Quantcast
Channel: DÜCANE CÜNDİOĞLU SİMURG GRUBU
Viewing all 497 articles
Browse latest View live

BİR ADAM DÜŞÜNÜNÜZ Kİ...

$
0
0

2 Temmuz 2006


Bir adam düşününüz ki hayatını Türkiye’de sol’un ve sosyalizm’in tarihini araştırmaya adamış olsun, ömrünü Marksizm’in en güçlü muhaliflerine, hatta bazı yandaşlarına, hem de 1930-40’lı yıllarda, eleştiriler yazmakla geçirsin!
Bir adam düşününüz ki Ziya Gökalp’e, Tevfik Fikret’e, Ahmed Hâşim’e, Fuad Köprülü’ye, Hüseyin Cahid’e, Şevket Süreyya Aydemir’e, Mehmed Ali Aynî’ye, Haydar Rifat’a, Hilmi Ziya Ülken’e, Babanzâde Hüseyin Şükrü’ye, Prof. Kessler’e, hatta Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya gayet muknî ve ciddî eleştiriler kaleme alsın, hatta bu sayede söylenilmeyeni söylemeye, ihmal edileni ikame etmeye çalışsın, Ahmed Cevdet Paşa’nın, Nâmık Kemal’in, Mehmed Akif’in fikirlerini farklı bir nokta-i nazardan ele alsın, Fecr-i Aticileri, Servet-i Fünuncuları yerden yere vursun!



Bir adam düşününüz ki 
Muhammed ve İslâmiyet 
İslâmiyet ve Sosyalizm Bağdaşabilir mi? 
İsa Sosyalist midir? 
İslâmiyet ve Osmanlı Sosyalistleri 
İslâmiyet ve Yöncü Sosyalistler 
Osmanlı İmparatorluğunun Dağılma Devri ve Tarihî Maddecilik
başlıklı yazılar, risaleler kaleme alıp din ve sosyalizm arasında irtibatlar kurmak için gece-gündüz demeden kütüphaneler devirsin de muhalifleri bile, bu adam ekmek yerine kitap yiyor, onunla münakaşa edilmez, desin!



Bir adam düşününüz ki bütün bu faaliyetleri sırasında kimliğini saklamak, 100’ü aşkın müstear ad kullanmak durumunda kalsın, sürgünlerden, mahkemelerden başını alamasın, üstelik memleketin tanınmış birçok kaleminin ciddiye aldığı, hatta talebesi veya arkadaşıolmakla övündüğü bir isimken, gerçekte bir çelebigibi yaşasın ve bir garip gibi ölsün!
VE bir adam düşününüz ki onca vasfına rağmen, hakkında yazılmış bir tek, evet bir tek ciddi tedkik, bir tek biyografi ve/veya bibliyografi neşredilmemiş olsun!
Kimden bahsettiğimi tahmin edebildiniz mi?
Merakta bırakmamak için hemen söyleyeyim:
Kerim Sadi’den, yani A. Cerrahoğlu’ndan... (ism-i müstearları bitmez!)
Güya hakkında bir yüksek lisans tezi yapılmış.
Değer hükmümüz: Atıf yaptığınız takdirde, bir şeylerden haberdarmış gibi görünmenize yarar, işte o kadar!
Başka?
Bir de derleme suretinde bazı övgü ifadelerinden gayrı pek ciddi malzeme içermeyen bir dostluk nişanesi.


Türkiye’de Sosyalizm’in Tarihine Katkı başlıklı kitabı Mete Tunçay tarafından yayıma hazırlanıp sunulmasaydı, adını hatırlayacak kaç kişi çıkardı, bilemeyiz. (Tunçay’ın sunuşunu okuyanlar, kitabın hacmiyle müellifi hakkında verilen isteksiz ve yorgun bilgiler arasındaki tezadı farketmekte güçlük çekmeyeceklerdir sanırım.)

Kerim Sadi hakkındaki bu bilgi fukaralığı bizi niçin bu kadar ilgilendiriyor dersiniz?

Yakın tarihimizin en önemli münekkidlerinden bu zâtın risalelerine başvurmadıkça, yukarıda adını saydığımız (ve saymaya lüzum görmediğimiz) nice sanat ve düşünce adamı hakkında yapılacak tedkikat eksiklerle ma’lul olacaktır da ondan! Üstelik, yerli bir sosyalist olması sebebiyle, Kerim Sadi’nin eleştirileri, yapılacak yorumların başka alanlara taşınmasını, yeniden gözden  geçirilmesini, hiç değilse sıkı bir münekkidle ciddi ciddi hesaplaşılmasını sağlayacaktır.




Öyle ya, Ahmed Hâşim hakkında bir-iki söz söyleyeceksiniz de Kerim Sadi’yi dikkate almayacaksınız, bu mümkün mü?
Kesinlikle mümkün değil. (Tereddüt edenler, Beşir Ayvazoğlu’nun Ahmed Hâşim hakkındaki eserini okusunlar ve böylelikle Kerim Sadi’nin kronolojik önceliğinin kıymetini bizzat takdir etmeyi denesinler.)
Peki ya Fuad Köprülü hakkındaki “tarih felsefesi olmayan tarihçi” eleştirisi?
Veya eleştirilerin isabetli, kendisinin hatalı olduğunu itiraf etmek zorunda kalan Hilmi Ziya Ülken hakkındaki değerlendirmeleri?
Ya da Mehmed Ali Aynî’nin ünlü tenkidlerini boşa çıkaran tenkidleri?
İki kitap kurdu: biri Cemil Meriç, diğeri Kerim Sadi. Kerim Sadi'yle dostluklarının arasokaklarına girilmeksizin kesinlikle bir Cemil Meriç biyografisi yazılamaz. En tehlikeli yıllarda bile, genç Cemil Meriç, Marx ve Engels'in İslam'la, Arapça'yla ilgili mektuplarını Türkçe'ye çevirip yoldaşı Kerim Sadi'nin risaleleri arasında yayınlamayı göze alabilmiştir. Bir ömür boyu kendisine hayat arkadaşlığı yapacak olan Fevziye Hanım'la Cemil Meriç'i tanıştıran ve evlenmelerine vesile olan, aile dostları da yine Kerim Sadi'dir.
Daha hangisini sayalım, karar veremiyoruz.
Türkiye’de sol, kendi geçmişini kavrama konusunda cidden yetersizdir, derken mübalağa ettiğimizi veya sırf lâf olsun diye konuştuğumuzu düşünenler varsa, başlarını iki elleri arasına alsınlar, sonra insafla karar versinler.
Kerim Sadi niçin ihmal edilmiştir, bu bir tesadüf müdür?
Bu soruya cevap verebilecek nadir isimlerden biri de Attilâ İlhan’dı, ne yazık ki o da aramızdan ayrıldı.
Sizi merakta bırakmayayım da sorunun sahibi olarak, cevabını ben vereyim:
Kerim Sadi belki marksistti, komünistti, sosyalistti, ama hepsinden evvel yerli bir adamdı. Sizin anlayacağınız, gâvursa bile bizim gâvurumuzdu.
Türkiye’de onlarınolan mümtaz ve muazzez, bizim olansa merduddur.
Onların olan öne çıkıyor, bizim olansa geri itiliyor.
Bu, ne yazık ki bu toprakların yazgısı.

CAMİLERİN SİYASAL SEMBOLİZMİ

$
0
0

26 Ekim 1999


Camilerin ve mezarlıkların kültür ve siyaset tarihimiz açısından sembolik değerleri fevkalâde yüksektir.
Sözgelimi padişahlar Eyüb Camiinde kılıç kuşanırlardı.
Mustafa Kemal Atatürk, en önemli nutuklarından biri için Zağnos Paşa Camiini seçmişti.
Türkiye Büyük Millet Meclis'i, Hacıbayram Camiinden yola çıkmıştı.
Sadettin Kaynak, papyonu ve simokiniyle ilk Türkçe hutbeyi Sultanahmet Camiinde okumuştu.
Beyoğlu Ağa Camii (Nâzım Hikmet'in o meşhûr sözünü  hatırlayın!)
Şişli Camii (İlk apartman sosyetesinin uğrağı.)
Teşvikiye Camii (avdetîlerin cenazeleri umûmiyetle buradan kalkardı.)
Dolmabahçe Camii (Müdavimleri arasında Vehbi Koç'un da bulunduğu, Garabet Balyan'ın eklektik Barok mimarisiyle inşâ ettiği modern camiilerden.)
Nuruosmaniye Camii (Simeon Kalfa'nın elinden çıkmıştı ama Hasan Akkuş'uns elinde hâfızlar cenneti haline geldi.)
Göztepe Camii (ilk ve son Türkçe namaz denemesi, bu camide gerçekleşti.)
Yerebatan Camii (ilk Türkçe Kur’an okuma denemesi burada yapıldı.)
Bayezid Camii (İslâmcı gençler ilk cuma eylemlerini bu camide başlattılar, zira İ.Ü.'nin hemen karşısında bulunuyordu.)
Cezerî Kasım Paşa Camii (bir süre sonra eylemler bu camiye sıçradı, zira Cağaloğlu basınının tam ortasında yer alıyordu.)
Ayasofya Camii (siyasî sembolizminden söz etmeye hâcet var mı?)
23 Ekim 1999 tarihli Sabah gazetesinde “Neden Maltepe Camii'nde Değil?” başlıklı bir haber-yorum yazısı yer aldı. Yazıda, Ankara'da Maltepe Camiinin laik kesimin, Kocatepe Camiinin devlet erkânının, Hacıbayram Camiinin ise muhafazakâr kesimin camii olarak kabul edildiğinden bahisle, Taner Kışlalı'nın cenaze töreninin, yaşamı boyunca savunduğu felsefeye ters düşmek için değil, hem cami avlusunun ve bulunduğu alanın genişliği hem de güvenlik sağlamanın kolaylığı nedeniyle Kocatepe Camii'ne alındığı yorumu yapılıyordu.

Buyurun birlikte okuyalım:
Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı Prof. Muammer Aksoy, Bahçelievler 2'nci Cadde'deki evine girmek üzereyken üç el silah sesi duyuldu. Şakağı ile göğsünden vurulmuş, kanlar içinde yere yığılmıştı. Hastaneye bile kaldırılamadan yaşamını yitirdi. Maltepe Camii'nde binlerce kişinin katıldığı bir cenaze namazının ardından toprağa verildi. 
Atatürkçü, laik İlahiyat Doçenti Bahriye Üçok, kargo servisinden adına gelen kitap paketini almış evine dönmüştü. Onun cenaze töreni de 8 ay önce öldürülen dava arkadaşı Aksoy gibi Maltepe Camii'nde yapıldı.
Uğur Mumcu, Üçok'tan yaklaşık 2.5 yıl sonra 24 Ocak 1993'te Ankara Karlı Sokak'taki evinden çıkıp arabasına bindiği sırada patlayan bomba ile öldü. Mumcu için de Maltepe Camii'nde bir tören yapıldı. Soğuk ve yağışlı havaya karşın yüzbinlerce insan ‘Uğurlar ölmez’ diyerek yürümüş, terörü lanetlemişti. 
Bu üç cenazenin de dikkati çeken bir özelliği vardı : Üç cenaze de Maltepe Camii'nden kalkmıştı. Laik, demokratik kesimler, aralarında adeta sessiz bir anlaşma yapmışlardı. Cenazelerini bu camiye götürüyorlar ve ebediyete oradan uğurluyorlardı. Sanki Maltepe laik bir camiydi. Maltepe, laik, demokratik, Atatürkçü kesimin ebediyete uğurlanma durağı olurken, KocatepeCamii de devletin üst kesimindeki insanlar için aynı fonksiyonu üstleniyordu. Ankara'nın en eski ve ünlü camilerinden Hacıbayram ise, yine sessiz sedasız bir şekilde muhafazakâr kesimin uğrağı haline gelmişti. Bu kesim yakınlarının cenaze namazlarını bu camide kılıyorlardı. Hatta RP, 1994 yerel seçimlerinde büyük bir başarıya imza atınca başta Necmettin Erbakan olmak üzere partili milletvekilleri ve belediye başkanları bu camide namaz kıldıktan sonra Ankara'da arabalarla tur atmışlar, partilileri selamlamışlardı. 
Ankara'daki camilerin siyasi görüşlere göre bölünmesi bugün Ahmet Taner Kışlalı'nın cenaze namazıyla sona eriyor. Herkes ömrü boyunca laiklik savunucusu olan Kışlalı'nın cenazesinin Maltepe Cami'inden kalkmasını bekliyordu. Teamüller böyle düşündürüyordu. Çünkü Atatürkçü, laik, demokrat insanlar için Maltepe Camii'nde tören düzenlenir, devletten üst düzey bir insan ölürse onun için Kocatepe Camii devreye sokulurdu. Siyasi İslamcıların camii ise Hacıbayram'dı. 
Bugünkü cenaze, Kışlalı'nın ailesinin isteğiyle Kocatepe Camii'ne alınmıştı. Kışlalı'nın yaşamı boyunca savunduğu felsefeye ters düşmek için değil, hem cami avlusunun ve bulunduğu alanın genişliği hem de güvenlik sağlamanın kolaylığı nedeniyle böyle bir karar verilmişti.
Kısacası, camilerin ve mezarlıkların taşıdıkları siyasal simgeler dikkate alınmaksızın, Cumhuriyet tarihi yazılamaz. Selâtin camiilerinin musalla taşlarının ağırladığı konukların listesi, sadece Osmanlı dönemi değil, Cumhuriyet dönemi siyasetini de yorumlamak bakımından vazgeçilemez birer belge niteliğindedir.
Bana, Fatih Camiinde cenaze namazı kılınan fikir ve devlet adamlarının isimlerini söyleyin, ben hemen size kim olduklarını söyleyeyim.

HAKİKAT NEDİR?

$
0
0





Quid est veritas?

Pontius Pilatus gibi sen de bu sorunun yanıtını hiç beklemiyorsun değil mi ey talib?

Dudak kıvırıp, hakikat dediğin de nedir ki, diyorsun.

Gerçekte, yanıtı filan umursamıyorsun. Yanıtı, yani hakikati.

Duymak istiyorsan, anlamak istiyorsan, durmalısın o halde! Diz çökmelisin.

Duyacaksan, göreceksen, bileceksen, önce, eğileceksin!

Hakikat'e hürmet edeceksin!

İnsan'ın sesine.

İnsana.




