.
Muradımı bir iki misal vermek suretiyle açıklamaya çalışayım:
● Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.(Fatiha: 6)
Burada sayın Yıldırım'ın, doğru yol'u, 'sana doğru varan yol' olarak yorumladığı açık.
Lafza bağlı kalmak istiyorsa birinci mânâyı, değilse ikinci mânâyı zikretmekle yetinebilir, yahut birincisini metinde bırakırken, ikincisini ya açıklama notuyla ya da paranteze almak suretiyle gösterebilirdi.
● Nefsinizin kötü arzularını kesin, Allah yolunda kendinizi öldürün. (Bakara: 54)
Sayın Yıldırım, açıklama notunda cümlenin ilk kısmının mecazî, ikinci kısmının hakikîmânâ (yorum) olduğunu söylediği halde çevirisinde ibarenin hem mecazî, hem de hakikî anlamını bir tek cümlesuretinde yanyana vermektedir. Oysa tercih ettikleri yoruma göre ayeti Türkçe'ye çevirip diğerini dipnotta zikredebilir veya hiç değilse birini paranteze alabilirlerdi. Yaptıkları açıklamalar, işte bu nedenle sorunu çözmeyi mümkün kılmayacak, metni okuyanlar ister istemez iki yorumdan müteşekkil bu cümlekarşısında şaşırıp kalacaklardır. Yukarıdaki çeviriyi bir de şu ayetin çevirisiyle karşılaştıralım:
● Ama siz Musa'nın ayrılmasından az sonra, buzağıyı ilah edinip öz canınıza kıymıştınız. (Bakara: 51; krş. 84-85)
Öz canınıza kıymıştınız, ifadesinin anlamı nedir?
Niçin, buzağıyı ilah edinenler, öz canlarına kıymış olsunlar?
وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ ifadesini bu kadar çetrefilli bir biçimde Türkçeleştirmenin makul bir izahı olabilir mi?
Varsa, muhtelif açıklamaların yapıldığı bir eserde niçin bu kadar iddialı bir çevirinin izahı yapılmamış?
Üstelik, aynı ibarenin geçtiği yerlerde niçin bu tercih sürdürülmemiş ve meselâ —kelimesi kelimesine— aynı ibare, altı sayfa sonra niçin şu şekilde Türkçe'ye çevrilmiş: "Siz öyle zâlimlersiniz işte!" (Bakara: 92)
● Yusuf dedi ki: “Onların bu şahitliklerine lüzum görmem... (...) Bununla beraber nefsimi de temize çıkarmam...” (Yusuf: 52-53)
Sayın Yıldırım, âdetleri hilafına bu iki ayeti çevirirken birleştirmişler, hatta müteâkib sayfa 53. ayetle başlıyor olmasına rağmen bu sayfayı 54. ayetin çevirisiyle başlatmakta bir beis görmemişler. Pek denemedikleri halde burada berkenar mushaf'ın sayfa düzenine uymamalarında bizce bir mahzur yoktur.
Lâkin aktarılan ifadenin Hz. Yusuf'a ait olduğu da nereden çıkıyor?
Sayın Yıldırım, tefsir kitaplarında mevcut olan bir yorumu tercih edebilir ve tercih haklarını da özgürce kullanabilirler, ancak ihtilaflı (bizce hatalı) bir yorumu, Kur’an'a aidiyeti kesin olan bir husus imişcesine doğrudan zikretmelerinin gerekçesi nedir?
Kendileri bu konuda yakîn hâsıl etmiş olsalar bile okurdan kısa bir açıklamayı niçin esirgemişler ve kıssanın akışını etkileyen bu tasarrufları hakkında neden hiçbir bilgi vermemişlerdir?
Sayın Yıldırım, asla bağlı kalmak düsturuna itibar etseydi, basit bir parantez işaretiyle böylesi veballerin altına girmekten pekâlâ kurtulmuş olurdu.
* * *
Açıklamalı Meâl'in en müsbet özelliklerinden birinin de Kur’an ayetlerine atıf yapmak suretiyle Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri meselesine dikkat çekmesi olduğunu söylemiş, ancak bu cazip yöntemin hakkı verilmediği takdirde tehlikeli sonuçlara yol açabileceğine de bilhassa işaret etmiştim. Nitekim Kitab-ı Mukaddes (Bible) çevirilerinde sıkça kullanılan ve Protestanlar nezdinde revaç bulan bu tekniğin yol açtığı zaaflara mevcut Kitab-ı Mukaddes neşirlerinde ziyadesiyle rastlamak mümkündür.
Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri bizim ilim geleneğimiz içerisinde asırlardan beri uygulanan bir yöntem olmasına rağmen, niçin tehlikeli olsun, neden bu teknik Protestanlaşmatemayüllerine hız kazandırsın?
Sual sahiplerinin, bu haklı sual sadedinde önce şu hususlar üzerinde düşünmelerinde fayda mülahaza ediyorum:
1. Herhangibir ayetin başka bir ayet tarafından tefsir edildiğine kim karar verecektir?
2. Bir ayetin başka bir ayeti açıklamak için nâzil olduğu nasıl tesbit edilecektir?
3. Efendimizden ve ashabından gelen rivayetlerin mahdud olduğu bilindiğine göre, başkalarının şahsî (keyfî?) tasarruflarına nasıl itibar edebileceğiz?
4. Yorumların şahsîliğinde, o yorumlara itibar edenlerce bir mahzur görülmeyebilir; ancak bu şahsî yorumlar Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri gibi bir kisveyle ortaya çıktığında, okur ne yapacaktır? İtiraz ettiğinde, bir şahsın mı, yoksa Kur’an'ın mı yorumunu karşısına almış olacaktır?
5. Kur’an'a göre... veya Kur’an'da... ön-ekiyle başlayan kitap ve makalelerin sayısında ziyadesiyle artış olduğu ve her önüne gelenin bu tür ön-ekler kullanmak suretiyle kendi sığ görüşlerini Kur’an adına piyasaya sürdüğü erbabının malumudur. Meselâ “Kur’an'da başörtme emri vardır veya yoktur” şeklindeki iki zıt yorum da Kur’anadınaöne sürülmekte ve görüldüğü kadarıyla bu ihtilafin hallinde Kur’an değil, hevâ vü heveshakemlik yapmaktadır. Binaenaleyh neyin Kur’an'a göre olduğunu, neyin Kur’an'a göre olmadığını tefrik edemeyen sıradan okur bu durumda ne yapacaktır?
Bu sualler muvacehesinde bir de şu misal üzerinde düşünelim:
eş-Şınkıtî (öl. 1973) adlı bir âlimin, Kur’an'ı Kur’an'la tefsir etmek iddiasıyla kaleme almış olduğu Advâu'l-Beyan fî İzah'il-Kur’an bi'l-Kur’an adlı hacimli bir eseri vardır. Bu zât, Fatiha Sûresi'nde geçen الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ ifadesini açıklarken, bu ayetin tefsiri sadedinde haklı olarak Nisa: 69 ayetine atıf yapmakta ve الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ ibaresinde geçen وَالصِّدِّيقِينَ kelimesinden hareketle Hz. Ebubekir es-Sıddık'ın hilafetinin sıhhatini ispata çalışmaktadır.
Acaba burada eş-Şınkıtî'nin Kur’an'ı Kur’an'la tefsir ettiği söylenebilir mi? (Kendisinin niçin bu tür bir yoruma başvurduğu üzerinde düşünülecek olursa, bu âlimin Selefî (biraz da Suudî) olduğu ve Şiilerin iddialarına cevap yetiştirmek maksadıyla böylesi zorlamalara kalkıştığını görmek zor olmaz.)
Ne ilginçtir ki sayın Yıldırım da Fatiha Sûresi'nin çevirisinde Nisa: 69 ayetine atıf yapmışlar ve fakat bu ayetle başka bir ayeti (6. ayeti) tefsir etmişlerdir, oysa mezkur ayet الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ'i değil, bilakis الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ'i tefsir eder.
Bu şekilde daha birçok misal verebilirim. Fakat maksadım bu değil, başka birşeyi anlatmak:
Varsayalım ki sayın Yıldırım kendi atfını savunmaya kalkışmış olsun ve ben de kendisine cevap verip bu itirazımı gerekçelendirmiş olayım, böyle bir durumda Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri iddiası nerede kalacak ve en nihayet, Suat Yıldırım'ın tercihi mi, Dücane Cündioğlu'nun tercihi mi Kur’an'ın Kur’an'la tefsiri olacak?
İşte bütün sorun, bu soru'nun sorgusunda!
* * *
Suat Yıldırım'ın Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli adlı çevirisiyle ilgili kanaatlerimi (sadece bir kısmını) yazmış bulunuyorum. Köşe yazıları aracılığıyla bu tür ilmî meseleleri ele almanın güçlüğü sanırım takdir edilecektir. Gerek ele alınacak konuların, gerekse verilmesi lâzım gelen misallerin miktarı sırf bu tür bir form içerisinde yazmak zorunluluğu nedeniyle sınırlı tutuldu.