7 Şubat 2004
Hayat hızlı, hem de çok hızlı akıyor.
Herşey zamanda ve zamanla akıyor, zira zaman akıyor. Zaman gibi, zamanın içindeki anlar da akıyor. Ânı yakalamak da, durdurmak da, yavaşlatmak da zor. Öyle ki an dahi biteviye akıyor.
Denizde seyreden bir gemide gibi miyiz yoksa? İçinde yaşadığımız çevren, geminin aktığı gibi akıyor da çaresiz biz de onunla birlikte mi akıyoruz? Ayağımızın altındaki zemin kaydığı için mi biz de kayıyoruz? Geminin içinde gemiyle birlikte aktığımız için mi çevremiz de akıyor gibi görünüyor?
Hayır! Hakikatte insandan gayrı akan birşey yok, ayağımızın altında kayan bir zaman da, zemin de.
Kayan da, akan da sadece biziz.
Ah bir durabilsek!
Durabilsek, biraz gayret edip kımıldamadan durabilsek anlayabileceğiz. Durabilsek, durup bilsek, dursak ve bilsek görebileceğiz. Durup kalabilsek, ellerimizi uzattığımız herşeye dokunabileceğiz, dokunmak ne kelime, bizatihi herşeyi kavrayabileceğiz. Lâkin duramıyoruz, duramadığımız için de kavrayamıyoruz.
Yürüdükçe, hareket ettikçe, üzerine hareket ettiklerimiz bizden uzaklaşıyorlar. Peşinden koştuklarımız peşinden koştuğumuz sürece kaçıyorlar bizden. Dursak, durabilsek onlar da bir anda, bir ânın içinde duracaklar, kımıldamadan kendilerini bizim nazarlarımıza salacaklar. Nokta-i nazarımız olsa, nazarımızın bir süreliğine ikamet ettiği bir nokta olsa, manzaranın, yani kendisine nazar edilenin de duracağı bir nokta olacak!
Durmakve anlamak, durmak ve görmek arasında çok sıkı bir alâka var. Biraz açalım:
Grekçe'den alınma teorik-pratik ayrımı bizim dilimizde nazarî-amelîçiftiyle karşılanır. Nazar theoria'nın (θεωρία), amel praxis'in (πρᾶξις) dilsel mukabili.
Nazar, yani bakmak, seyretmek ve seyredebilmek için kımıldamadan durmak, bir yerde, bir noktada ikamet etmek demek.
Amel ise hareketin ta kendisi, yani eyleme geçmek, eylem içinde olmak demek.
Nâzır (bakan, kendisi hareket etmediği halde hareket edeni seyreden kimse, anlamına gelir. Bir stadyumun tribünlerinde oturup sahada hareket edenleri (oynayanları) seyreden adamdır nazariyeile, theoria ile meşgul olan kişi. Sahadakiler sadece amelle meşgul olurlar, hareket ederler, eylemde, eylemin içinde bulunurlar. Bakmak ise, sanıldığı gibi, fiil değil, infialdir; yani seyreden aktif değil, pasiftir.
Nazarsözcüğüne eş bir sözcük daha var dilimizde: rasad (gözlem). Gözleyen hareket etmez, gözlenen hareket eder.
Nazar etmek, bir bakıma muntazır olmak, yani beklemek, görmek, anlamak için kımıldamadan öylece durmak demek.
Durmakile anlamak arasında nasıl bir alâka var?
Arabada giden kişi, kendisine yol kenarından seslenenin bir şeyler dediğini farketse bile, ne dediğini anlayamaz, belki duyar ama anlayamaz. Anlayabilmesi için önce durması gerekir.
İngilizce'de anlamak ile durmak birbirine muhtaçtır. Mesela to stand (stood) durmak, ayakta durmak, kalmak, bâki kalmak, sebat etmek, daim olmak anlamına gelirken, to under-stand (understanding) anlamak, öğrenmek, bir şeyin mânâsını kavramak demektir.
Almanca'da da anlamak ile durmak birbirini gerektirir: Mesela stehen (gestanden) durmak demek iken, ver-stehen tıpkı İngilizce'de olduğu gibi anlamak demektir.
Peki Arapça'da farklı mı?
Durma’nın bu dildeki karşılığını hatırlamak yeterli: vakafe(tevakkuf). Mesela Arafat'ta vakfe yapmak, orada durmak demektir. Türkçemizdeki vakıf sözcüğü de aynı köktendir. Öyle ya, hayra sarfedilmek üzre bir kenara konulan ya da başka bir ifadeyle hareketten alıkonulan mallar için vakıf malları demiyor muyuz? Anlamak bu sözcüğün neresinde demeyin de ilk heceyi biraz uzatarak söyleyin: (bir şeye) vâkıf olmak, yani onu derinden kavramak, bütünüyle anlamak.
Türkçe'ye gelince, biraz olsun dikkat ederseniz, durmadıkça bir hüküm veremediğinizi, asla bir yargıda bulunamadığınızı da anlarsınız. Her ‘dır’ bir haberdir (Küllü dır-dırın haberun). Her haber bir yargıdır. Durmadıkça, yani dır ile sözünüzü bitirmedikçe anlam ortaya çıkmaz. Bu böyledir veya şu şöyledir dediğinizde, bu böyledurur, şu şöyledurur'u kısaltmaktan gayrı birşey yaptığınızı mı sanıyorsunuz?
Durmadıkça anlam tamamlanabilir mi? Mânâsı tamamlanan ifadelere cümle demiyor muyuz? Bizler gerçekte sadece haber cümlelerinin sonuna nokta işaretini koymuyor muyuz? Sözlerimiz lafzen dır/durur ile, işareten de nokta ile durmaz mı? (Bu vesileyle Süleyman Çelebi'nin Mevlid'ine bir gözatmaya ne dersiniz?)
Hasılı, bu yoktan dünyada neler olup bittiğini anlamak için durmaya ihtiyacımız var. Çünkü durup düşünmeye ihtiyacımız var.
Ah bir durabilsek, durup bilsek, dursak ve bilsek, deyip durmamalı da demeli ve hemen durmalı. Durup düşünmeli, düşünmek için durmalı!
Evet durmalı ve sonra gözkapaklarımızı yavaşça açıp hareket halindeki el-âlemi seyre koyulmalı, tıpkı Yunus'un dediği gibi:

Ey gönül keşfet nikabun can olasun sen sana
Maksudun sende görüp hayran olasun sen sana
Bülbül-i zâr-ı çemende tesbih eyle adını
Gonce gibi açılup handân olasun sen sana



DÜŞÜNCE DÜŞLENİR

$
0
0

14 Mart 2004


Düşünme sükûnete ve sessizliğe ihtiyaç duyar; zira bilmeli ki ancak sessiz kaldıkça, kalabildikçe kişi özünün kendisinden talep ettiklerini gerçekleştirebilir.
Düşünmenin sessizliğe olan ihtiyacını yanlış anlayan acemi düşünürlerin şikayetlerini ciddiye almamalı o halde. Onlar sessizlikile sessiz bir ortamda bulunmayı anlıyorlar; gürültünün olmadığı bir yerde, sessizlik içinde, sükûnet halinde ancak düşünmenin yola çıkabileceğini ve dahi dikkatlerini dağıtan yabancı konuklarla karşılaştıkları takdirde onların kendilerini düşünmekten alıkoyacaklarını sanıyorlar. Öyle ki sırf bu yanılgı yüzünden sessiz bir ortamda olmakla sessiz kalmak arasındaki farkı görmeyi beceremiyorlar. Düşünme gürültünün içinde de sessiz kalabilir; ihtiyacı olan sessizliği vâveylalar arasında da temin edebilir; yeter ki dile gelmeyi istemesin; yeter ki dilin ülkesini ziyaret etmemek konusunda kararlı davranabilsin; yeter ki sese dönüşmekten kaçınıp sessiz kalabilmeyi, sessizlik içinde, sükûnet halinde ancak yoluna devam etmeyi tercih etsin.
İfade istifade içindir. Burası doğru! İfade'deki faide'yi görmeli, istifade edilmedikçe ifade edilemeyeceği ve ancak ifade aracılığıyla faide elde edilebileceği unutulmamalı. Pekâlâ! Lâkin sormak gerekmez mi: Kim için?
Düşünme kendini ifade ettiğinde bu ifadeden kim istifade eder, kim faide temin eder? 
Elbette başkaları. Çünkü ‘faide’ de, ‘istifade’ de başkaları içindir; zira herşeyden evvel ‘ifade’ başkaları içindir. Başkası yoksa, düşünme kendisini ifade etmeye ihtiyaç duymaz; sessiz kalmakla yetinir, sesini çıkarmak istemez.
Düşünme dilin o bitmek bilmez davetlerini başkalarıiçin kabul eder; başkalarına ulaşmak için dilin kapısını çalar; başkalarına ancak dilin açtığı kapıdan geçerek ve onun kurallarına tâbi olmak koşuluyla ulaşabilir. Düşünmeyi sözün giysileri içinde ve sözün aracılığıyla tanımak arzusunda olanların düşünmenin özünü dilin içinde yakalayabileceklerini sanmaları bir yanılgı hiç kuşkusuz. Düşünme özünü sözcüklerde ele vermez; dilin ülkesinde bütünüyle açılıp saçılmayı beceremez; bilakis bir kez dilin ülkesine ayak basmaya görsün, sözcüklerin arkasında saklanmaktan başka seçeneği kalmaz. Görünürken görünmez hale gelmeyi başarır. Kalabalıkların arasına karıştığında düşünce düşlenebilir sadece. Evet, kalabalıkların içine düşünce, ‘düşünce’ düşlenebilir. Sözcüklerin arasında düşünmenin izlerini (düşünceyi) görmeyi becerenler, onu giysilerini giymezden önceki haliyle düşleyebilenlerdir.
Düşünce düşlenir.
Bu ifadeyi iki şekilde anlama imkânımız var: Birincisi isim haliyle, ikincisi fiil haliyle.

1) Düşünmenin izleri (düşünce), üzerini dilin ülkesinde sözcüklerle örtünce, onunla çaresiz düş aracılığıyla, düşlenmek suretiyle irtibata geçilebilir. Çünkü düşünce dile gelmekle düşünmenin konusu olmaktan çıkar, düşlemenin konusu haline gelir. Kimse düşünceyi çıplak haliyle temaşa etmez; o yabancıların arasında çıplak dolaşmaz; sözcüklerle örtünür; bunu kendisinden istifade edilmesi için yapar; başkalarının faide sağlamaları için yapar. Düşünce dildeki hâliyle işte bu nedenle düşünülemez; sadece düşlenebilir. Özünü görmek isteyenler düşünceyi düşünmenin kendi öz yurdunda görmeye çalışmalıdırlar; değilse düşlemekle yetinmelidirler.

2) Düşünce, düşülünce, yani kişi düşünmenin yurdundan ayrılıp sözcüklerin içine düşünce, faide ve istifade için ifadenin aracılığına başvurmak zaruretini hissedince, bir bakıma yola düşünce, yola çıkınca, kendi öz makamından daha aşağılara düşünce düşlenir. Düşmeyince düşlenilmez, aksine düşülürse düşlenir, düşülünce düşlenir, düşünce düşlenir. Düşünme kendini ifade etmekten kaçınabilirse, sözcüklere bürünmek yerine gözlerden ırak kendi yurdunda ve kendi haliyle yaşamayı seçerse niçin düşlenilsin ki?! Aşık maşukunu onun elini tutmuşken düşlemez. Düşünce kendi yurdunda düşün değil; düşünmenin konusu olmakla yetinmez mi? Pekâlâ yetinir ve bu nedenle düşünce ancak düşünce düşlenir; düşmezse düşlenilmeyip düşünülür.

Bakınız şâir, düşünceyi kendi yurdunda ziyaret etmeyi beceremeyip onu salt dil aracılığıyla kavrayan acemi düşünürlere başkalarını kınamamaları için nasıl öğüt veriyor:
Ehl-i irfanım diye kimseye ta‘n etme sen 
Defter-i irfana sığmaz söz gelir divaneden
Yani birkaç kitap okuyup düşünceyi o düşmüş haliyle, salt sözcükler aracılığıyla satırlarda tanımış olduğundan ötürü boş yere gururlanıp da başkalarını kınamaya kalkışma; birgün delinin biri çıkar ve sana öyle bir söz söyler ki o sözü okuduğun kitapların, bildiğin sözcüklerin, taradığın satırların hiçbirinde bulamazsın. Düşünmenin giymek için kendisine seçebileceği giysilerin miktarını hayal bile edemezsin. Düşünmenin izlerine (düşünceye) ancak sokaklarda rastladığını unutma! Düşünce tenezzül edip düşmüş ve sen de onu hiç değilse sokağa düşmüş haliyle görmüş iken nasıl olup da başkalarını kınarsın? Halbuki onunla kendi yurdunda tanışsaydın, tanışabilseydin şaşkınlıktan dilini yutup susardın ve asla konuşamazdın.
Düşünmenin sokağa düştüğünden kuşkulanamayacağımıza göre, niçin delinin birinin bütün keyfimizi kaçırmasından rahatsız olalım ki?
Delilerden rahatsız olmayalım; onların delirmiş olmalarını bir lütuf, bir rahmet olarak kabul edip sessizce divaneden bir an evvel defter-i irfana sığmaz sözlerin gelmesi için dua edelim.

BIRAK, KALBİN O KALBE SECDE ETSİN!

$
0
0

10 Şubat 2007

Bir hakikat talibi, irfan yolunda yürümeye azmettiği ilk günlerde, rüyasında kalbini secde ederken görmüş. Şaşırmış tabii. Hayretler içinde kalbinin secdeden kalkmasını beklemiş, beklemiş, beklemiş. Fakat kalbi bir türlü secdeden kalkmak bilmemiş. Ne yapacağını şaşırmış, kan ter içerisinde rüyasından uyanıvermiş. Çevresinde ne kadar tanıdığı bildiği, güvendiği zat varsa, huzurlarına gidip kendilerinden bu rüyayı tabir etmelerini istemiş. Fakat kimse rüyasını tabir etmemiş. Çünkü bu zatlar, bizzat tecrübe etmedikleri bir hadiseyi (kendilerinin görmekten mahrum oldukları bir rüyayı) yorumlamayı hiç de edeble mütenasib bulmamışlar. Derken, içlerinden biri, filan şehirde bir zat var, onun yanına git, belki o sana yardımcı olur, diye nasihatta bulunmuş. O da üşenmeyip o şehre gitmiş. Selâm verip huzura çıkınca, zihnini meşgul eden malum soruyu biraz dolaylı olarak sormuş:





— Efendim, demiş,kalp secde eder mi?

Şeyh efendi tebessüm edip kendisine şu cevabı vermiş:

— Elbette eder, hem de ebediyete kadar!






Bu cevap üzerine, Şeyh efendinin, düşünün kendisine düştüğü kimselerden olduğunu anlayıp bir daha o zatın yanından ayrılmamış.

* * *

Eylemek için önce istemek gerekir, eyleyebilmek için önce istemelisiniz.
İstediğinizi eyleyebilmek için, istemek yetmez, eyleyebilecek güce de sahip olmalısınız.
İrade ve kudret, bir fiilin olmazsa olmaz koşulu. Bunda kuşku yok! İsteğiniz ve gücünüz yoksa eyleyemezsiniz çünkü.
İstek gücü, güç ise eylemi meydana getirir.
İbadet de —tıpkı âdet gibi— bir nevi tekrardır. Bu iki tekrarlama işlemini birbirinden nasıl ayıracağız?
Sözgelimi sürekli yemeklerden önce el yıkamak ile namazlardan önce abdest almak arasındaki ayrımı mümkün kılan ölçüt nedir?
Eskiler, ibadet ile âdeti birbirinden ayırmak için zorunlu bir şartın varlığına işaret etmişler: niyet.
Yani eyleme bir şuurun, bir bilincin eşlik etmesi.
İbadet’i âdet’ten ayıran işte bu yönüdür: bilinçli yapılıyorsa, yani eyleme bir bilinç eşlik ediyorsa ancak, tekrarlanan o eylem ibadet vasfını kazanır.
Niyete hareket, hareket değildir, meyldir sadece, temayüldür. Hareketin anlamı, hareketin kendisinde değil, harekete geçiren sebepte, yani amaçtadır. Amacını bilmediğiniz bir harekete anlam veremezsiniz.
Bir eyleme anlam verebiliyorsak, bu, o eylemin amacını, yani eylem sahibinin niyetini kestirebiliyor oluşumuzdandır. Kestiremeseydik, anlam da veremezdik.


Bâyezid-i Bistamî, yıllarca durmadan usanmadan insanları Hakk’a davet ettim, demiş, nice zaman sonra arkamı dönüp baktım, bir de ne göreyim, hepsi beni geçmiş!


Kalbin secdesi, âzaların secdesi gibi değildir. İnsanın âzaları, yüzü ve elleri secdeye gider. Burası açık. Fakat âzalar secdeye gittiği gibi secdeden gelir de. Yani insan ne kadar secdeye kapanıyorsa, o kadar da secdeden kalkar. Kalkamayacak olduğunu bilen kaç kişi secdeye gider?
Azalar kalkabildikleri sürece secdeye kapanırlar. Kalp ise kalkmamak üzre ve kalkmamak niyetiyle secde eder. Bir kere secdeye kapanmaya görsün, bir daha kalkmaz, kalkmayı istemez, beceremez de zaten.
Ey talib, asıl marifet kalbin secdesidir, âzaların secdesinden maksad da kalbi secdeye davettir.
Sen bak bakalım, kalbin hiç secde ediyor mu?
Nedir secde, diye soruyorsun.
Bir kere daha söyleyeyim: Secde hiç olmaktır, hiçleşmektir.
Hiçleşmek ise, aslâ bir daha kalkamayacağın bir biçimde yüz sürmektir toprağa!
Sen bu secdenin izini, alınlarda değil, kalplerde ara!
Eğer bir kalpte bu türden bir secdenin izini buluyorsan, hiç tereddüt etme, yüz süreceğin toprağı bulmuşsun demektir.
O hâldeyken bırak kalbin o kalbe secde etsin!


KUR'AN'DA EŞ ve KADIN SÖZCÜKLERİNİN ANALİZİ

$
0
0

15 Ağustos 1998


Kur’an'ın hikmetlerini, Kur’an'ın mesajını Türkçe çevirilerin açtığı pencereden izlemeye çalışanlar, umûmiyetle Arap dilinin kendine mahsus inceliklerini küçümsemek eğilimindedirler. Arap dili bir yana, Kur’an dilini bile dikkate alanların sayısı pek azdır. Haliyle, bir dilden bir dile yapılan çeviri işleminin kaynak metindeki mânâ zenginliğini yok ettiğini savunanların mübalağa etmekle suçlanmalarını çok görmemek gerekir.
Gerçekte bu itirazların haklı tarafı yok da değildir. Ancak dinini ciddiye alan bir müslümanın, iman etmiş olduğu Kitab'ın dilini de ciddiye alması bir vecibedir. İşte bu nedenle Kur’an mütercimlerince özen gösterilmeksizin Türkçe'ye aktarılan iki sözcüğü misâl olarak vermek istiyorum: zevc ve imrae.







Kur’an her defasında Hz. Adem'in zevc(e)sinden bahsederken, buna mukabil Hz. İbrahim, Hz. Zekeriya, Hz. Lut ve Hz. Nuh'un, hatta Firavun ile Aziz'in إمراء (imrae)lerinden söz eder. 

Kezâ Kur’an'da زوج (zevc, çoğ. ezvâc) kelimesinin çok çeşitli kullanımları olduğu ve fakat dişil (zevce) formunun bulunmadığı ma‘lûmdur.





Bu kelimelerden ilkini (zevc) eşi, diğerini (imrae) ise karısı veya kadını diye Türkçe'ye çevirmek mümkün. Ne ki bu sözcükler, Kur’an mütercimlerinin çoğu tarafından gelişigüzel bir biçimde Türkçe'ye aktarılmış, meselâ imrâe sözcüğüne mukabil herhangibir tefrikte bulunmaksızın hatun, hanım, eş, karı, kadın sözcükleri kullanılmıştır.
Hz. İbrahim'in eşi ile Hz. İbrahim'in karısı demek arasında Türkçe açısından bir fark var mıdır?
Sözgelimi Türkçe'de Firavun'un eşi deseniz ne olur, Firavun'un karısı deseniz ne olur? 
Türkçe açısından hiçbir şey olmaz, zira bugün Türkçe'de, filânın eşi, karısı, hanımı gibi tâbirler umûmiyetle eşanlamlı olarak kullanılır. Ancak bazı bölgelerde (msl. İstanbul'da) eşi ve hanımı tâbirleri, karısı tâbirinden daha kibar bir kullanım olarak kabul edilir ve özellikle tek başına karı tâbirini kullanmak bir kabalıksayılır. [Bu tasavvur XX. yüzyılda oluşmuştur. Meselâ Ahmed Cevdet Paşa (öl. 1895) hâlâ yazma olarak bulunan Kur’an çevirisinde karı sözcüğünü hiç çekinmeden kadın anlamında ve sıklıkla kullanır.]

Peki Kur’an dilinde böylesi bir eşanlamlılık mevcut mu?

Hayır!

Çünkü Kur’an,
a. ihanet 
b. inanç farklılığı 
c. dulluk 
d. kısırlık 
gibi unsurların bulunduğu yerlerde zevc () sözcüğünü kullanmaz.

Aziz'in eşi demez, zira kadın kocasına ihanet etmiştir.
Firavun'un eşi, Lut'un eşi, Nuh'un eşi demez, zira bu kadınlar kocalarının dininden değildir (Firavun'un karısı mümin, diğer ikisi kâfirdir).
İmran'ın eşi demez, zira Hz. Meryem'in annesi duldur.
Kezâ İbrahim'in eşi, Zekeriya'nın eşi demez, zira her iki kadın da kısırdır. (Hz. Zekeriya evlât sahibi olmakla müjdelenince, Kur’an hemen onun hakkında zevc () sözcüğünü kullanacaktır.)

Zevciyyet (bir erkekle bir kadının birbirlerine eş olmaları, Kur’an diline göre,
a.sadakat 
b.muhabbet 
c.vilâdet 
d.nikâh
unsurlarından birinin eksik oluşuyla ortadan kalkar.

Sözgelimi sadakat yoksa (=ihanet) veya muhabbet kalmamışsa (=inanç farklılığı) zevciyyet (eşlik) karı-koca için kullanılabilir bir sıfat olmaktan çıkar ve kadın, kocasının eşi değil, karısı diye anılır.
Bu ikinci vasıftan, aşağılayıcı ve tahkir edici bir mânâ çıkarılmamalı, sadece bir dilin mantığının başka bir dilin mantığından farklı işlediğine dikkat edilmelidir.
Bu açıklamalardan sonra, sanırım şöyle bir suâl sormaya hak kazanmış sayılabiliriz:
Kur’an çevirileri, niçin bizleri bu incelikler karşısında duyarlı kılmıyorlar?
Bu suâlin doğru cevabını bulmak için, çeviriler karşısında daha eleştirel bir tutum takınmak ve böylelikle mevcut çevirilere lâyık olmadığımızı ispat etmek zorundayız diye düşünüyorum. Aksi takdirde Adem'in zevcesi tabirini okuyacak ve fakat, Hıristiyan geleneğindeki Havva'nın ihaneti sendromuna Kur’an'ın verdiği beliğ cevabı görmekten mahrum kalacağız. Kezâ Firavun'un karısı, Nuh'un karısı, Aziz'in karısı tabirlerini okuyacağız ve fakat dil'le muhtevanın, üslûbla mânânın bu denli yüksek seviyedeki izdivaclarına tanıklık yapma şansımızı kaybedeceğiz.
Bu seviyeye ulaşmak için çaba harcamaz, ucuz çevirilerin ruh sağlığına zararlı anlamları ile oyalanmayı sürdürürsek, hiçbirimizin, Firavun'un eşi, Lut'un hanımı, Adem'in karısı şeklindeki çevirilere istinaden Kur’an'ı anladığımızı, anlayabileceğimizi söylemeye hakkımız olmaz.
Bu çevirileri utanmadan önümüze getirenlerin, Kur’an'ı anlama, onun feyz u hikmetinden istifade etme seviyeleri bu olursa, çevirilere mahkûm edilen halkın seviyesi nice olur? Binaenaleyh bir-iki çeviriden birkaç ayet iktibas edip ahkâm kesenlere haksızlık etmeyi bırakalım da onların ellerine bu kötü çevirileri verenlerde hiç suç yok mu, bir de işin bu tarafına bakalım.

Bakalım ve merhûm Elmalılı'nın şu uyarılarına kulak verelim:
Öylelerini görüyoruz ki Kur’an'ı anlamıyor ve tefsîrlere müfessirlerin te’villeri karışmıştır diye onları da kaale almak istemiyor da eline geçirdiği tercümeleri okumakla Kur’an'ı tedkîk etmiş olacağını iddia ediyor, düşünmüyor ki okuduğu tercümeye âlim müfessirlerin te’vili değilse, cahil mütercimin re’yi ve te’vili, hatası, noksanı karışmıştır.
Bu satırların yazıldığı tarih 1935. Şimdi ise 2013 yılındayız.

Ne dersiniz, şimdi daha iyi bir durumda olduğumuz söylenebilir mi?


28 ŞUBAT MEALİ'NİN ELEŞTİRİSİ

$
0
0

26 Şubat 1999


Nuh'u da tahtalardan ve çivilerden oluşan gemiye bindirdik!
Siz böyle bir cümleyi bir belağat hârikası olan Kitabımıza yakıştırabilir, Cenab-ı Hakk'ın böylesine özürlü ifadeler aracılığıyla kullarına seslendiği iddiasını kabul edebilir misiniz?
Daha da ötesi, bu tür komik ifadeleri Kur’an ayetlerinin Türkçe çevirisi sıfatıyla bizlere sunan kimsenin, bizzat Diyanet İşleri Başkanımız olduğuna inanabilir ya da din ve diyanetimizden sorumlu makamın başındaki bu zâtın kefere kelimesinin bile anlamını bilmediğine hiç ihtimal verebilir misiniz?

Bu suallere cevabınız olumsuz ise, size bu yazıyı dikkatle okumanızı öneririm.

Dostlar alışverişte görsün!








Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın bir Kur’an Meâlihazırlamış ve yayımlamış olduğu, kamuoyuna ilk kez 14 Şubat 1999 tarihli Sabah gazetesinde yer alan bir haber-röportaj vasıtasıyla duyuruldu.

Yeni Kur’an Yok Sattı başlıklı bu haber-röportajda, sayın Başkan'ın “bir yıl geceli gündüzlü çalışarak Kur’an'ı yıllar sonra yeniden günümüz Türkçesine çevirdiği” bildiriliyor ve 10.000 nüsha basıldığı halde (piyasaya da sürülmemiş olmasına rağmen) yok sattığı söylenen bu çevirinin Genelkurmay eski Başkanı İsmail Hakkı Karadayı ile Türk Müslümanlığı kavramını gündeme getiren emekli Orgeneral Ahmet Çörekçi'ye hediye edildiği ise bilhassa vurgulanıyordu.





Bu arada sayın Başkan da eserinin özelliklerini sıralarken, “çevirisini sade bir Türkçe ile yaptığını, yorum getirmeyip ne anladıysa onu yazdığını ve vatandaşa tercih hakkı bırakmadığını” söylemiş ve eklemiş:
Kur’an'la vatandaşı başbaşa bıraktım!
Kendileri yayımladıkları çevirinin sunuşunda da şu bilgileri veriyorlar:
Hazırladığımız bu meâlde kullanılan dilin sade ve anlaşılır olmasına özellikle dikkat ettik. Okuyucuların, özellikle gençlerin meâlimizi daha iyi anlamaları için gerekli hassasiyeti gösterdik. İlmî, dinî, fıkhî bir yanlış yapılmaması konusunda titizlikle durduk.
Sayın Başkan'ın bu iddialarının hakikatle ne kadar kabil-i telif olduğu meselesi bir yana, dikkat ettik, hassasiyet gösterdik, titizlikle durduk gibi ifadeler ağızlarına dahi yakışmıyor.
Evet yakışmıyor, zira bugüne kadar ilmî seviyesini (!) test etmemize imkân verecek bir tek eseri dahi olmayan ve hepsinden önemlisi ilmî kariyeri sebebiyle değil, idarî(siyasî) marifetleri sebebiyle o makamı işgal etmekte olduğu bilinen sayın Başkan'ın Allah'ın Kitabı'nı 1 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde tercüme etmeye kalkışmaları bile, kendilerinin dikkat, hassasiyet, titizlik kelimelerini kullanacak en son kişi olduklarının bir delilidir. 
Bir yıl geceli gündüzlü çalıştığını iddia eden sayın Yılmaz'a sormak gerekmez mi:
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devletin mühim bir makamını işgal etmiş olan zât-ı âliniz, nasıl oldu da devlet ve millet hizmetinde harcadığınız mesâinizden vakit bulup da geceli gündüzlü çalışarak Kur’an'ı Türkçe'ye çevirebildiniz?
Bu tercüme resmî değil, şahsîbir çabanın ürünü ve üstelik Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları'ndan neşredilmeyip özel bir şirket (Kürsü Yayıncılık, İnş. Ticaret Ltd. Şti.) tarafından basılmış.
Hal böyleyken birileri çıkıp bu geceli gündüzlü çalışılan 1 yılın hesabını kendilerine sormayacak mıdır?
Hadi bu ifadenin bir mübalağa içerdiğini kabul edelim ve kendilerinin mesaî haricinde durup dinlenmeden çalışmış olduklarını varsayalım. Bu durumda dikkat, hassasiyet, titizlik kelimelerini nasıl açıklayacak, değil Kur’an'ın tamamını, Yâsin Sûresi'ni bile 1 yıldaçeviremeyeceği her halinden belli olan sayın Başkan'ı hangi gerekçeye binaen ciddiye alacağız?

Bu acelenin sebebi nedir?

Acaba sayın Başkan'ı bu denli acele ettiren asıl sebep neydi?
İlmî birikimleri hiç de müsait olmamasına rağmen, acaba niçin Allah'ın Kitabı'nı 1 yılgibi kısa bir süre içerisinde Türkçe'ye çevirmek cür’etinde bulundular?
Bu suallerin cevabını verebilmek için, elbette 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden beş ay sonra Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla iki genç ilahiyat asistanına (Hüseyin Atay-Yaşar Kutluay) görev verilerek 8-9 ay içinde (Kasım 1960-Ağustos 1961) hazırlattırılıp bastırılan Diyanet Meâli'ni hatırlamak icab ediyor. Çünkü bu Kur’an çevirisine de yine aynı şekilde yukarıdan gelen resmîbir emirle başlanmış ve kısa bir sürede bitirilmesi sağlanarak neşredilmişti.
Ne ilginçtir ki her iki çeviri arasında başka benzerlikler de var. Meselâ 27 Mayıs Meâli'nin ilk baskısı da piyasaya sürülmeyip hem o devrin komutanlarına hediye edilmiş, hem de bürokratlara bedava dağıtılmıştı. Nitekim 28 Şubat Meâli de 10.000 nüsha basıldığı halde piyasaya sürülmemiş ve hem komutanlara, hem de bürokratlara hediye edilmiştir. Ancak bu sefer —herhalde özel bir şirket bastığı için— farklı bir yol tutularak Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin bu çeviriyi zorla satın almaları sağlanmıştır.
Bizce bu yollara tevessül etmekten vazgeçilmelidir, zira bu durumda birileri tarafından, bir zamanlar, Kur’an'ın daha iyi anlaşılmasıyla ve Türkçe tefsirler yoluyla İslâmî terör olamayacağını kanıtlamaktan söz eden sayın Başkan'a (Aktüel, 8-14 Nisan 1993), “Diyanet personeline zorla meâl satılmasının islâmî terör (!) kapsamına girip girmediği sorulabilir.

Başkanlık ve mesuliyet

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz'ın yayımladığı Kur’an Meâli'ndeki hataları zikretmeden önce, esas itibariyle bu çeviriyi ilmî bir eleştiriye lâyık bulmadığımızı bilhassa belirtmek isteriz. Çünkü sayın Mehmet Nuri Yılmaz'ın ciddiye alınabilecek derecede ne Türkçesi, ne Arapçası, ne de Tefsir ve Tercüme İlmi'ne vukûfiyetivardır, binaenaleyh 1 yıl gibi kısa bir zaman içerisinde hazırlanmış bu çeviriyi bir tedkik ve tenkidin konusu yapmamızın en önemli nedeni, sadece sayın Yılmaz'ın işgal ettiği makam ve taşıdığı ünvandır.
Bir zamanlar merhum Rifat Börekçi'lerin, Şerefeddin Yaltkaya'ların, Ahmed Hamdi Akseki'lerin, Ömer Nasuhi Bilmen'lerin işgal ettikleri bu makam bugün bu derekelere düşürülmemeliydi ve bu makamı işgal eden zât, Allah'ın Kitabı hakkında böylesine boyunu aşan işlere kalkışmamalıydı. Nitekim sayın Başkan'ın bu lüzumsuz ve cür’etkâr teşebbüsü, gerek Diyanet, gerekse İlahiyatcâmiasına mensup birçok kıymetli ilim adamı tarafından esefle izlenmekte ve fakat mesele Allah'a havale edilip bu hususta sükût ihtiyar edilmektedir.
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır tarafından hazırlanan Hak Dini Kur’an Dili gibi muhalled bir eserin altında imzası bulunan bir kurumun Başkanı'nın Diyanet ve İlahiyat câmiasının başını öne eğdirecek bir çeviriyle kamuoyunun önüne çıkmasının, hiç kuşku yok ki eleştiriyi gerekli hâle getiren bir hususiyeti vardır. İşte bu hususiyete binaen bu eleştiri yazısı kaleme alınmış ve fakat yer darlığı sebebiyle tesbit edilen yüzlerce hatadan sadece bir kısmına işaret etmekle yetinilmiştir.

Türkçe'ye vukûfiyetsizlikten kaynaklanan hatalar

Sayın Başkan'ın Türkçesi hakkında bir fikir sahibi olabilmek için beş-on dakikalik bir beyanâtını dahi kendi sesinden dinlemenin yeterli gelebileceği düşünebilirse de Türkçe'ye vukûfiyet derecelerini eldeki çeviriye istinaden tesbit etmek daha isabetli olacaktır.
 Nuh'u da tahtalardan ve çivilerden oluşan gemiye bindirdik! (Kamer: 13) 
 Şüphesiz bunda aklı olan veya huzurlu bir kalp ile kulak veren kimse için elbet ders vardır! (Zariyat: 37) 
 Namaz için gece kalk; uyuyacağın birazı hariç. (Müzzemmil: 2) 
 Allah da biliyor ki sen O'nun şüphe götürmez peygamberisin! (Münafikun: 1) 
 Sudan bir insan yaratarakaralarında soy ve akrabalık bağları kuran O'dur! (Furkan: 54) 
 Boyun eğme, her çok yemin eden aşağılanmışa. (Kalem: 10) 
 Gerçektenşu beyinsizimiz Allah hakkında pek saçma şeyler söylüyordu. (Cin: 4) 
 İşte sana gerçek olarak anlattığımız bunlar, Allah'ın varlığının delilleridir. (Casiye: 6) 
 İçimizden birisi olan bir insana mı uyacağız? (Kamer: 24) 
 Şüphesiz bu Allah'tan korkanların dışındakilere ağır gelir. (Bakara: 46) 
 ... demiştiniz de gözünüz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı. (Bakara: 55) 
 Allah'a karşı gelmekten korkanlardan olabilmeniz için... (Bakara: 63) 
 Doğrusu insanlar için kurulan ilk mabet, Mekke'deki kutsal ve âlemlere hidayet olan Kâbe'dir. (Âlu İmran: 96) 
 Müminlerden özür sahibi olanlar dışında oturanlar ile mal ve canlarıyla Allah yolunda savaşanlar eşit olmaz. (Nisa: 95) 
 Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından bir yaşama, bir selam verin! (Nûr: 61) 
 Şüphesiz o Kur’an şerefli bir peygamberin Allah tarafından gönderilme, sözüdür. (Hakkâ. 40)
Arapça'ya ve Tefsir İlmi'ne vukûfiyetsizlikten kaynaklanan hatalar