Zorunluluktan söz ediyor olmam yadırganabilir ve pekâlâ bu meseleleri ilmî dergilerde de yazmak imkânının bulunabileceği söylenebilir. Ancak Kur’an çevirileri meselesinin artık ilmî mahfilleri aşan bir mahiyet kazandığı, halkın (ilgili ilgisiz herkesin) Kur’an hakkındaki tasavvurâtını doğrudan etkilediği ve hepsinden de önemlisi bu tesirler dolayısıyla bir Kur’an çevirisini okuyan, hatta gelişigüzel sayfalarını karıştıran herkesin dinimiz hakkında uluortakonuştuğu düşünülecek olursa, birilerinin çıkıp piyasaya neredeyse sel gibi akan bu çeviriler hakkında halka bazı uyarılarda bulunmasının bir zaruret kesbettiği anlaşılır.
Daha önce de bazı çeviriler hakkında kanaatlerimi serdetmiş, hatta bilhassa sert bir üslûbkullanmaktan çekinmemiştim.
Sebebi basitti: ticarî rant gayesiyle piyasaya sürülen bu çevirilerden halkı sakındırmak, cür’etkâr ve iştahlı mütercim adaylarının ise hiç değilse utanmalarını sağlayıp kendilerini insaf ve ciddiyete davet etmek.
Sayın Suat Yıldırım'a gelince, kendisinin ilmî birikimi ve ciddiyeti benim takdirime ihtiyaç duymayacak kadar müsellem bir hakikattir. Binaenaleyh Açıklamalı Meâlhakkındaki kanaatlerimi yazarken kendilerini incitmemeye ve bâhusus insafı elden bırakmamaya çalıştım, zira Kur’an'ın ve Kur’an ilimlerinin öğrenim ve öğretimine yıllarca emek vermiş bir insanın gayretlerini görmezden gelemezdim.
Ancak —açıkça söylemem gerekirse— çevirisini tedkik ettiğimde, beklediğimin çok daha azıyla karşılaştım. Sözgelimi, yıllarca tefsir ilmi ve usûlüyle meşgul olduklarını ve gayet ciddi tedkikler neşrettiklerini bildiğim birinin, çeviri meselesinin de bir ilim ve usûle dayandığını dikkate alacağı ve diğerlerinin aksine daha yöntemli, daha titiz bir çeviriyle okurlarının karşısına çıkacağı ümidini taşıyordum. Lâkin kendileri her çevirinin girişinde karşılaşılabilecek kısa bir izahâtla yetinmişler ve hem bu izahâtın, hem de bizzat çeviri metninin tanıklık ettiği üzere kendilerinden yapmamaları beklenen hataları yapmışlardır.
Meselâ Sayın Yıldırım'ın, Arapçası oldukça basit olan وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ ibaresini dahi “Hakkı batıla karıştırmayın!” (Bakara: 42) şeklinde çevirmesi fevkalâde düşündürücü olmalıdır. (Biraz tefekkür!)
Kezâ kendileri Türkçe konusuna önem verdiklerini söylüyorlar ve fakat —kendilerini temin ederim ki— yine de yüzlerce Türkçe hatası yapıyorlar. (Buradaki yüzlerce tabiri mübalağa ifade etmemektedir.)
Hem Kur’an'da Ulûhiyet adlı eserlerinde, hem de Açıklamalı Meâlde yer alan notlarda “Arapların Allah Teâlâ'yı inkâr etmediklerine” dâir izahat vermelerine rağmen kalkıp Bakara: 28 ayetinin baş tarafındaki كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ ibaresini, “Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edebilirsiniz ki...” diye çevirmelerini nasıl açıklayacağız, bu tür hatalı çeviriler yapmalarına neden olan zaafı nasıl ve ne surette teşhis edebileceğiz?
Hiç kuşku yok ki hiçbir Kur’an çevirisi hatalardan âri olamaz ve ben de zaten sayın mütercimin hatalarının dökümünü yapmak gibi lüzumsuz bir işe kalkışmadım.
Maksadım, Kur’an-ı Kerim'i başka bir dile çevirmenin sanıldığından çok daha güç bir iş olduğunu göstermek ve bu vesileyle bir ilim adamımızın elinden çıkmış bulunan bir çeviriden hareketle hâl-i pür melâlimize bu ülkenin Kur’an sevdalısı insanlarının dikkatini çekmekti.
* * *
21-22 Aralık 2002
Yaklaşık dört yıl önce, okurlardan gelen talepler muvacehesinde Suat Yıldırım'ın —Zaman gazetesinin promosyon olarak dağıttığı— Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali hakkında 5-16 Ocak 1999 tarihleri arasında bu köşede yayımlanan müteselsil 8 yazı kaleme almış ve bu vesileyle değerlendirmelerimi kamuoyunun nazarına sunmuştum. Belirtmeliyim ki o zaman eleştirilerimi mütercimi incitmemeye özen göstermek suretiyle yazmış, irfanına tevkilen esasa müteallık misallerin ve dahi vurguların yeterli olabileceğini düşünmüştüm. Yanılmışım.
Sebebini izah edeyim:
Geçen yıl kitabın 2. baskısı yapılmış. Yurt dışında bulunduğumdan, bu baskıdan henüz haberim oldu. Biraz tedkik edince, mütercimin üstlendiği bu ağır vazifenin mesuliyetini idrak edemediğini teessüfle bir kez daha gördüm.
Benim yıllardan beri Türkçe Kur’an çevirilerine yönelik temel eleştirim yöntemsizoluşları noktasındadır. Nitekim Yıldırım'ın çevirisi de bunlardan biriydi. Verdiğim misaller hep bu zaafı tebellür ettirmeye matuf iken işaret ettiğim hususları hiç ama hiç anlamamışlar, üstelik nezaket ve hassasiyetime şu şekilde mukabele etmekten çekinmemişlerdir:
Mealimiz 1998 yılında Zaman gazetesi tarafından yayınlanıp okuyuculara hediye olarak dağıtılmıştı. Geçen süre içinde takdirlerini ifade eden çok sayıda okuyucu arasında, on beş kadar ihtisas ehlinin bulunması şükrümüze vesile olmuştur. Muttali olduğum sadece bir tenkit oldu ki o da esasa yönelik olmayıp, eserimiz vesilesiyle, yazarın genel olarak meal çalışmalarına yönelttiği eleştirilerini ihtiva ediyordu. Kolay anlaşılan, munis ifadeler kullanmamızı, avama yönelik bir meal olarak değerlendirenbu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. (…)
İmdi, lütfen şu çeviriyi dikkatle okuyunuz:
51—(…) İşte o sırada Vezirin eşi “…” diye itiraf etti.
52-53— Yusuf dedi ki: “Onların bu şahitliklerine lüzum görmem, benim vezire gıyabında hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini iflah etmeyeceğini, onun da bilmesi içindir. Bununla beraber, nefsimi de temize çıkarmam. (…)”
Biz o zaman bu çevirinin doğrudan Kur’an'ın aslına müdahale olduğuna işaret etmiş ve mütercimi uyarıp şöyle demiştik:
Sayın Yıldırım âdetleri hilafına bu iki ayeti çevirirken birleştirmişler, hatta müteâkib sayfa 53. ayetle başlıyor olmasına rağmen bu sayfayı 54. ayetin çevirisiyle başlatmakta bir beis görmemişler. Pek denemedikleri halde burada Berkenar Mushaf'ın sayfa düzenine uymamalarında bizce bir mahzur yoktur. Lâkin aktarılan ifadenin Hz. Yusuf'a ait olduğu da nereden çıkıyor?
Sayın Yıldırım, tefsir kitaplarında mevcut olan bir yorumu tercih edebilir ve tercih haklarını da özgürce kullanabilirler, ancak ihtilaflı (bizce hatalı) bir yorumu, Kur’an'a aidiyeti kesin olan bir husus imişcesine doğrudanzikretmelerinin gerekçesi nedir?
Kendileri bu konuda yakîn hâsıl etmiş olsalar bile okurdan kısa bir açıklamayı niçin esirgemişler ve kıssanın akışını etkileyen bu tasarrufları hakkında neden hiçbir bilgi vermemişlerdir?
Sayın Yıldırım, “asla bağlı kalmak” düsturuna itibar etseydi, basit bir parantez işaretiyle böylesi veballerin altına girmekten pekâlâ kurtulmuş olurdu.
Peki bu eleştirinin yayımlanmasından sonra ne olmuş?
Sayın Yıldırım, hemen eserinin 2. baskısında bu ayetlere daha önce verdiği anlamı tamamen değiştirmiş ve uyarılarımıza uygun bir biçimde yeni bir mânâ vermiş.
Dilerseniz şimdi eleştirimizin nasıl bir sonuca yol açtığına biraz daha yakından bakalım:
51—(…) İşte o sırada Vezirin eşi “…” diye itiraf etti.