Aşağıdaki misallerde ayrıca Türkçe zaaflarına işaret etmeye gerek görülmemiştir.
Şüphesiz benim bildiğimi siz bilemezsiniz. (Bakara: 30)
Muhakkak ki ben sizin bilemeyeceklerinizi bilirim” şeklinde Türkçe'ye çevrilebilecek olan ibarenin grameri mütercim tarafından hiç anlaşılmamış ve bu nedenle ayet tamamen yanlış çevrilmiştir.
 Hendeğe atılanlar öldürüldü. (Buruc: 4)
Öldürüldü” şeklinde çevirilen قُتِلَ fiili, kahrolsun anlamına gelmekte, ashab-ı uhdud ile de hendeği atılan müminler değil, bilakis müminleri hendeğe atanlar kastedilmektedir.
 Çok olmakla övünme yarışı kafanızı o kadar meşgul etti ki nihayet kabirleri ziyaret edip onları bile saymaya kalkıştınız.(Tekasür: 1-2)
Cümlenin ilk kısmı tamamen yanlış tercüme edilmiştir.
İkinci kısma gelince, “... ölüleri saymaya kalkışmak” ifadesinin Kur’an'da hiçbir karşılığı bulunmamaktadır.
حَتَّى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ (kabirleri ziyaret etmek) ifadesi ise Arapça'da ölmekten kinayedir ve mezara girene/ölene kadar... anlamına gelir.
 Allah'ın size geçiminiz için verdiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. O mallarla onları besleyin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin! (Nisa: 5)
Beyinsizler diye Türkçe'ye çevrilen السُّفَهَاء kelimesi, esasen kendi başlarına menfaatlerini takdir edemeyecek durumda olan, yani yasal olarak vesayet altında tutulması icab eden yetimler (çocuklar) mânâsındadır ve bu siyak içerisinde hakaret (!) anlamı taşımamaktadır.
 Elbiseni temiz tut, kötü şeyleri terket. (Müddessir: 4-5)
“Nefsini arındır ve şirkten kaçın!” anlamına gelen bu ayetlerdeki ثِيَابَ ve الرُّجْزَ kelimelerinin birer deyim oldukları hiç farkedilmemiştir.
 Üzerlerine ebabil kuşlarını salıverdi. (Fil: 3)
طَيْرًا أَبَابِيلَ terkibi bir kuş cinsine işaret etmez ve sürü sürü kuşlar(kuş sürüleri) anlamına gelir.
 Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, onlara [müşriklere] gizli muhabbet besliyorsunuz demektir.(Mümtahine: 1)
Ayetin aslında burada söylenenin tam tersi kastedilmiştir. Mütercim, ilk cümlenin cevabının hazf edilmiş olduğunu anlayamamış, herhangibir tefsire bakıp işin doğrusunu öğrenmeyi de akıl edememiştir.
 İnkâr edenlere gelince, onları uyarsan da uyarmasan da birdir, onlar imana gelmezler. (Bakara: 6; krş. Münafikûn: 6)
Kâfirleri uyarıp uyarmamak nasıl bir olur?
Mütercim bu ve diğer ayette ne söylenmek istendiğini anlamamıştır. Burada kastedilen uyarıp uyarmamanın onlarcabir olduğudur (سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ), yoksa uyaran açısından mesele hiç de böyle değildir.
 Allah rızası için .... mal veren... (Bakara: 177)
Doğrusu, “sevdiği halde/sevmesine rağmen... mal veren” olacaktır. Mütercim, zamirin merciini takdir, harf-i cerin işlevini (عَلَى حُبِّهِ) tayin edememiştir.
 Ey Nuh, eğer bu davaya son vermezsen mutlaka taşlanmışlardan olacaksın, dediler. (Şuara: 116; krş. Duhan: 20)
“Taşlanmışlardan olmak” şeklinde bozuk bir biçimde Türkçe'ye çevirilen لَتَكُونَنَّ مِنَ الْمَرْجُومِينَ ibaresi taşlanarak katledilmekten kinayedir ve katledileceksin/öldürüleceksin demektir.

Bir gazete yazısında Arapça'nın ve Tefsir İlmi'nin inceliklerine daha fazla dalmayı gerekli bulmadığımız için şimdilik bu misalleri yeterli buluyoruz.

[Hatalı çevirilere misal teşkil etmesi bakımından ayrıca bkz. Bakara: 5, 25, 28, 118, 120, 171, 285; Âlu İmran: 7, 16, 42, 44, 71, 83; Nisa: 70, 80; Mâide: 6, 46; Araf: 85; Ahkaf: 11, 14, 17, 35; Hucurat: 14, Zariyat: 7-8; Vâkıa: 51; Hadid: 3; Kalem: 1-2; İnsan: 1; Mürselât: 6-7; Nebe: 1-3, 9; Naziat: 3-4; Tekvir: 7, 22; İnfitar: 9, 17-18; Beled: 3; Tin: 1; Alak: 4; Kadr: 4; Maun: 1, Tebbet: 4]

Ciddiyetsizlikten kaynaklanan hatalar

Sayın Başkan'ın çevirisinde yüzlerce tashih hatası bulunmaktadır ve bunun da eseri alelacele neşretmek isteğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Bu acelecilik, tashih hatalarının yanısıra pek tabii ki birçok anlam kaymalarına ve tekrarlara sebebiyet vermiştir.

İşte birkaç misal:
 Yoksa Allah'a karşı bir şey mi söylüyorsunuz?(Bakara: 80)
Ayetin aslında geçen bilmediğiniz ifadesi atlanmıştır: “bilmediğiniz birşeyi mi...”
 Size vadedilen yakın mıdır, yoksa Rabbınonun için uzun bir süre mi koyacaktır? (Cin: 25)
Doğrusu, “yoksa Rabbim...” olacaktır.
 Sonra göre göre bunu ikrar etmiştiniz; buna siz şahitsiniz. (Bakara: 84)
Ayetteki göre göre ile siz şahitsiniz ifadelerinden biri gereksizdir.
 Ey Muhammed, onun için sen bizi anmaktan yüz çevirip de sadece dünya hayatını isteyen kimseden sen de yüz çevir. (Necm: 29)
İtalik dizilen kelimelerden biri gereksizdir.
 Kim samimi olarak yüzünü Allah'a tertemizteslim ederse... (Bakara: 112)
Ayetteki samimi olarak ile tertemizifadelerinden biri gereksizdir.

İşgüzarlıktan kaynaklanan hatalar

Sayın Yılmaz, bir kelimenin anlamının değiştirmenin ve/veya korumanın ne denli önemli ve tehlikeli bir müdahale anlamına geldiğini takdir edemediğinden olsa gerek ki Kur’anî tabirleri standartlaştırma yoluna gitmiş ve meselâ ez-Zikr, en-Nûr, el-Hadîs kelimelerinin yerine birçok defa (msl. Talak: 10, Hicr: 9, Kalem: 51; Teğabün: 8; Kehf: 6; Kalem: 44) ve lüzumsuz yere Kur’ankelimesini koymuştur. Kezâ er-Ruhkelimesini Cebraille (msl. Mearic: 4); buna mukabil en-Nüfûs kelimesini ruhla (msl. Tekvir: 7); rükû, secde-sücûd kelimelerini namazla (msl. Mürselât: 48); ümmî kelimesini okuryazarlığı olmamakla (msl. Bakara: 78; Cuma: 2), küfür-kâfirkelimelerini ise inkârla (msl. Bakara: 28) tercüme etmeyi bir marifet bilmiş, Kur’an'ın kullandığı kelimelerin kendi siyakları içerisinde farklı vurgulara sahip olabileceklerini (el-vücûh ve'n-nezâire dâir incelikleri) bir türlü takdir edememiştir.
Oysa Diyanet İşleri'nde vazife yapmakta olan hocaefendilerden hiç değilse birkaçına danışmak fetanetini gösterselerdi, sanırız onlar kendisini bu cüretkâr müdahaleler konusunda uyarırlar ve belki de aralarından bir-iki hamiyet sahibi çıkıp kendisine bu işten vazgeçmesini salık verirlerdi.

Halkın ihtirasa değil, cehd u gayrete ihtiyacı var!

Allah'ın Kitabı'nı kendi dillerinde okumak ve anlamak hiç kuşkusuz ki bu milletin hakkıdır ve ciddi bir Kur’an çevirisi hâlâ bu ülkenin insanları için en önemli ihtiyaçtır. Lâkin kopyalamayöntemiyle ve alelacelehazırlanmış çevirilerle bu ihtiyacın karşılanması mümkün değildir. Nitekim Allah'tan ve Ahiret Günü'nden korkan ve Kur’an-ı Kerim gibi âlemlere rahmet olarak indirilmiş bulunan bir Kitab'ı tercüme etmenin güçlüğünü takdir edecek durumda olan kimselerin bu hakikati hiç tereddütsüz kabul edeceklerine inanıyoruz. Bu bakımdan Kur’an çevirileri, siyasî iradenin veya ticarî ihtirasın sun‘î zorlamalarıyla değil, ilim ehlinin tabii gayretleriyle ortaya çıkmalıdır.
Diyanet İşleri Başkanı sayın Mehmet Nuri Yılmaz'ın bu yazıda tenkid konusu yaptığımız teşebbüsüne gelince, hiç kuşku yok ki milletin irfanı bu çeviriyi lâyık olduğu yere yerleştirecek ve tarihde bu konudaki kesin hükmünü verecektir. Huzur-u Mahşer'de ise başımıza ne geleceğini hiçbirimiz bilemeyiz!

* * *

          T.C.
      Zeytinburnu
Cumhuriyet Başsavcılığı
   Hazırlık no: 1999/4435
   Karar no: 1999/2233

TAKİPSİZLİK KARARI

Davacı: K.H
Müşteki: Mehmet Nuri Yılmaz
Sanıklar: 1- Ali Teker; 2- Dücane Cündioğlu
Suç: Basın yolu ile hakaret
Suç tarihi: 26.2.1999

26 Şubat 1999 tarihli Yeni Şafak gazetesinin 9. sayfasında Dücane Cündioğlu tarafından yazılan Diyanet İşleri Başkanı Kur’an Meâli Hazırlayabilir mi? başlıklı makalenin içeriğine göre sözkonusu yazıda yazarın ifadede kullandığı gerek cümle ve kelimelerin herbiri, gerekse yazının bütünü normal eleştiri sınırlarını aşan bir kasdı ihtiva etmediği görülmekle, düşünce özgürlüğü mevcut olan ve demokrasi ile idare edilen ülkelerde bu tür eleştirilerin doğal sayılması gerekeceğinden suçun yasal unsurları oluşmadığından sanıklar hakkında takibat mahalline itirazı kabil olmak üzere kararın müşteki ve sanıklara tebliğine karar verildi. 23.6.1999

Zeytinburnu C. Savcısı


PARANTEZSİZ MEAL'İN ELEŞTİRİSİ

$
0
0

21 Temmuz 1998 

Kitap Dergisi'nin son sayısında (sy. 92), Yaşar Nuri Öztürk'le yapılan uzunca bir söyleşi yer alıyor. Söyleşi'nin en ziyade dikkatimi çeken tarafı, sayın Öztürk'ün şu sözleri oldu:







Ben eleştiriye hasretim. Keşke birileri beni eleştirse de istifade etmiş olsam!








Sayın Öztürk, kendisinin eleştirilmediğini, bilakis kendisine küfür, hakaret ve hatta iftira edildiğini söylüyor.
Haksız sayılmaz; zira yazılıp çizilenlerin ekseriyeti, gerçekten de bu nitelikte. Oysa eleştiri başka, sövmek başka bir şeydir. Bu tesbite binaen, kendilerinin, hasretle eleştirilmeyi bekliyorum, şeklindeki sözlerini, ciddi ve samimi bir davet olarak kabul edip neşretmiş oldukları Kur’an çevirisi hakkındaki eleştirilerimi yazmaya karar verdim. İnşaallah bir yararı olur.
Önce şu parantezsiz meâl iddiasını ele alalım. Çünkü sayın Öztürk, her defasında, parantezsizoluşunu, kendi çevirisinin müsbet bir özelliği olarak sunuyor:

Yorumlardan arındırarak, tek bir paranteze dahi yer vermeden, Kur’an metnine en küçük bir ekleme yapmadan, herkesin anlayacağı Türkçe'yle...

Bu iddianın doğru olup olmadığını anlamak için sayın Öztürk'ün Kur’an çevirisine şöyle bir göz gezdirmek yeterli:

· İnsanı embriyodan/ilişip yapışan bir sudan/sevgi ve ilgiden yarattı. (Alak: 2)

10 kelimeden oluşan bu cümlenin orijinali 4 kelimedir.

· Andolsun zamana/çağa/gündüzün iki ucuna/sabah namazına/ikindi vaktine/Asr-ı Saadet'e ki... (Asr: 1)

12 kelimeden oluşan bu ayet çevirisinin orijinali 2 kelimedir.

· Çöktüğü zaman karanlığın/gelip çattığı zaman göz perdelenmesinin/tutulduğu zaman ayın/battığı zaman güneşin/taştığı zaman şehvetin/soktuğu zaman yılanın/ümit kırdığı zaman musibetin şerrinden. (Felak: 3)

25 kelime'den oluşan bu ayet çevirisinin orijinali 6 (evet yanlış okumadınız tam ‘altı’) kelimelik bir yan-cümleciktir.

Burada kaynak-metin'le amaç-metin arasında sözcük eşlemesi yapıyor değilim. Çünkü bir dilden başka bir dile çeviride kelime sayısının farklılaşması gayet tabiidir. Ancak yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere sayın Öztürk, bir kelimeyi, bir cümleyi bir anlam yığını ile karşılamış ve üstelik çevirisini, “yorumlardan arındırdığını” ve “Kur’an metnine en küçük bir ekleme yapmadığını” iddia etmiştir. Oysa parantezsiz meâl iddiası sözde bir iddiadır ve aradaki fark (evet tek fark) parantezişareti yerine, eğik çizgi işareti kullanmaktan ibarettir.
Sayın Öztürk, şimdi tüm samimiyetimle ve makul bir cevap almak amacıyla size soruyorum:
Çeviriniz bu tür örneklerle mâlâmâl iken, nasıl olup da bizlerden, “yorumlardan arınmış bir çeviri yaptığınıza” ve “Kur’an metnine bir tek kelime bile katmadığınıza” inanmamızı bekliyorsunuz?
Bir dilden bir dile gerçekleştirilen çeviri işleminin, yorumdan bağımsız bir süreç olarak tanımlanamayacağı hakikati karşısında öne sürebileceğiniz bir tek makul gerekçe var mıdır?
Lütfen açıklar mısınız, bir tek alak sözcüğü için, hem “embriyo”, hem “ilişip yapışan bir su”, hem de “sevgi ve ilgi” anlamlarını nereden buldunuz? Bunların üçü de üç ayrı yorum değil midir?
Öyledir; zira birincisi, Bilimsel Yorum (et-tefsir'ul-ilmî) ekolünün icad ettiği bir anlamdır ve icad tarihi henüz yarım asrı bile bulmamıştır. İkincisi, alak kelimesinin klasik tefsir kitaplarında mevcut lugavî anlamıdır. Üçüncüsü ise, Simgesel Yorum (et-tefsir'ul-işârî) ekolünün, hadi biz buna “tasavvuf ehlinin” diyelim, verdiği bir anlamdır.
Kezâ, bir tek asr sözcüğü için bu kadar karşılığı nereden bulduğunuzu sormak hakkımız değil mi? Bu karşılıklar Kur’an tefsirlerinden bulunulup getirilmedi mi? Bu sözcük (asr) için, “ikindi vakti”, “sabah namazı” ve “asr-ı saadet” karşılıklarını, hangi usûle istinaden aynı cümle içerisinde kullanıyorsunuz ve diğer üç anlamın yanısıra bu üç anlamı da, doğru olup olmadıkları bir yana, aynı anda aynı sözcüğün karşılığı olarak nasıl düşünebiliyorsunuz? Üstelik Kur’an metnine, tefsirlerdeki onca yorumu parantezişareti yerine eğik çizgi işareti aracılığıyla yerleştirdiğiniz halde, metne en küçük bir ekleme yapmadığınızı nasıl iddia edebiliyorsunuz?







Bunun bir yorum meselesi olduğunu söylemeyiniz; zira siz, eserinize Türkçe yorumdeğil, Türkçe çeviri sıfatını vermiş bulunuyorsunuz. Üstelik benim gibi, her çevirinin bir yorum olduğuna da inanmıyor, bilakis çevirinizi yorumlardan arındırdığınızı iddia ediyorsunuz.







Gördüğünüz gibi, size hakaret etmiyorum, sizi küfürle, dalâletle suçlamıyorum ve size iftira da atmıyorum. Sizi sadece eleştiriyorum ve parantezsiz meâlinizin yorumlardan arındırılmış olduğuna dâir iddianızın gerçeğe aykırılık taşıdığını, daha da önemlisi çevirinizin çok ciddi hatalar içerdiğini söylüyorum.
Örnekler vermeye devam edeceğim.

* * *
23 Temmuz 1998

Önceki yazımda, sayın Yaşar Nuri Öztürk'ün Kur’an çevirisini eleştireceğimi söylemiş, sonra da parantezsiz olmakla ve “yorumlardan arındırmak ve Kur’an metnine en küçük bir ekleme yapmamak” iddiasıyla halka sunduğu Türkçe çevirinin, bu iddiasını nakzedecek örneklerle dolu olduğu iddiasında bulunmuştum.
İddiamı delillendirmeye devam ediyorum:

· Onların kafa gözleriüstünde perde vardır. (Bakara: 7)

Ayette geçen ebsar sözcüğüne, ‘kafa gözü’ anlamı verilmiş. Bununla kafadaki (!) göz kastediliyor olsa gerek. Oysa sadece ‘göz’ demek yeterliydi. Çünkü sadece diğerleri (msl. “kalp gözü”) izafetle kullanılır. Üstelik kafadaki (!) göz'ün Arapça'daki karşılığı da ebsar(tekili ‘basar’) değil, ayn'dır. Kafirler de a‘mâ değildir; yani perde onların kafa gözlerinde değil, kalp gözlerindedir.

· Temiz bir toprakla teyemmüm edin. (Mâide: 6)

Kur’an'da geçen teyemmüm sözcüğü, fıkıh'taki teyemmümteriminden farklı bir anlam taşır: yönelmek, kasdetmek, aramak.
Buradaki hata, fıkhî terminolojiyi ezbere kullanıp Kur’anî anlamı dikkate almamaktan kaynaklanmıştır.

· Temizle giysini! (Müddessir: 4)

Ayette geçen siyab sözcüğüne ‘giysi’ anlamı verilmiş ve ayetin Kur’an'ın ilk inen pasajlarından birine ait olduğu nedense gözden kaçmış.
Bu hata, tefsir kitaplarında yer alan fıkhî yorumun gözü kapalı tekrarlanmasından kaynaklanmaktadır; zira bu kelime nefis'ten kinaye olarak kullanılır. (Doğru çeviri şöyle olmalıydı: Nefsini arındır!)

· İnkârları yüzünden gönüllerine buzağı içirildi. (Bakara: 93)

Bu cümle yanlış değil, anlamsızdır. Orijinal deyim, doğru (anlamlı) bir biçimde Türkçe'ye çevrilememiş. Keşke bir açıklama yapılsaydı.

· Üzerlerine zillet, eziklik ve yoksulluk damgası vuruldu. (Bakara: 61)
· Başları avuçları arasına düşürülüp de... (A‘raf: 149)

Bu hatalı çevirilerin de sebebi aynıdır: emek sarfetmemek ve standart çevirilerdeki yanlışları tekrarlamak.

· Şu iğreti hayatın durumu gökten indirdiğimiz suya benzer. (Yunus: 24)

Dünya hayatının (=iğreti hayatın) durumu suya benzemez. Bu çeviri hatalıdır ve ayetin grameri yanlış çözümlenmiştir; zira sayın Öztürk, metinde ne söylenmek istendiğini anlamamıştır.

· Her insanın uğursuzluk kuşunu boynuna takmışızdır. (İsrâ: 13)

Tâir sözcüğüne başka çevirilerde ‘amel kuşu’ anlamı verilmektedir. Oysa Türkçe konuşulan memleketlerde bu cins kuşlar (!) bulunmamaktadır; insanların boynuna uğursuzluk kuşunun nasıl takıldığı da ayrı bir meseledir.
Sayın Öztürk'ün, Elmalılı'nın çevirisinden etkilendiği, ama tefsirine bakmaya ihtiyaç duymadığı anlaşılıyor.

· Elini boynuna asma. Ama onu büsbütün de açma. Sonra kınanır, hasret içinde bir köşede büzülüp kalırsın. (İsrâ: 29)

Yasaklanan davranışla âkibeti arasındaki ilgi boşlukta kalmaktadır. Niçin insan elini boynuna astığı ya da açtığı için bir köşede büzülüp kalsın?
Bu garabetin sebebi, ayetteki deyimselliğin ustaca Türkçe'ye aktarılamamış olmasıdır.

· Sizin için davarlardan sekiz çift indirmiştir. (Zümer: 6)

Allah Teâlâ bu davarları nereden indirmiştir? Davar, indirilen bir şey midir? Bu Türkçe cümleyi okuyan bir kimse ne anlar? Bu hata, inzâl-tenzîl (=indirmek) fiilinin kök anlamını dikkate almamaktan kaynaklanmıştır.
Şayet standart çevrileri tekrarlamak yerine biraz zahmete girilseydi, okur, Kitabullah'a lâyık görülen bu garabet karşısında şaşırıp kalmazdı.

· Ve doğurana ve doğurduğuna da yemin olsun ki... (Beled: 3)

Bu ayette kimler üzerine ve niçin yemin edilmektedir: doğuran kimdir, doğurulan kimdir? Meselâ anneler mi kastediliyor? (Böyle olsaydı eril/müzekker form seçilmez, vâlidve veled sözcükleri kullanılmazdı.) Bu ihtimali tercih edersek, annelere ve çocuklara yemin edilip biyolojik bir olguya dikkat çekildiğini nasıl temellendireceğiz? Üstelik klasik müfessirlerin, ayette Hz. İbrahim'le Hz. İsmail'in kastedildiğine yönelik tevcîhlerini hangi gerekçeyle görmezden geleceğiz?
Özetle buradaki zaaf, ayette ne söylenmekte olduğunu anlamaya çalışmak yerine, diğer Türkçe çevirileri tekrarlamaktan kaynaklanmıştır.
Şimdilik yeterli olduğu düşüncesiyle örnekleri artırmaya lüzum görmüyorum. Çünkü çeviri hatalarını göstermenin yanısıra, “bir dilden bir dile gerçekleştirilen çeviri işleminin, yorumdan bağımsız bir süreç olarak tanımlanamayacağı” şeklindeki kanaatimi de bu vesileyle bir kez daha delillendirmiş olduğumu sanıyorum.


Sayın Öztürk! Allah'ın Kitabı'nın bir tek ayetinin bile sizin kişisel hatalarınız yüzünden yanlış anlaşılmasına gönlünüzün razı olmayacağına, olamayacağına inandığım için bu eleştiri yazılarını kaleme aldım. Gördüğünüz gibi size hakaret etmedim, sizi küfürle, dalâletle suçlamadım ve size iftira da atmadım. Sizi sadece eleştirdim ve parantezsiz meâlinizin yorumlardan arındırılmış olduğuna dâir iddianızın gerçeğe aykırılık taşıdığını, daha da önemlisi çevirinizin çok ciddi hatalar içerdiğini söyledim. Bazı delillerimi de sıraladım. Takdir sizin.

* * *
25 Temmuz 1998

Eleştirilerime, kaldığım yerden devam ediyorum:

· Bilip durduğunuz halde gerçeği gizliyorsunuz. (Bakara: 42)

Doğru çeviri, "bile bile hakkı gizlemeyin!” şeklinde olmalıydı. Bu hata, fiilin yapısına (nehy ifade ettiğine) dikkat etmemekten kaynaklanmıştır. Bazıları, bu kadar basit bir cümleyi bile Türkçe'ye çevirmeyi beceremediğine bakıp mütercimin Arapça bilgisinden kuşkulanabilirler.
Bence bu kadarı haksızlık olur. Çünkü hatanın asıl sebebi bilgisizlik değil, ciddiyetsizliktir.

Aldatıp oyaladı o çokluk yarışı sizleri, öyle ki ziyaret edip saydınız kabirleri. (Tekâsür: 1-2)

Ayetin aslında “kabirleri saymak” mânâsını akla getirecek değil bir kelime, bir îma bile bulunmamaktadır. Mütercim, tefsir kitaplarında yer alan zayıf bir rivayete teslim olmuş ve okuru —çoğu piyasa çevirilerinde olduğu gibi— bu çarpık anlamla karşı karşıya bırakıvermiştir. Oysa “kabirleri ziyaret” tabirinin, ölmekten kinaye olduğu bilinseydi, belki o zaman ayetin, “Mezara girene (=ölene) değin mal-mülk biriktirmek sevdası peşinde koştunuz; ömrünüzü servet sahibi olmak yolunda tükettiniz” anlamına geldiği anlaşılabilirdi. Ne ki sayın Öztürk'te, iddialarına muvazi bir cehd u gayret görülmüyor.

· Kadınlarınızı diri bırakıyorlar/kadınlarınızın rahimlerini yoklayıp çocuk alıyorlar/kadınlarınıza utanç duyulacak şeyler yapıyorlardı. (Bakara: 49)

Bizce, sayın mütercimin, bu kadınlara neler yapıldığına bir an evvel karar vermesi gerekir.

· Rabbimizin adı/kudreti/işi/gayreti çok yücedir. (Cin: 3)

Rabbimizin nesi yüce imiş: adı mı, kudreti mi, işi mi, gayreti mi? Önce işin doğrusu öğrenilmeli, sonra çeviri yapılmalıdır.
Çeviri yapılmış, ama doğrusu öğrenilmemiş.

· Andolsun çekip koparanlara/yay çekenlere/kuyudan su çekenlere/bağsız-bekçisiz koşan atlara/ayrılık yüzünden hasret çekenlere/daldırıp daldırıp çıkaranlara. (Nâziât: 1)

Üç kelimeden (ve'n-nâziâti garkan) oluşan bu ayette kimlerin üzerine yemin ediliyor? ‘Yay çekmek’, ‘kuyudan su çekmek’ ve ‘hasret çekmek’ mefhumları arasında, çekmek sözcüğünden gayrı ne gibi bir münasebet vardır?
Bu tür sözcük oyunları, bize göre münasebetsizcedir.

· Andolsun rahatça, incitmeden çekenlere/düğümü hünerle çözenlere/bir yerden bir yere gidenlere/coşkuyla iç çekenlere. (Nâziât: 2)

“Rahatça, incitmeden çekmek” ile “coşkuyla iç çekmek” mefhumları arasındaki bu alâkasızlık, tek kelimeyle insana ah çektirecek cinsten.

· Andolsun ki biz sana ikişerlerden/ikililerden/ iç içe kıvrımlar halindeki çift mânâlılardan yedi taneyi... verdik. (Hicr: 87)

Mütercimin, ayetlerin mânâ ve medlûllerini kavramakta zorluk çektiği çok açık. Türkçe'den de pek nasibi olmadığı ortada. Fakat buna rağmen, ziyadesiyle cüretkâr. Kendileri, Kitabullah'ı böylesine gülünç kılıklara sokmanın vebalini oturup bir düşünmeliler.

· Andolsun o ardarda gönderilenlere /meleklere/rüzgarlara/vahyin bölümlerine /kalplere inen doğuşlara... (Mürselât: 1)

Yorumlardan arındırmak, şeklindeki iddiasıyla çelişse de bu lüzumsuz eklemeleri, mütercimin okura yardımcı olmak istediği şeklinde bir hüsn-i teville açıklayabilir miyiz?

Çevirisi aşağıdaki gibi garabetlerle dolu olmasaydı, belki bu yola gidilebilirdi:
· Rabbinin arşını, o gün onların üstündeki sekiz taşır. (Hâkka: 17)
· Üzerinde ondokuz vardır onun. (Müddessir: 30)

Sayın mütercim, anlamadığı cümleleri anlamlı bir şekilde ifade edemeyeceğini bir türlü kavrayamıyor. Çünkü kendisi, bu sekiz, ondokuz gibi rakamların mânâsını ya biliyordur, ya da bilmiyordur. Biliyorsa niçin yazmamış, bilmiyorsa neden çeviri gibi ciddi bir işin altına girmiş? Burası Türkiye, diye mi?

· O kıvılcım sanki sarımtırak bir halat/bir deve kervanı/bakırdan bir ip gibidir. (Mürselât: 33)

Soru: Bu kıvılcım neye benziyor?
Cevap: Hem deve kervanına, hem bakırdan bir ipe, hem de sarımtırak bir halata.

Birileri mütercime, Kur’an'daki İslâm bu mu, diye sorsa, ne cevap verecek gerçekten merak ediyorum.

· Cinsiyet organlarını koruyanlardır onlar. (Mü’minûn: 5)
· Bunlar, cinsiyet organlarını titizlikle korurlar. (Meâric: 29)

Mütercimin bu müstekreh ifadeleri savunmaya kalkışacağını sanmıyorum; zira birileri bu takdirde kendisine, füruc sözcüğünü niçin başka yerlerde şöyle çevirmiş olduğunu sorabilirler: ırzlarını/bellerini, ırzlarını/eteklerini (Nûr: 30-31)

İsterseniz biraz da şu cümleler üzerinde düşünelim:
· Meryem'in oğluyla annesini birer ayet kıldık. (Mü’minîn: 50)

Yani: Meryemoğlu'nu (İsa'yı) ve annesini (Meryem'i)...

· Allah'ın eceli geldiğinde ertelenmez. (Nuh: 4)

Yani: Allah'ın takdir eylediği ecel gelince...

Bir de şu örneklere bakalım:
· Sağ elindekini yere bırak. Onların sanayi olarak ortaya çıkardıklarını yalayıp yutsun. Onların sanayi olarak ürettikleri sadece bir büyücünün hilesidir. (Tâhâ: 69; krş. Hûd: 16)
· Barışa yönelik değer üretenler (Bakara: 25); barışçıl amel sergileyenler (Hûd: 11; krş. İnşikak: 25; Beyyine: 7). 

Mütercimin, bu ifadeleri “salih amel işleyenler” karşılığında kullandığı unutulmamalı.

· Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır. (Kıyamet: 14)

Sayın mütercimin üslûbu hakkındaki kişisel kanaatlerimi ifade etmek istemiyorum. Fakat keşke böylesi tasannuları kendi telifi olan eserlere özgü kılsaydı da Allah'ın ayetlerini bu tür üslûb oyunlarına aracı kılmasaydı, diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Sayın Öztürk, lütfen şu insanlara, Kur’an'daki İslâm ile Parantezsiz Meâldeki İslâm'ın birbirinden farklı şeyler olduğunu söyleyiniz.
İnanın biraz gayret etseniz, bu kadarcık tevazuyu siz bile gösterebilirsiniz.
Size bu konuda yardımcı olmak üzere örnekler vermeye devam edeceğim.

* * *
28 Temmuz 1998

Parantezsiz Meâl'in hatalarla dolu olduğu şeklindeki iddiamı yeterince delillendirmiş olduğumu sanıyorum. Ancak ben yine de meselenin vehametini iyice tebarüz ettirmek ve sayın Öztürk'ün, Kur’an-ı Kerim'i çalakalem ve baştansavma bir surette Türkçe'ye çevirdiğini hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak derecede göstermek için eleştirilerimi sürdürmek niyetindeyim.
Bu ısrarımın başka sebepleri de var:

Birincisi: Okur, şayet verilen örnekleri piyasadaki diğer çevirilerle karşılaştırmak zahmetine girerse, hataların çoğunun onlarda da aynen vâki olduğunu görecektir. Binaenaleyh bu eleştiriler vesilesiyle okurun sadece Parantezsiz Meâl hakkında değil, diğer Türkçe Kur’an çevirileri hakkında da bir fikir edinebilmesi mümkün olacaktır.
İkincisi: Sayın Öztürk'ün “Kur’an İslâmı” dediği şeyin, muhatablarının bilgisizliğinden beslenen, retoriği güçlü ve fakat muhtevası kof bir söylem olduğunu tartışmak, ancak böyle bir eleştiri sonrasında verimli olabilir. Çünkü Kur’an İslâmı iddiasıyla üretilen bu söylemin Kur’anî temelleri, sanılanın aksine, fevkalâde zayıf ve güçsüzdür. Bu zaaf gösterilmedikçe, suyun dibine derinlik sebebiyle mi, bulanıklıksebebiyle mi inilemediği anlaşılamaz kanatindeyim.

İşbu gerekçeyle, kaldığım yerden devam ediyorum:

· Andolsun incire, zeytine, Tûr-i Sîna'ya ve şu güvenli kente ki... (Tîn: 1-3)

Bu çeviriden, iki yiyecek türüne ve iki beldeye yemin edildiği (dikkat çekildiği) anlaşılıyor. Acaba niçin? Tûr-i Sina'nın Hz. Musa'ya, Beled-i Emin'in (Mekke'nin) ise Hz. Muhammed'e vahyin geldiği mukaddes beldeler olması sebebiyle bu iki yerin zikredildiği malum. Fakat incir ile zeytin'in bu siyak içerisinde zikredilmesinin hikmeti nedir?
Mütercim, bırakalım klasik tefsirleri, hiç değilse merhum Elmalılı'nın tefsirine bakmayı akıl etseydi, ya da bakmışsa bile orada ne denildiğini biraz anlasaydı, okurlarını böyle bir garabet karşısında bırakmazdı.
Bu vesileyle şu anektodu zikretmek isterim:
Birçok kaynakta yer aldığına göre, Mustafa Kemal Atatürk, karşılaştığı din adamlarının cahil olup olmadıklarını anlamak için, bu sûreyi okutturur ve sonra onlara Tînile Zeytûn'un mânâsını sorarmış. Ayeti İncir ve Zeytin diye çevirip, bu iki yiyeceğin hikmetini sıralamaya başlayanları susturur, onların ilimlerine itibar etmezmiş. Nitekim 1925'de Samsun'da İstiklâl Ticaret Mektebi'nde okuduğu nutukta yer alan şu satırlar, bir fikir verebilecek mahiyettedir:





Hoca Efendi bir fikrini izah etmek için Ve't-Tîni ve'z-Zeytûni ayetini kendince tefsir ettiler, incir ve zeytin çekirdeğinden düsturlar çıkardılar. Birindeki kesreti, diğerindeki vahdeti işaret ettiler. Ayetin medlûlü bu mudur, değil midir birşey diyemeyeceğim. Yalnız bu seyahatim sırasında bi't-tesadüf bu ayetin mazmûnunu ben diğer bir hoca efendi'den sormuştum. Bunun için yarım saat kadar mütalaaya ihtiyaç olduğunu söyledi.