52-53— Ve devamla şöyle dedi: “Bunu böylece söylüyorum ki eşim vezir de (Yusuf'a sahib olmaya yeltenmemle beraber) kendisinden gizli olarak ona (fiilen) hiyanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini iflah etmeyeceğini bilsin. Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. (…)”
Çevirinin Türkçesi yine felaket bir halde. Üstelik hâlâ tercüme ve tefsir hatalarıyla malul. Lâkin her şeye rağmen açıkça görülüyor ki meal sahibi eleştirimiz üzerine dersine biraz çalışmış ve daha önce fütursuzca ve çalakalem Hz. Yusuf'a isnad ettiği sözü, bu sefer asıl sahibinin ağzından aktarmayı başarabilmiş. Hatta bununla da kalmamışlar 9 satırlık bir açıklama notu ekleyerek (İbn Kesir'e atfen) şöyle demişler:
Fakat ilk tefsir Hz. Yusuf (a.s.)'ın makamına ve Kur’an'ın siyakına daha uygundur. (…) Bu da vezirin eşinin sözünün devam ettiğini gösterir.
Belki şaşıracaksınız ama bu misale rağmen mütercimin eleştirilerimi nazar-ı itibara almadığını söyleyebilirim. Alsaydı, yüklendiği vebalin ağırlığı —yukarıda da görüldüğü gibi— birazcık olsun azalırdı.
(…) Eleştirilerini lütfen ortaya koysunlar. Nefsim memnun olmasa da insaflı tenkidler elbette değer ifade edecek ve tarafımızdan değerlendirilecektir.
Suat Yıldırım'ın bu ifadesini o zaman bir davet olarak telakki etmiş ve meâli hakkındaki değerlendirmelerimi Kur’an'a hürmeten zaman israfı olarak görmeyip uzun uzun yazmıştım. Fakat herkes eleştiriden istifade edemez, bu iş gayret ister, kabiliyet ister, ilmî olgunluk ister, hepsinden önemlisi söyleneni anlamayı, anlamaya hazır olmayı ister.
Bakınız mütercim ne diyor?
Kolay anlaşılan, munis ifadeler kullanmamızı, avama yönelik bir meal olarak değerlendiren bu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. İlmî olmak için, karmaşık olmayı şart gören bu anlayışa katılmadığımı ifade etmekten çekinmiyorum. Meal geniş kitle için hazırlandığına göre, doğru bilgileri kolay anlaşılacak tarzda vermek tercih edilmelidir.
İlmî olmak için karmaşık olmayı şart gören bir anlayışın sahibi olmadım, böyle bir şeyi de ne savundum, ne teklif ettim. Oysa ben çok daha farklı bir şey söylemiş ve mütercimin dilinin seviyesini değil, açıklama notlarının seviyesini eleştirmiştim:
Herkese hitab eden meâl olur mu?
Bizce olmaz.
Fakat ne yazık ki sayın Suat Yıldırım, çevirisinde herkese (!) hitab etmeye çalışmış ve açıklamalarınıda adına herkes (!) denen bir kitle için yazmış. Herkese hitab eden açıklamalar, alt seviyeleri gözetmeyi gerektireceğinden, bu tür eserler, alt seviyelere hitab eden eserlerdir.
Ben böyle bir yolu tercih ettiği için mütercimi kınıyor değilim, sadece, kendisini eserlerinden tanıdığım ciddî bir ilim adamının, herkes gibi eser vermek yolunu tercih etmiş olmasına hayıflanıyorum.
Bu eleştirimi de uzun uzun örneklendirmiş ve şöyle demiştim:
Ortaokul öğrencileri nazar-ı itibara alındığında bu tür açıklamalar lüzumsuz ve faydasız sayılmazsa da bu bilgileri bir meâlde değil, okul ansiklopedilerinde görmeyi tercih edecek insanların miktarı, sanırım hiç de az değildir.
Keşke Kur’an okurları çocuk yerine konulmasaydı.
Keşke okurlar ciddiye alınsalardı.
Keşke bundan çok daha fazlasına ihtiyaç duydukları unutulmasaydı.
Hakikat bu!
Fakat daha önce de işaret ettiğim gibi eleştiriden istifadeye salih olmak gerekir. Değilse fikri müdafaa yerine, nefsi müdafaa yapılır ve sonuçta onca mürekkeb boşa akıtılmış olur.
Üstelik ben mütercimin Türkçesini kolay ve munis olmakla değil, hatalı ve yetersiz olmakla nitelemiştim:
Sayın Yıldırım'ın Bakara: 42 ayetinin Arapçası oldukça basit bir ibaresini dahi “Hakkı batıla karıştırmayın” şeklinde çevirmesi fevkalâde düşündürücü olmalıdır. Kezâ kendileri Türkçe konusuna önem verdiklerini söylüyorlar ve fakat —kendilerini temin ederim ki— yine de yüzlerce Türkçe hatası yapıyorlar. (Buradaki yüzlerce tabiri mübalağa ifade etmemektedir.)