Sayın Öztürk, klasik tefsir eserlerine ne kadar itibar eder bilemiyorum. Fakat hiç değilse yakın tarihimize ait birkaç eseri karıştırsaydı, sanıyorum bu ayetin mazmûnunu birkaç dakikada çevirmeye kalkışmazdı.

· Allah bir sivrisineği, hatta onun da üstündeki bir varlığı örnek göstermekten sıkılmaz. (Bakara: 26)

Sivrisineğin üstündeki varlık, ile kastedilen nedir?
Sözgelimi kuş mu?
Meselâ serçe, kanarya veya karga mı?
Cenab-ı Allah, misal sadedinde niçin sivrisinekten, hatta üstündeki bir varlıktan söz ediyor?
Mütercim ayette ne denmek istendiğini anlamadan ibareyi çevirmeye kalkışmıştır. Çünkü burada fevka (üst) sözcüğü, küçüklük bakımından daha üstünü mânâsındadır. Dolayısıyla ayette, sivrisineğin, hatta ondan daha küçük birşeyin bile misal getirilebileceği söylenmek istenmektedir.

· Ve o, kesin bilginin tam gerçeğidir. (Hâkka: 51)

Kesin bilginin tam gerçeği de ne demektir, şahsen bir mânâ veremedim. Üstelik bu ibare, bir isim tamlaması. Oysa orijinali, bir sıfat tamlaması: el-hakk'ul-yakîn. Mânâsı da kabaca kesin gerçek demek.
Peki mütercim ne yapmak istiyor?
Bunu ifade etmek istemiyorum. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki çeviri ciddiyet isteyen bir iştir!

· Sana şaşmaz ve kesin bilgi gelinceye kadar ibadet et. (Hicr: 99)

Hz. Peygamber'den, kendisine gelene kadar ibadet etmesinin istendiği şey nedir? “Şaşmaz ve kesin bilgi”.
Peki bu ibarenin aslı nedir? Yakîn sözcüğü...
Şaşmaz ve kesin sözcükleri, yakînin karşılığı olduğuna göre, bilgi sözcüğünün karşılığı nerede?
Yok!
Olsun, her çeviride böyle şeyler olur. Biz cümlenin ne dediğine bakalım, sonra da şu çeviriyle ikisini karşılaştıralım:
· Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar ibadet et!

Sayın Öztürk, Kur’an'da bir sözcüğün her kullanımında aynı anlamı taşımadığını öğrenmenin bir yolunu bulmalı. Şayet, bu kadarını ben de bilirim, diyorsa, hiç beklememeli hemen ilminin gereğini yapmalı.

· Eğer bilmiyorsanız, Zikir/Kur’an ehline sorun. (Nahl: 43)

Bu çeviriyi bir de şu şekilde yazmayı deneyelim:

· Eğer bilmiyorsanız, Zikir (Kur’an) ehline sorun.

İnsaf ehli biri çıksa da aradaki farkın ne olduğunu bize söylese!
Fakat söyleyemeyecektir, zira arada parantez işareti yerine, eğik çizgi kullanmaktan başka hiçbir (evet hiçbir) fark yoktur. Sayın Öztürk, şayet parantez kullansaydı, okur, kendisinin, zikir sözcüğünü en azından böyle yorumladığını düşünürdü. Ancak eğik çizgi kullandığı ve Kur’an'ı yorumlardan arındırdığı iddiasında bulunduğu için, bu ayeti okuyanlar, haklı olarak metinden Zikir=Kur’an mânâsını çıkaracaklardır.
Maksad hâsıl olduktan sonra ne mahzuru var, diyebilirsiniz. Ne ki maksad hâsıl olmamaktadır; zira ayette geçen ehl-i zikir ile ehl-i Kur’an değil, ehl-i Kitab, yani yahudiler ve hristiyanlar kastedilmektedir.
İşin hakikati bir yana, sayın Öztürk'ün kalkıp bize itiraz ettiğini varsayalım. Bu takdirde kendileri bir çeviriyi mi, yoksa bir yorumumu savunmuş olacaklardır?
Cevabı verilmesi gereken asıl sual bizce budur!

* * *
30 Temmuz 1998



Parantezsiz Meâl ile ilgili eleştirilerimi, sayın Öztürk'ün daveti üzerine yazmaya karar vermiştim. Nitekim bu konuda dört yazı yazdım ve çeşitli örnekler vererek kendisinin, parantezsiz meâlin yorumlardan arındırılmış olduğuna dâir iddiasının gerçeğe aykırılık taşıdığını ve üstelik çevirisinin çok ciddi hatalar içerdiğini söyledim. Bu son yazıda, başka örnekler vermeyecek ve sadece Sayın Öztürk'ün çevirisinde nasıl olup da bunca hatanın yer alabildiğinin sebepleri üzerinde duracağım:




1. Yöntemsizlik
Parantezsiz Meâl'in en büyük zaafı, tıpkı diğer çeviriler gibi, bir çeviri yöntemine uyulmaksızın gelişigüzel yapılmış olmasıdır. Eserin mütercimine, bu ibareyi niçin bu şekilde çevirdiniz, diye sorulduğunda, vereceği muhtemel cevaplar, keyfim öyle istedi de ondan, demekten başka bir mânâya gelmeyecektir. Oysa bir yönteme riayet edilseydi, eleştiri doğrudan ilkeler düzeyinde cereyan edebilir ve hataların kişiselleşmesi önlenebilirdi.

2. Ciddiyetsizlik
Yöntemli çeviri, herşeyden evvel ciddiyet ve mesuliyet ister. Oysa Parantezsiz Meâlin diğer bir zaafı, ciddiyet ve mesuliyet duygusundan yoksun bir çabanın ürünü olmasıdır. Hatırlayabildiğim kadarıyla, sayın Öztürk, bu çeviriyi üç yılda yaptığını söylemişti. Üç yılın ne kadarını bu işe ayırdıkları ayrı bir konu; fakat mesuliyet sahibi bir insan, üç yılda Amme Cüzü'nü bile çeviremez.
Ben üç yaşından, beş yaşından beri bu işlerle uğraşıyorum, şeklindeki sözlerin bir anlamı yoktur. Kur’an'ı Türkçe'ye çeviren meâl sahiplerinin özgeçmişlerini ve yayımladıkları eserleri tedkik ediniz, çoğunun, ömürlerini Kur’an ilimleri dışındaki işlere hasrettiklerini göreceksiniz. Yıllarca Tefsir İlmi yerine, fıkıh, tasavvuf, kelâm, tarih, vs. tahsil edip genel bir Arapça bilgisiyle ve bir-iki yıl bile emek sarfetmeden Kur’an çevirisi gibi muazzam bir işin altından kalkılabileceğini sanmak, ne yazık ki bizim çağdaş hocalarımıza özgü bir zaaftır. (İlahiyat hocası olmak, Kur’an'ı Türkçe'ye çevirmek için belki iyi bir başlangıç olabilir.)

3. Vukûfsuzluk
Bizim düşünce geleneğimizde, tefsir ilminin bir aslı-usûlü vardır, fakat Kur’an çevirisi, uluslaşma sürecinde ortaya çıkan yeni bir olgudur, bir bid‘at-ı ecnebiyyedir. Bu yüzden, Parantezsiz Meâlin zaaflarından biri diğeri de çeviribilim tahsil etmemiş bir kalemin elinden çıkmasıdır. Modern anlam ve yorum teorileri ve bu alanda oluşmuş muazzam literatür, daha da önemlisi bu literatür'den çok daha seviyeli ve çok daha derinlikli bir kitabiyât üretmiş olan İslâm dilbilim ve mantık geleneği, sayın Öztürk'ün ilgi ve ihtisas alanı dışında kaldığından, Parantezsiz Meâl, basit üslûb oyunlarının sergilendiği bir metin olup çıkmış, meâl sahibi ise yıktığını söylediği putların (!) kurbanı olmuştur.

4. Ufuksuzluk
İnsanları etkilemek ve heyecanlandırmak başka bir şeydir, onları eğitmek ve zihnî melekelerini beslemek başka bir şeydir. Sayın Öztürk, bizim geleneksel kültürümüzde önemli fonksiyonlar icrâ eden vâizlerin ve kıssacıların yaptıklarını hatırlatır bir biçimde halkı Kur’an'a ve İslâm'a davet ediyorlar. Bu yüzden her müslüman gibi ben de kendisini destekliyorum. Dolayısıyla eleştirilerim, yaptıklarını görmezden gelmek veya küçümsemek maksadına matuf değildir. Bilakis beni bundan sonrası ilgilendiriyor. Düzgün bir hitabetle halkı etkilemeyi başardınız, sevindirdiniz veya ağlattınız diyelim. Peki sonra?
İşte sayın Öztürk'ün bir sonrası yoktur ve olmayacaktır!
Parantezsiz Meâlin bu kadar hatalarla dolu olması da böylesi bir ufuksuzluğun sonucudur. Halkımızın bilgisizliğini ölçü alırsak, belki büyük bir hizmet yapıldığı, hiç değilse insanlarımızın yanlış-doğru birkaç ayet çevirisini okumalarına vesile olunduğu söylenebilir. Fakat aşağıya değil de yukarıya bakarsak, meselâ o muazzam İslâm ilim geleneğinin ürünlerini esas alırsak, yapılanların kıymeti nedir?
İşte ufuk'tan kastettiğim böyle birşey.

5. Köksüzlük
Âkif'in o meşhûr, ilhamı Kur’an'dan alıp İslâm'ı asrın idrakine söyletmeye müteveccih çağrısı, ne yazık ki bu yüzyılın modernleşme temayüllerinin Kur’an ayetlerine yansıtılması neticesini doğurdu. Şûra Sûresi'ni Parlamento Sûresihaline getiren teşebbüsler, işbu zihniyetin ürünüdür. Bilimsel keşifleri, parlatılan siyasî eğilimleri, entellektüel jargonun cazip terimlerini Kur’an'da arayıp bulmak, yanlış ve yanlış olduğu kadar da yanıltıcıdır. Diyanet İşleri Başkanı bile, bundan böyle alâksözcüğünün embriyo olarak çevrileceğini ilan etmeyi bir marifet sanıyor. Kur’an çevirisine el atan herkes de bu sakat bakış açısının aktörlüğüne soyunmuş durumda.
Netice itibariyle halkı etkilemek, imanı kurtarmak, hatta Kur’an'ın revnâkını artırmak gibi iyi niyetlerle, Kur’an'ın sadece ontolojik değil, epistemolojik temelleri de yerle bir ediliyor.
Son bir asır, bu iyi niyetli çabalar sonucunda, Kur’an'ı tanınmaz hâle getirdi. Tıpkı ceviz ağacından yapılmış, sedef işlemeli, kendisine değer biçilemez nâdir bir Osmanlı rahlesinin üzerini, sırf eskidir diye plastik boyayla boyayan cahil mirasçılar gibi, birileri kalkıp putları yıkıyoruz, hurafeleri siliyoruz diyerek Cenab-ı Allah'ın hikmet dolu ayetlerinin üzerini ucuz sloganların parlak renkleriyle kapattılar. İşin acı tarafı, bütün bunları İslâm'a hizmet adına yaptıklarına inandıklarından dolayı da yüzümüze bakıp şöyle dediler:
Nasıl güzel olmuş mu?
Sizleri bilmem ama benim bu suale cevabım acı bir tebessümden ibarettir.

6. Tarihsizlik
Parantezsiz Meâlin tarihi olmamasının nedenleri ve örnekleri üzerinde uzun uzun durmak isterdim. Fakat diğer yazılarımda bu konuyu yeterince ele aldığımdan daha fazla mütalaada bulunmaya ihtiyaç duymuyorum.

Sonuç
Bu çevirinin eleştirisi göstermiş olmalı ki müslümanların sorunları sanıldığından daha fazla derinlerde. Bu sorunları aşmak için üç özelliğe birden sahip olunması gerekir: siyaset, samimiyet, cehd.
Tek başına cehd kapının içeriden açılmasını engelleyemez.
Tek başına samimiyet başka kapıların açılmasını sağlayamaz.
Tek başına siyasetise sizi komik duruma düşürür.
Üçü birden olursa ne mi olur?



SÖZDE AÇIKLAMALI MEAL'İN ELEŞTİRİSİ

$
0
0



5-16 Ocak 1999 


Zaman gazetesi, okurlarına, Prof. Suat Yıldırım'ın hazırlamış olduğu Kur’an-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli (Almanya, 1998) adlı eserini dağıttı.






Sunuş, “30 Haziran 1998” tarihini taşıdığına göre, bu eser daha önce hazırlanmış ve mezkur tarihte gazete yetkililerine teslim edilip bu Ramazan'a yetiştirilmek üzere alelacele basılmış.






Alelacelediyorum, zira hem Suat Yıldırım'ın sunuştaki açıklamaları, hem de eserdeki tashih hatalarının miktarındaki ziyadelik, bu kanaatimizi pekiştiriyor. (Bizim tesbit edebildiklerimizden başka, sadece Meâl’le birlikte dağıtılan Yanlış-Doğru Cetveli'nde dahi birçok kelime ve cümlenin yanısıra iki ayetinatlandığını görmek mümkün.)

Bu meâlin dağıtımına başlandıktan sonra aldığım okur iletilerinde birçok kişi bu Meâlhakkındaki kanaatlerimi sorup durdular. Bunun üzerine ben de bir nüsha edindim ve eseri tedkik ettim. Böylelikle hem bu mübarek ayda bir Kur’an-ı Kerim meâli okumuş oldum, hem de Yıldırım'ın bu çalışması hakkındaki merakımı gidermek fırsatı buldum.
Piyasa meâlleri gibi baştansavma bir biçimde hazırlanmayıp ciddi bir mesainin mahsulü olacağı ümidini taşıdığım bu eseri bu vesileyle tedkik etmiş ve kenarlarına gerektikçe notlar düşmüş isem de okurlardan gelen suallere ayrıntılı cevap vermek imkânı bulamadım. Binaenaleyh, şahsen tanımadığım birtakım insanların herbirine tek tek ve kendilerine delillerimi de etraflıca zikretme şansından mahrum bir surette kanaatlerimi açıklamamın hem Kur’an'a, hem de mütercime karşı haksızlık ve saygısızlık yapmak demek olacağına inandığımdan ve üstelik sayın Yıldırım'ın sunuşunda şu açık daveti de gördüğümden, bu meâlhakkındaki kanaatlerimi derli doplu bir biçimde ve misaller vermek sûretiyle yazmanın faydalı olacağı neticesine vardım:
İnşaallah önemli hata ve eksikler yoktur. Olmasa bile, eksiğin sonu gelmez. Nasib olursa ileriki senelerde ikmâle çalışırız. Keremi bol Rabbimden, zatına yaraştığı üzere, hasenâtımın ağır basması halinde noksanlarımı af buyurmasını umuyorum. Ama O'nun kullarından bunu beklemeye hakkım olmadığını da biliyorum. Zira kullar kulluklarını yapacaklardır. Hem yapsınlar! Eleştirilerini lütfen ortaya koysunlar. Nefsim memnun olmasa da insaflı tenkidler elbette değer ifade edecek ve tarafımızdan değerlendirilecektir. (s. 3)
Sayın Yıldırım, Allah hataları affeder ama kullar kullukları gereği affetmeyebilirler, diyor. 
Bu tesbit çok doğru, zira Allah Teâlâ, kendisine karşı yapılan hataları (kendi hakkını) affeder, affedebilir, lâkin kullarına karşı yapılan hataları (kul hakkını) affetmek, kulların kendi insaflarına kalmış bir iştir, VE kulların okuması için inzâl edilmiş bir Kitab'ı tercüme edip o kulların istifadesine sunanlar, şayet bu Kitab hakkında onları yanlış bilgilendirmişlerse, kullardan (okurlardan) da helâllik dilemeleri gerekir. Nitekim sayın Yıldırım da bu hakikati teslim etmekte ve eseriyle alâkalı insaflı tenkidler beklediğini samimiyetle ifade etmektedir.

Diyorlar ki:
Nefsim memnun olmasa da insaflı tenkidler değer ifade edecek ve değerlendirilecektir.
Oysa nefislerinin insaflı tenkidlerden memnun olması gerekmez mi?
İnsaflı tenkid haklı tenkid demek değil midir?
Değilse, tenkid haksız oldukta, insaflı olsa ne olur, insafsız olsa ne olur? Öte yandan tenkid haklı oldukta, insafsız olsa ne olur, insaflı olsa ne olur?
Her neyse, itidali arayalım ve diyelim ki: Bir tenkid hem haklı, hem insaflı olmalıdır. Çünkü bu takdirde, haklı ve insaflı tenkidler hem hakkı ve insafı arayan nefisleri memnun edecek, hem de böylelikle sıhhatli çevirilere giden yolun kapısı aralanacaktır.