Ayette hakkın batıla değil, batılın hakka karıştırılmasından söz edildiğini ve arada pek muazzam bir farkın bulunduğunu açıkça yazsaydım ayıp olmaz mıydı?
Biraz da mütercim zahmete girmeli, bu eleştiri lütfundan istifade edecek kadar olsun gayret göstermeli değil miydi?
Hz. Salih'e hitaben:
● “Yahu Salih!” dediler… (Hud: 62)
Hz. Şuayb'a hitaben:
● “Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!”(Hud: 87)
‘Yahu’, ‘ha!’ gibi ifadelerin sahibinin Türkçesinde mûnislik aranır mı? Hem de Hud/57'yi “Muhakkak ki Rabbim her şey üzerinde Nigehbandır” diye çeviren birinin Türkçesinde?
Kendileri de çok hafif bulmuş olacaklar ki “Yahu Salih!” hitabı 2. baskıda usulce “Ey Salih!” oluvermiş.
Sözün özü, neredeyse önüne gelen her hocanın, her ilahiyatçının, her ilahiyatlının bir meal kotarmaya cüret ettiği böylesi keşmekeşte eleştiri, üstelik yöntemli eleştiri lüzumludur, hatta ehline vaciptir. Bu arada mütercim taifesine düşen de eleştirileri lütuf ve nimet bilmek, tebrik kartvizitlerinin miktarıyla öğünmek ya da meal nüshalarına anket kağıdı iliştirmek yerine oturup derslerine çalışmak suretiyle vâki hatalarını düzeltmektir. Aksi takdirde, mütercim taifesinden el uzattıkları bu meselede ısrarla ciddiyet ve hassasiyet talep etmemizden daha tabii bir durum olamaz.
Aslen eleştiri İlahiyat camiasının içinden çıkmalı. Lâkin yetersizlik ve hiyerarşi buna mani oluyor.
O halde mesuliyet yine Kur’an talebelerinin omuzlarında.
* * *
Suat Yıldırım'ın Kur'an-ı Hakim ve Açıklamalı Meâlinin ikinci basımı dolayısıyla yaptığım değerlendirme üzerine kendileri bir açıklama göndermek ihtiyacı hissetmişler. Bu açıklamayı aşağıda okuyacaksınız; benim kısa sürecek olan değerlendirmemi de onun ardından.
Ancak daha evvel, lüzumlu gördüğüm bir iki noktaya kısaca işaret etmek isterim:
Son iki yazıyı yazmamın nedeni, Kur’an-ı Kerim'i tercüme etmek gibi ciddi bir işe soyunan birinin, kendi tercümesi hakkında kaleme alınmış 8 yazılık bir eleştiriye karşı takındıği o hiç de hoş olmayan müstağni tutumdu.
Daha önce de söylediğim gibi eleştiriden istifade etmek gayret ister, kabiliyet ister, ilmî olgunluk ister, hepsinden önemlisi söyleneni anlamayı, anlamaya hazır olmayı ister.
Sayın Yıldırım, o zaman yaptıkları çok fahiş bir çeviri ve yorum hatasını bu eleştiri sayesinde tashih ettikleri halde müteşekkir olacaklarına, bari hiç değilse sükutla geçiştireceklerine bu eleştirileri, nazar-ı itibara almaya değer bulmadıkları şeklinde hilaf-ı hakikat bir söz sarfetmekten çekinmemişlerdi. Lâkin bu sefer çok daha ilginç bir yola sapıyorlar ve önce açıkça, muttali olduğum sadece bir tenkit oldu, dedikleri halde, şimdi de, sizinle alâkalı ağzımdan bir tek kelime bile çıkmadı, siz boşa konuşuyorsunuz, demeye getiriyorlar.
Çaresiz bana da düşen kendilerinin bu beyanını hakikat, benim ise boşunadeğilse de boşa konuştuğumu kabul ve itiraf etmek.
İmdi boşakonuştuğumu kabul ediyor ve ilgili açıklamayı aynen sunuyorum:
Sayın D. Cündioğlu,
Yeni Şafak gazetesinde 21-22/12/2002 günlerinde “Kur'an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali” adlı kitabım hakkında yazdıklarınızla ilgili olarak şu açıklamayı uygun buldum:
1- Ben hiçbir zaman size hitaben bir yazı kaleme almış değilim. Varsa ortaya koyunuz. Böyle iken sizi tenkid etmişim iddiasıyla şahsımı itham etmeniz, normal bir davranış olarak nitelendirilemez.
2- Yayınlanan kitap eleştirilebilir. Hata yapan yazar tenkitleri yerinde bulursa yanlışlarını düzeltir. Makul bulmazsa isterse kendi gerekçesini gösterebilir. Bütün bunlar normaldir. Ben samimi ve isabetli tenkide sadece minnettar kalırım. Nitekim eleştiri ve görüşlerini almak için ekserisi, İlahiyat Fakültelerinde tefsir hocaları olan 150 kadar zevata birer nüsha hediye takdim ettim. Çoğundan, sizin hilafınıza teşvik edici yazılar aldım. Ama emin olun, onlar içinde beni daha çok sevindiren, işaret edilen tenkitler oldu. Zira kitabın eksiğinin azalması yazarı en çok sevindiren şeydir. Samimi ve ehliyetli tenkid, her zaman dinleyecek kulaklar bulur.
3- Hatalı saydığınız iki yerin (Hud: 62 ve Yusuf: 52-53 ayetlerindeki anlamlarının) eleştirdiğiniz 2. basımda giderildiğini zaten yazıyorsunuz. Şu halde onlar hakkında tenkit, insafsız bir kimsenin bile hakkı olamaz.
Bakara, 42 ayetine verdiğimiz “Hakkı batıla karıştırmayın” anlamı, başta Diyanet İşleri Başkanlığı'nın meali olarak mevcut meallerin çoğunda tercih edilen bir ifadedir. Bir ilim dalında ekseriyetin tercihinin bir şey ifade ettiği kabul edilmelidir. Bu arada hata varsa bile müsamaha ile karşılanmalı ve daha isabetlisi güzel bir üslupla hatırlatılmalıdır. Aksi halde, binlerce doğruyu görmeyip ufak bir habbeyi kubbe yapmak uygun bir davranış sayılmaz. Geriye sadece Hud: 87 ayetindeki bir cümleciğin anlamı kalıyor. “Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!” diye çevirmişim. Tefsirlerin bildirdiği üzere, kafirler bu sözü Şuayb (a.s.) ile alay etmek için söylemişlerdir. Kur'an da hitab üslubu yaygındır. Onların hitaplarındaki maksadı, bu tarzda ifade etmeyi tercih etmişim. Bu, olsa olsa bir üslup ve tercih meselesidir. Bundan dolayı, böylesine bir savletle yüklenen insan, başkasına acımıyorsa bile, bari kendisine acımalı, enerjisini daha lüzumlu yerlere sarf etmelidir.
4- Hepsi de tercih meselesi sayılabilecek bu dört hata dışında bir yanlış göstermiyorsunuz. Halbuki iki günkü sütunlarınız, mesela en az otuz hataya işaret etmeye yeterdi. Böyle yapsaydınız okuyucular da, ben de yararlanırdım. Ama bunu yapmayıp büyük bir tehevvürle şahsımı küçük düşürücü töhmetlerle alanınızı doldurmanız, hatta bununla da yetinmeyerek bütün meal yazarlarını ve ilahiyat camiasını “yetersizlik”le itham etmeniz üzücüdür. Mesnetsiz iddialar, muhatabından ziyade sahibini zor duruma düşürür. Saygılarımla.
Suat YILDIRIM
Sayın Yıldırım'ın açıklamasıyla alâkalı değerlendirmem sırasıyla şöyle:
1. Açıklamanızda, şahsıma hitaben bir yazı kaleme almadığınızı beyanla sanki beni tenkid etmişsiniz gibi size karşılık vermiş olmamı itham’la vasfedip bu durumu anormallikle nitelendiriyorsunuz. Oysa ben sizin, şahsıma hitaben bir yazı kaleme aldığınızı söylemedim, sadece 2. basımın girişindeki ilgili pasajı şahsıma dair yazılmış kabul edip bunu bir nezaketsizlik olarak yorumladım.
İkincisi, sizin beni tenkid değil, bilakis nezaket ve hassasiyetime malum olduğu vechile mukabeleettiğinizi söyledim. Her halukârda ben boşuna değilse bile gerçekten boşakonuştuğumu anlamış bulunuyorum.
Ancak sayın Yıldırım! Şu andan itibaren size terettüb eden, aşağıdaki mübhem (!) ifadelerin, mealiniz hakkında Yeni Şafak'ta yayımı iki hafta süren ilk ve tek eleştirinin sahibi olan şahsıma dair olmadığını (tevile ihtiyaç göstermeyecek surette) açıklamaktır:
Muttali olduğum sadece bir tenkit oldu ki o da esasa yönelik olmayıp, eserimiz vesilesiyle, yazarın genel olarak meal çalışmalarına yönelttiği eleştirilerini ihtiva ediyordu. (…) Bu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. (…) İlmî olmak için, karmaşık olmayı şart gören bu anlayışa katılmadığımı ifade etmekten çekinmiyorum.