* * *

Açıklamalı Meâl—adından da anlaşılacağı üzere— diğer Türkçe çevirilerde pek rastlanılmayan müsbet bir özellik taşımakta ve metinde, ayet çevirileriyle birlikte bazı açıklamalara da yer verilmektedir. Muhammed Esed'in Meâl-Tefsir'ini okumuş olanlara tanıdık geleceğini bildiğim bu yazım tarzını fevkalâde önemsiyor ve bu çevirisiyle sayın Yıldırım'ın, açıklama notları konulmaksızın çeviri yapılamayacağı gerçeğinin anlaşılmasına mühim bir katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Ancak —bir önceki kısımda da işaret ettiğim üzere— Meâl'in basımında çok acele edilmiş ve Kur’an Meâli gibi önemli bir konuda neşriyat yapmanın ehemmiyeti (vebali) yeterince idrak edilemediğinden olsa gerek, hem tashihlerle dolu bir metin ortaya çıkmış, hem de gerekli mizanpaj inceliklerine riayet edilmediği için, eser, okurun metni takip etmesini fevkalâde zorlaştıran bir açıklamalar yığınına dönüşmüştür.
Sanırım, dikkatli okurlar, âdeta gelişigüzel bir biçimde ayet aralarına boca edilmiş izlenimini veren bu açıklama öbeklerini, kitabın sayfalarını karıştırmaya başlar başlamaz farkedeceklerdir. Sıradan okurlara gelince, onlar da birkaç sayfa sonra metni takip edemeyip ya okumaktan vazgeçecekler, ya da sadece bazı ayetlerin çevirilerine bakmak veya bu metni diğerleriyle karşılaştırmak suretiyle kullanmayı tercih edeceklerdir. Fakat bu çeviriyi baştan sona okumayı başaracak sabırlı kimselerin sayısı her halükârda çok az olacaktır. Oysa mevcut açıklama notları numaralandırılarak metnin altına konulsaydı, bu mahzurların hiçbiri vârid olmayacaktı. Bu zaafı gidermek zor olmasa gerek; zira sayın Yıldırım, okurun gözünü yormamak için apostrof kullanmaktan kaçındığını söylemekte ve yine benzer bir nedenle parantez işareti kullanmamaktadır.
Açıklama notları koymanın hiç kuşku yok ki bir mantığı, bir yöntemi olmalıdır. Nitekim sayın Yıldırım da sunuşunda, açıklama notları koyarken dikkate aldıkları birtakım hususlara işaret etmiş bulunuyorlar. Lâkin bu açıklama notlarında, bazen ayetleri anlamak için gerekli olan arkaplan bilgilerine (rivayetlere), bazen de ayetlerde mündemiç hüküm ve hikmetlerin izahlarına yer verilirken, nedense alternatif mânâ ve yorumlar çoklukla ihmal edilmiş, meselâ çeviri sırasında mütercimin tasarruflarının keyfiyeti hususunda okura açıklamada bulunmak ihtiyacı hissedilmemiştir. Üstelik mütercimin —şahsen çok cüretkârâne bulduğum bir tarzı benimseyerek— çevirisinde parantez işareti kullanmaması sebebiyle, açıklamaları, sadece tefsir kültürümüzden bîhaber olan cahil kesimlere onları tatmin edecek sıradan ansiklopedik bilgiler vermek seviyesinde kalmıştır.
Hiç kuşku yok ki bu da bir hizmettir ve muhakkak faydası da vardır. Lâkin piyasa meâlleri arasında boğulan ve seviyeli çevirileresusamış bulunan seçkin okurları nazar-ı itibara aldığımızda, bu açıklamalar onlar için büyük ölçüde malumui‘lâm mânâsına gelecek, herhangibir kitapta bulabilecekleri bilgileri bir kez daha ve fakat bu sefer muhtasaranokumuş olacaklardır.
Herkese hitab eden meâl olur mu?
Bizce olmaz. Fakat ne yazık ki sayın Suat Yıldırım, çevirisinde herkese (!) hitab etmeye çalışmış ve açıklamalarını da adına herkes(!) denen bir kitle için yazmış.
Herkese hitab eden açıklamalar, alt seviyeleri gözetmeyi gerektireceğinden, bu tür eserler, alt seviyelere hitab eden eserlerdir. Ben böyle bir yolu tercih ettiği için mütercimi kınıyor değilim; sadece, kendisini eserlerinden tanıdığım ciddî bir ilim adamının, herkes gibi eser vermek yolunu tercih etmiş olmasına hayıflanıyorum.

* * *

Suat Yıldırım'ın meâlinin müsbet taraflarından birinin, Kur’an'ın başka bir dile, açıklama notları konulmaksızın çevrilemeyeceği gerçeğinin anlaşılmasına yaptığı önemli katkı olduğunu söylemiş ve bu notların hem şekil, hem de muhteva bakımından taşıdığı hususiyetlere yönelik kanaatlerimi kısaca zikretmiştim. Bu yazımda ise, kendilerinin Kur’an'ı parantez işareti kullanmadan çevirmek yolunu tercih etmelerinin niçin hatalı bir tercih olup eserin ilmî kıymetini azalttığının sebepleri üzerinde duracak ve zaten parantez kullanmamakşeklinde yaygınlaşan zararlı bir modaya prim vermelerini ise neden tasvib etmediğimi izah etmeye çalışacağım.

Parantezsiz çeviri olur mu?

Bizce olmaz, olamaz. Nitekim çağdaş bir çeviri ustası, bunun en önemli sebeplerinden birini şöyle açıklamaktadır:

Kur’an'ın anlamını, aynı vecîz tarzda işlemeyen bir dile çevirmek için, aslında bulunmayan —özellikle açıkça belirtilmeyen— düşünce bağlantıları mütercim tarafından parantez içi eklemeler ile gösterilmelidir. Bu yapılmadığı takdirde sözkonusu Arapça ifade, tercüme edilmekle bütün anlamını kaybeder ve çoğu zaman anlamsız bir kelimeler yığını haline gelir. (M. Esed, Kur’an Mesajı: Meâl-Tefsir, s. XXV, İstanbul, 1996)
Bu durumda parantezsiz meâl modasının nereden çıktığı ve niçin revaç bulduğu sorulabilir. Bizce bu yönelimin muhtelif sebepleri vardır:

1. Batı dillerindeki Kur’an çevirilerinin çoğu parantezsizdir, zira Batılılar Kur’an çevirilerinde Kitab-ı Mukaddes (Bible) çevirilerini örnek almışlardır.

2. Kitab-ı Mukaddes mütercimlerinin çoğu Protestan'dır ve malum olduğu üzere Protestanlar, Kilise'nin geleneksel(traditional) yorumlarından arındırılmış, saf ve arı bir metin hayalinin peşinde olduklarından, onlar için parantezsiz çeviri aslında yorumsuz çeviridemekti.

3. Kitab-ı Mukaddes'in Ahd-i Cedid(İncil) kısmının orijinal nüshası elde olmadığından, mütercimler ya eldeki en eski Yunanca nüshaya ya da Kilisece muteber Latince nüshaya dayanmak zorundaydılar. Bu ise Kitab-ı Mukaddes mütercimlerini orijinal metinde bulunmayan bir ifadeyi dışarıda tutmak külfetinden kurtarıyordu.
4. Bu yüzyılın başında İslâm'ın millileşmesinden ve modernleşmesinden yana tavır koyan kimseler de benzer gerekçelerle Kur’an'ın Türkçe'ye çevrilmesini arzu etmişler ve tabiatıyla hurafâttan âri (!) çeviriler meydana getirmek çabasında olmuşlardır. [Burada hurafâttan âri sloganı, “geleneksel İslâm tasavvurâtından arındırılmış” anlamına gelmektedir.] Hâsılı, Kur’an'ın parantezsiz (saf ve yorumsuz) çevirisini okumak hayali, protestanlaşmış müslümanların hem kendilerini, hem de zavallı halkı kandırarak peşinden koştukları modern bir hurafedir.

5. Meselenin aslına vâkıf olsun olmasın parantezsiz meâl iddiasıyla otaya çıkan kimselerin, zahirde kendilerine örnek aldıkları metin, Elmalılı'nın meâlidir. Oysa Elmalılı'nın müstakil bir meâli olmayıp çevirisi bir tefsir içerisinde yer almaktadır. Nitekim Âkif'in, çevirisini ilgililere teslim etmemesinin en önemli nedenlerinden biri de eserinin bu tefsir olmaksızınbasılacağını duymuş olmasıydı. Hem unutulmamalıdır ki merhum Elmalılı'nın meâli, tefsirî değil, harfî tercüme idi.

Suat Yıldırım'ın meâline gelince, kendileri tam da aksine harfî değil, tefsirî tercüme yaptıkları halde şöyle demişlerdir:
... meâllerimizin çoğunda rastlanan çok sayıdaki parantezlere yer vermedik. Asla bağlı kalacağım diye Türkçe anlatımın muğlak bırakılmasının veya Türkçenin imkânlarının değerlendirilmemesinin, meâllerden istifadeyi azalttığını zannediyorum.
Sayın Yıldırım'ın —bizzat söyledikleri gibi— asla bağlı kalmak gibi bir endişeleri olmamış ve buna rağmen Türkçe'nin imkânlarını da yeterince kullanmamışlardır. Oysa merhum Elmalılı'nın en büyük endişesi asla bağlı kalmak kaydıyla Türkçe’nin imkânlarından faydalanmak idi.

* * *

Açıklamalı Meâl'in müsbet bir diğer özelliği de ayetler arasında irtibatı mümkün kılan referanslarla zenginleştirilmiş olmasıdır:
Meâlimizin ikinci ve bildiğimiz kadarıyla başka hiçbir meâlde bulunmayan özelliği, Kur’an'ın yine Kur’an'la tefsirini ihtiva etmesidir. Tefsir usulünde bildirildiği üzere Kur’an'ı tefsir etmek isteyen her insanın yapacağı ilk iş, ayeti açıklamaya yardım eden diğer ayetleri bulmaktır. Zira “Kur’an'ın bir kısmı diğer kısmını açıklar” diye hükme bağlanmış bir prensip oluşmuştur. İşte bunlara işaret etmek üzere ayet meâllerinin sonunda binden fazla ayeti referans vermiş bulunuyoruz.
Sayın Yıldırım'ın, bu hususiyetin başka hiçbir meâlde bulunmadığışeklindeki ifadesi tashihe muhtaçtır. zira kendisinden çok önceleri Sale (The Koran, 1822), Kasimirski (Le Koran, 1832), Palmer (The Koran, 1880), Yusuf Ali (The Holy Qur’ân, 1934), Rudi Paret (Der Koran, 1962), Esed (The Message of the Qur’ân, 1981), Hamidullah, (Le Saint Coran, 1981) gibi birçok Kur’an müterciminin neşrettiği çevirilerde ayetler diğer ayetlerle irtibatlandırılmış ve dipnotlarda —farklı sıklıklarda da olsa— referans numaraları verilmiştir. Özellikle Yusuf Ali ile Muhammed Esed'in İngilizce, Rudi Paret'in ise Almancaçevirisi bu konudaki ciddiyetleri bakımından müstesna bir kıymeti hâizdir. (Kezâ biz de 1993’de neşrettiğimiz Elmalılı Meâli'nde çapraz referanslar vermek sûretiyle okurun eserden istifade seviyesini artırmaya gayret etmiş idik.)
Bütün bunlara rağmen Türkçe meâllerin geneli açısından bakıldığında ve sayın Yıldırım'ın bu konudaki gayreti de hesaba katıldığında, —isabet edip etmemesi bir yana— kendisinin hayırlı bir hizmet yaptığı ve bugüne kadar birçok mütercimin özel bir mesâi harcamak zahmetine katlanmaktan kaçınıp yapamadıkları bir işi gerçekleştirdiği inkâr olunamaz bir hakikattir.

Batı dillerinde yayımlanan Kur’an çevirilerinde ayetlerin ayetlerle irtibatlandırılmasına önem verilirken, acaba niçin Türkçe çevirilerde bu hususiyet pek bulunmamaktadır?



Bunun en önemli nedeni, bizim bir çeviri geleneğimizin olmamasıdır. Batılı mütercimlere gelince, onlar bu konuda Kitab-ı Mukaddes çevirilerini kendilerine örnek almışlar ve çevirilerinde bu tür irtibatlara ehemmiyet atfetmişlerdir, zira Protestanlar tarafından yapılmış Kitab-ı Mukaddes çevirilerinin en önemli özelliklerinden biri de dipnotlarının ayet referanslarıyla doldurulmuş olmasıdır. Meselâ sadece bugünkü Türkçe Kitab-ı Mukaddes çevirilerine kaynak teşkil eden 1885 tarihli Osmanlıca nüshaya bakıldığında bile, “Kitab-ı Mukaddes'in Kitab-ı Mukaddes’le açıklanması” şeklindeki Protestan geleneğinin üst seviyedeki numûnelerinden biriyle karşılaşılacaktır. (Dikkatsizce kullanıldığı takdirde bu cazip yöntemin ne tür zararlı tasarrufların bahanesi/maskesi haline gelebileceğini, daha sonra izah edeceğiz.)




Sayın Yıldırım'ın Açıklamalı Meâlinde, kitapta geçen başlıca yer isimlerini gösterir bir de harita bulunmaktadır. Bu da bir yeniliktir ve hiçbir Türkçe Kur’an meâlinde mevcut değildir. Oysa herhangibir Kitab-ı Mukaddes çevirisini açınız, hemen baştarafında böyle bir haritanın yer aldığını göreceksiniz. 
Kezâ Kitab-ı Mukaddes çevirilerinin bir diğer önemli özelliği de ayetlerin tek tek numaralandırılmış olmalarıdır ve bizde ayetleri tek tek numaralandırmak suretiyle Kur’an'ı Türkçe'ye çevirenler, farkında olmadan bir Protestan geleneğini takip etmektedirler.
Sayın Yıldırım da ne yazık ki bu modaya uyarak hem Kur’an’ın yapısına, hem dil kurallarına, hem de Tefsir İlmi'nin esaslarına aykırı olan bu yolu tercih etmişler ve bu yüzden Türkçe Kur’an çevirilerine sirayet etmiş bulunan bu Protestan bid‘atının yaşamasına katkıda bulunmuşlardır.
Bir ayet, bir cümle demek değildir. Bir cümle birkaç ayetten meydana gelebilir. Binaenaleyh bir cümlenin unsurlarını numaralandırarak herbirini bir paragrafbaşından başlatmanın ne gibi haklı bir gerekçesi olabilir?

* * *

Açıklamalı Meâlhakkındaki kanaatlerimi önce umumi sûrette yazacağımı, daha sonra da misaller vereceğimi va‘detmiştim. Nitekim önceki yazımda bazı hususlara dikkat çekmiştim; bu sefer de yine aynı sınırlar dahilinde bazı misaller vermeye çalışacağım.

Lüzûmsuz açıklamalar
● Bu pasaj şunu hatırlatmak istiyor: Canlı ve cansız bütün kâinatı, güneşten, aydan, yıldızlardan, atmosfer küresinden, topraktan, sudan, madenlerden, kuşlardan, balıklardan, koyunlardan, ineklerden, meyvelere, zerrelere kadar bütün kâinatı insana hizmet ettiren ne insanın kendisi, ne başka insanlar, ne cinler, ne başka varlıklar ve ne de kör tesadüfler olamaz... (s. 288) 
● Aynı su ile sulanan, aynı toprakta binlerce çeşit ürünün yetişmesine dikkat edip, tesadüfe en ufak bir yer olmadığını bilmek gerekir. (s. 366) 
● İnsanların ihtiyaçları için hazırlanmış demir, bakır, altın, gümüş, krom, çinko, kurşun, fosfalt, kalay, uranyum, volfram, kömür, boraks... filizleri ve yatakları. Trilyonlarca yaratıkların muhtaç oldukları ne varsa hazırlanmış. Tesadüfe en ufak bir yer bulunabilir mi? (...) Böylece Kur’an fizik, kimya, jeoloji, botanik, zooloji gibi tabiat bilimlerini bu ve başka birçok ayette teşvik eder. (s. 436) 
● Dünya içkilerinin kokusu ve tadı pis olup mideyi olumsuz yönde etkiler. Daha sonra beyine tesir edip baş döndürür, karaciğerin çalışmasını aksatarak bünyeyi harap eder. (s. 466) 
● Denizleri yaratan, suya kaldırma özelliklerini veren ve gemileri yapan insanlara zekâ, güç ve kuvvet veren Allah'tır. (s. 531) 
● Başlıca yakıtlar olan kömür, taşlaşmış odun, petrol ise milyonlarca yıl toprak altında kalan ve aslında bitki olan organizmanın sıvılaşmış artıklarıdır. (s. 535)
Ortaokul öğrencileri nazar-ı itibara alındığında bu tür açıklamalar lüzumsuzve faydasız sayılmazsa da bu bilgileri bir meâlde değil, okul ansiklopedilerinde görmeyi tercih edecek insanların miktarı, sanırım hiç de az değildir.
Keşke Kur’an okurları çocuk yerine konulmasaydı.
Keşke okurlar ciddiye alınsalardı.
Keşke bundan çok daha fazlasına ihtiyaç duydukları unutulmasaydı.