Daha açık ifade etmem gerekirse, bu tasrihi kendi nefsim namına değil, aksi takdirde sizin haysiyetinizin şâibe altında kalacağından endişe duyduğum için talep ediyorum.
2. İlahiyat Fakültelerinde 150 kadar meslektaşınıza birer nüsha hediye takdim edip çoğundan, benim hilafıma teşvik edici yazılar aldığınızı beyan buyuruyorsunuz.
Ne kadar hoş! Alkış her zaman nefse hoş gelir ve benim buna hiçbir itirazım yok.
Boşuna, mürüvvete endaze olmaz, dememişler. Umarım, Dekanınız Zekeriya Beyaz beyefendinin de tebrik ve teşviklerine mazhar olmuşsunuzdur.
3. Hatalı saydığım Yusuf: 52-53 ayetlerinin ilk çevirisini 2. basımda düzelttiğinize göre bu hususu tenkid konusu yapmamam gerektiğini söylüyorsunuz. Oysa bu ikinci atfa lüzum görmem inkâr-ı istifade vâkıası sebebiyleydi.
Ancak belirtmem gerekirse çeviriniz bu haliyle de fahiş hatalar içeriyor. Binaenaleyh tefsir kaynaklarını biraz daha dikkatli tedkik etmeli ve istifadeye yetecek miktarda mesai harcamalısınız.
Bakara: 42 ayetine verdiğiniz anlamın hatalı olduğu, tartışmaya gerek olmayacak kadar açık. Lütfen bu kadar nazik bir hususu gurur meselesi yapmayınız. Binaenaleyh nefsinizin direnişine boyun eğmeyip ilk fırsatta hatanızı düzeltmeyi fazilet biliniz. Bu hatalı anlamın, başta Diyanet İşleri Başkanlığı'nın meali olmak üzere piyasa meallerinin çoğunda tercih edilmesi ilmî bir müdafaa olmadığı gibi, esasen, bir ilim dalında ekseriyetin tercihinin birşey ifade ettiği kabul edilmelidir, şeklindeki sözünüz de lüzumsuz ve mânâsızdır.
İlim tarihi, ekseriyet'in kendisine itimad edilemeyecek kadar aldatıcı bir mesned olduğunun ibretâmiz delilleriyle doludur.
Bu mesele —erbabının da teyid edeceği üzere— kesinlikle bir üslub ve tercih meselesi değildir.
4. Hepsi de tercih meselesi sayılabilecek 4 hata dışında bir yanlış göstermediğimi söyleyip iki günlük sütunumun, en az 30 hataya işaret etmek için yeterli olduğunu belirtiyorsunuz. Eğer böyle yapsaymışım okuyucular da, siz de yararlanırmışsınız.
Sayın Yıldırım! Bu beyanınızı ciddiye almamakta mazurum. Çünkü değil sadece çeviri ve yorum hatalarıyla, bizzat eksik ayet mealleriyle bile malul olan mealiniz hakkında yaklaşık dört yıl önce 8 yazı yazmış ve bilhassa sizi incitmemeye özen göstererek belli başlı karakteristik hatalarınıza işaret etmiştim. Son iki yazı ise sadece zeyl kabilinden yazılmıştı. Ben size asla ithamda bulunmadım, sadece çevirinizi eleştirdim. Ne yapalım ki siz bu eleştiri nimetinden istifade etmeyi beceremediniz. Bu bakımından maalesef daha ayrıntılı bir eleştiri lütfunu hak etmiyorsunuz. Bundan böyle meslektaşlarınızın teşvikleriyle yetinmeyi sürdürmelisiniz.
Bilenler bilir, ben misal vermekten ne çekinirim, ne yorulurum. Keşke çeviriniz öyle 30-40 tane misal vermekle tashih edilebilecek türden olsaydı! (Öyle ki 2. baskı benim bile gözümü korkuttu.) Fakat değil!
Son olarak, beni bütün (!) meâl yazarlarını ve ilâhiyat camiasını yetersizlikle itham etmekle suçluyorsunuz ve böylelikle iletişimi imkansız kılıyorsunuz. Çünkü bırakınız ne demeye çalıştığımı, ne dediğimi dahi anlamamak için elinizden geleni yapıyorsunuz.
Eleştiri'nin ilahiyat camiasının içinden çıkmasına yetersizlik ve hiyerarşi'nin mani olduğu şeklindeki tesbitimin hiyerarşi tarafı anlaşıldığına göre, belki gayret edilirse öteki tarafı da anlaşılır.
Hasılı, ben ancak işaret edebilirim, teşhir edemem.