Tek taraflı açıklamalar

İsrâ/60:Bu ayette rüya ‘düş’ anlamına olmayıp, ‘dış dünyada görülen şey’ mânâsındadır. Miraca işarettir. Sadece düş olsaydı, insanlar için ciddi bir imtihan olmazdı. (s. 287) 
Tâhâ/96: Samiri bu sözü ile şunu demek istemişti. “Ben onların görmediklerini, yani Hayat bineği üzerinde sana gelen Cebrail (a.s)ı gördüm. Kalbime bu duygu geldi, onun izlerinden bir avuç toprak aldım, onun bereketinden yararlanmak istedim.”(s. 317) 
Tâhâ/97: Samirinin bundan sonra ağır bir bulaşıcı hastalığa yakalanması sebebiyle yalnızlığa terkedilmesi mümkündür. (s. 317) 
İnşirah/1: Mirac gecesi Efendimiz Kâbenin yanında iken melekler tarafından göğsünün yarılıp zemzem suyu ile yıkanıp ilim ve hikmetle doldurulmasına işarettir. (s. 596)
Sayın mütercimin bu tür açıklamaları, muhtelif yorumlar arasından seçilmiş olup en nihayet kendi şahsî tercihlerdir, ve takdir edileceği üzere bir kimseyi sadece şahsî tercihlerinin sıhhati bakımından eleştirmenin sonu gelmez.
Ancak okurlarını diğer alternatif (muteber) yorumlardan haberdar etmeleri daha ilmî/daha öğretici bir tutum olmaz mıydı?
Üstelik kendileri zaman zaman bu yola da başvurduklarına göre, niçin bu kadar keyfî açıklamalar yapmışlar, çok önemsiz yerlerde farklı yorumlara işaret ederlerken, ciddi meselelere sıra geldiğinde neden hemen standart yorumları ayetlerin altına dercedivermişlerdir?
Temennimiz, ileriki baskılarda bu açıklamalara hem seviye, hem de tutarlılık kazandırılmasıdır.

* * *

Açıklamalı Meâldeki açıklama notlarını—bütün zaaflarına rağmen— olumlu bir adım olarak gördüğümü söylemiş ve fakat çeviride parantez kullanılmamasının da ‘olumsuz bir özellik’ olduğuna işaret etmiştim. Nitekim açıklamalar mütercimin tercihlerini, yorumlarını ve tasarruflarını izah etmesi için bir fırsat iken bu fırsat heba edilmiştir. Kezâ sayın mütercim farklı yorum ve mânâlar arasında kararsız kaldığında ikincil mânâları göstermek amacıyla parantez işaretinden yararlanabilecekken bu imkândan da istifade etmemiştir. Binaenaleyh çeviri metnine farklı yorumların sıkıştırılması nedeniyle hem Türkçe'nin selikasına riayet edilmemiş, hem de mânâlarda vuzûh kalmamıştır. Hiç değilse bir meâlde takip edilecek çeviri yöntemleri üzerinde birazdurulmuş olsaydı, karşılaştığımız mahzurların önemli bir kısmı ortadan kalkar veya bunların makul bir izahı bulunurdu.

Muradımı bir iki misal vermek suretiyle açıklamaya çalışayım:
● Bizi doğru yola, Sana doğru varan yola ilet.(Fatiha: 6)
Burada sayın Yıldırım'ın, doğru yol'u, 'sana doğru varan yol' olarak yorumladığı açık. 
Lafza bağlı kalmak istiyorsa birinci mânâyı, değilse ikinci mânâyı zikretmekle yetinebilir, yahut birincisini metinde bırakırken, ikincisini ya açıklama notuyla ya da paranteze almak suretiyle gösterebilirdi.
● Nefsinizin kötü arzularını kesin, Allah yolunda kendinizi öldürün. (Bakara: 54)
Sayın Yıldırım, açıklama notunda cümlenin ilk kısmının mecazî, ikinci kısmının hakikîmânâ (yorum) olduğunu söylediği halde çevirisinde ibarenin hem mecazî, hem de hakikî anlamını bir tek cümlesuretinde yanyana vermektedir. Oysa tercih ettikleri yoruma göre ayeti Türkçe'ye çevirip diğerini dipnotta zikredebilir veya hiç değilse birini paranteze alabilirlerdi. Yaptıkları açıklamalar, işte bu nedenle sorunu çözmeyi mümkün kılmayacak, metni okuyanlar ister istemez iki yorumdan müteşekkil bu cümlekarşısında şaşırıp kalacaklardır. Yukarıdaki çeviriyi bir de şu ayetin çevirisiyle karşılaştıralım:
● Ama siz Musa'nın ayrılmasından az sonra, buzağıyı ilah edinip öz canınıza kıymıştınız. (Bakara: 51; krş. 84-85)
Öz canınıza kıymıştınız, ifadesinin anlamı nedir?
Niçin, buzağıyı ilah edinenler, öz canlarına kıymış olsunlar?
وَأَنتُمْ ظَالِمُونَ ifadesini bu kadar çetrefilli bir biçimde Türkçeleştirmenin makul bir izahı olabilir mi?
Varsa, muhtelif açıklamaların yapıldığı bir eserde niçin bu kadar iddialı bir çevirinin izahı yapılmamış?
Üstelik, aynı ibarenin geçtiği yerlerde niçin bu tercih sürdürülmemiş ve meselâ —kelimesi kelimesine— aynı ibare, altı sayfa sonra niçin şu şekilde Türkçe'ye çevrilmiş: "Siz öyle zâlimlersiniz işte!" (Bakara: 92)
● Yusuf dedi ki: “Onların bu şahitliklerine lüzum görmem... (...) Bununla beraber nefsimi de temize çıkarmam...” (Yusuf: 52-53)
Sayın Yıldırım, âdetleri hilafına bu iki ayeti çevirirken birleştirmişler, hatta müteâkib sayfa 53. ayetle başlıyor olmasına rağmen bu sayfayı 54. ayetin çevirisiyle başlatmakta bir beis görmemişler. Pek denemedikleri halde burada berkenar mushaf'ın sayfa düzenine uymamalarında bizce bir mahzur yoktur.
Lâkin aktarılan ifadenin Hz. Yusuf'a ait olduğu da nereden çıkıyor?
Sayın Yıldırım, tefsir kitaplarında mevcut olan bir yorumu tercih edebilir ve tercih haklarını da özgürce kullanabilirler, ancak ihtilaflı (bizce hatalı) bir yorumu, Kur’an'a aidiyeti kesin olan bir husus imişcesine doğrudan zikretmelerinin gerekçesi nedir? 
Kendileri bu konuda yakîn hâsıl etmiş olsalar bile okurdan kısa bir açıklamayı niçin esirgemişler ve kıssanın akışını etkileyen bu tasarrufları hakkında neden hiçbir bilgi vermemişlerdir?
Sayın Yıldırım, asla bağlı kalmak düsturuna itibar etseydi, basit bir parantez işaretiyle böylesi veballerin altına girmekten pekâlâ kurtulmuş olurdu.

* * *

Açıklamalı Meâl'in en müsbet özelliklerinden birinin de Kur’an ayetlerine atıf yapmak suretiyle Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri meselesine dikkat çekmesi olduğunu söylemiş, ancak bu cazip yöntemin hakkı verilmediği takdirde tehlikeli sonuçlara yol açabileceğine de bilhassa işaret etmiştim. Nitekim Kitab-ı Mukaddes (Bible) çevirilerinde sıkça kullanılan ve Protestanlar nezdinde revaç bulan bu tekniğin yol açtığı zaaflara mevcut Kitab-ı Mukaddes neşirlerinde ziyadesiyle rastlamak mümkündür.
Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri bizim ilim geleneğimiz içerisinde asırlardan beri uygulanan bir yöntem olmasına rağmen, niçin tehlikeli olsun, neden bu teknik Protestanlaşmatemayüllerine hız kazandırsın?

Sual sahiplerinin, bu haklı sual sadedinde önce şu hususlar üzerinde düşünmelerinde fayda mülahaza ediyorum:

1. Herhangibir ayetin başka bir ayet tarafından tefsir edildiğine kim karar verecektir?

2. Bir ayetin başka bir ayeti açıklamak için nâzil olduğu nasıl tesbit edilecektir?

3. Efendimizden ve ashabından gelen rivayetlerin mahdud olduğu bilindiğine göre, başkalarının şahsî (keyfî?) tasarruflarına nasıl itibar edebileceğiz?

4. Yorumların şahsîliğinde, o yorumlara itibar edenlerce bir mahzur görülmeyebilir; ancak bu şahsî yorumlar Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri gibi bir kisveyle ortaya çıktığında, okur ne yapacaktır? İtiraz ettiğinde, bir şahsın mı, yoksa Kur’an'ın mı yorumunu karşısına almış olacaktır?

5. Kur’an'a göre... veya Kur’an'da... ön-ekiyle başlayan kitap ve makalelerin sayısında ziyadesiyle artış olduğu ve her önüne gelenin bu tür ön-ekler kullanmak suretiyle kendi sığ görüşlerini Kur’an adına piyasaya sürdüğü erbabının malumudur. Meselâ “Kur’an'da başörtme emri vardır veya yoktur” şeklindeki iki zıt yorum da Kur’anadınaöne sürülmekte ve görüldüğü kadarıyla bu ihtilafin hallinde Kur’an değil, hevâ vü heveshakemlik yapmaktadır. Binaenaleyh neyin Kur’an'a göre olduğunu, neyin Kur’an'a göre olmadığını tefrik edemeyen sıradan okur bu durumda ne yapacaktır?

Bu sualler muvacehesinde bir de şu misal üzerinde düşünelim:

eş-Şınkıtî (öl. 1973) adlı bir âlimin, Kur’an'ı Kur’an'la tefsir etmek iddiasıyla kaleme almış olduğu Advâu'l-Beyan fî İzah'il-Kur’an bi'l-Kur’an adlı hacimli bir eseri vardır. Bu zât, Fatiha Sûresi'nde geçen الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ ifadesini açıklarken, bu ayetin tefsiri sadedinde haklı olarak Nisa: 69 ayetine atıf yapmakta ve الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ ibaresinde geçen وَالصِّدِّيقِينَ kelimesinden hareketle Hz. Ebubekir es-Sıddık'ın hilafetinin sıhhatini ispata çalışmaktadır.
Acaba burada eş-Şınkıtî'nin Kur’an'ı Kur’an'la tefsir ettiği söylenebilir mi? (Kendisinin niçin bu tür bir yoruma başvurduğu üzerinde düşünülecek olursa, bu âlimin Selefî (biraz da Suudî) olduğu ve Şiilerin iddialarına cevap yetiştirmek maksadıyla böylesi zorlamalara kalkıştığını görmek zor olmaz.)
Ne ilginçtir ki sayın Yıldırım da Fatiha Sûresi'nin çevirisinde Nisa: 69 ayetine atıf yapmışlar ve fakat bu ayetle başka bir ayeti (6. ayeti) tefsir etmişlerdir, oysa mezkur ayet الصِّرَاطَ المُستَقِيمَ'i değil, bilakis الَّذِينَ أَنعَمتَ عَلَيهِمْ'i tefsir eder.

Bu şekilde daha birçok misal verebilirim. Fakat maksadım bu değil, başka birşeyi anlatmak: 

Varsayalım ki sayın Yıldırım kendi atfını savunmaya kalkışmış olsun ve ben de kendisine cevap verip bu itirazımı gerekçelendirmiş olayım, böyle bir durumda Kur’an'ın Kur’an'la Tefsiri iddiası nerede kalacak ve en nihayet, Suat Yıldırım'ın tercihi mi, Dücane Cündioğlu'nun tercihi mi Kur’an'ın Kur’an'la tefsiri olacak?
İşte bütün sorun, bu soru'nun sorgusunda!

* * *


Suat Yıldırım'ın Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli adlı çevirisiyle ilgili kanaatlerimi (sadece bir kısmını) yazmış bulunuyorum. Köşe yazıları aracılığıyla bu tür ilmî meseleleri ele almanın güçlüğü sanırım takdir edilecektir. Gerek ele alınacak konuların, gerekse verilmesi lâzım gelen misallerin miktarı sırf bu tür bir form içerisinde yazmak zorunluluğu nedeniyle sınırlı tutuldu.

Zorunluluktan söz ediyor olmam yadırganabilir ve pekâlâ bu meseleleri ilmî dergilerde de yazmak imkânının bulunabileceği söylenebilir. Ancak Kur’an çevirileri meselesinin artık ilmî mahfilleri aşan bir mahiyet kazandığı, halkın (ilgili ilgisiz herkesin) Kur’an hakkındaki tasavvurâtını doğrudan etkilediği ve hepsinden de önemlisi bu tesirler dolayısıyla bir Kur’an çevirisini okuyan, hatta gelişigüzel sayfalarını karıştıran herkesin dinimiz hakkında uluortakonuştuğu düşünülecek olursa, birilerinin çıkıp piyasaya neredeyse sel gibi akan bu çeviriler hakkında halka bazı uyarılarda bulunmasının bir zaruret kesbettiği anlaşılır.


Daha önce de bazı çeviriler hakkında kanaatlerimi serdetmiş, hatta bilhassa sert bir üslûbkullanmaktan çekinmemiştim.
Sebebi basitti: ticarî rant gayesiyle piyasaya sürülen bu çevirilerden halkı sakındırmak, cür’etkâr ve iştahlı mütercim adaylarının ise hiç değilse utanmalarını sağlayıp kendilerini insaf ve ciddiyete davet etmek.
Sayın Suat Yıldırım'a gelince, kendisinin ilmî birikimi ve ciddiyeti benim takdirime ihtiyaç duymayacak kadar müsellem bir hakikattir. Binaenaleyh Açıklamalı Meâlhakkındaki kanaatlerimi yazarken kendilerini incitmemeye ve bâhusus insafı elden bırakmamaya çalıştım, zira Kur’an'ın ve Kur’an ilimlerinin öğrenim ve öğretimine yıllarca emek vermiş bir insanın gayretlerini görmezden gelemezdim.
Ancak —açıkça söylemem gerekirse— çevirisini tedkik ettiğimde, beklediğimin çok daha azıyla karşılaştım. Sözgelimi, yıllarca tefsir ilmi ve usûlüyle meşgul olduklarını ve gayet ciddi tedkikler neşrettiklerini bildiğim birinin, çeviri meselesinin de bir ilim ve usûle dayandığını dikkate alacağı ve diğerlerinin aksine daha yöntemli, daha titiz bir çeviriyle okurlarının karşısına çıkacağı ümidini taşıyordum. Lâkin kendileri her çevirinin girişinde karşılaşılabilecek kısa bir izahâtla yetinmişler ve hem bu izahâtın, hem de bizzat çeviri metninin tanıklık ettiği üzere kendilerinden yapmamaları beklenen hataları yapmışlardır.
Meselâ Sayın Yıldırım'ın, Arapçası oldukça basit olan وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ ibaresini dahi “Hakkı batıla karıştırmayın!” (Bakara: 42) şeklinde çevirmesi fevkalâde düşündürücü olmalıdır. (Biraz tefekkür!)
Kezâ kendileri Türkçe konusuna önem verdiklerini söylüyorlar ve fakat —kendilerini temin ederim ki— yine de yüzlerce Türkçe hatası yapıyorlar. (Buradaki yüzlerce tabiri mübalağa ifade etmemektedir.)
Hem Kur’an'da Ulûhiyet adlı eserlerinde, hem de Açıklamalı Meâlde yer alan notlarda “Arapların Allah Teâlâ'yı inkâr etmediklerine” dâir izahat vermelerine rağmen kalkıp Bakara: 28 ayetinin baş tarafındaki كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ ibaresini, “Ey kâfirler! Allah'ı nasıl inkâr edebilirsiniz ki...” diye çevirmelerini nasıl açıklayacağız, bu tür hatalı çeviriler yapmalarına neden olan zaafı nasıl ve ne surette teşhis edebileceğiz?
Hiç kuşku yok ki hiçbir Kur’an çevirisi hatalardan âri olamaz ve ben de zaten sayın mütercimin hatalarının dökümünü yapmak gibi lüzumsuz bir işe kalkışmadım.
Maksadım, Kur’an-ı Kerim'i başka bir dile çevirmenin sanıldığından çok daha güç bir iş olduğunu göstermek ve bu vesileyle bir ilim adamımızın elinden çıkmış bulunan bir çeviriden hareketle hâl-i pür melâlimize bu ülkenin Kur’an sevdalısı insanlarının dikkatini çekmekti.

* * *
21-22 Aralık 2002 



Yaklaşık dört yıl önce, okurlardan gelen talepler muvacehesinde Suat Yıldırım'ın —Zaman gazetesinin promosyon olarak dağıttığı— Kur’an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali hakkında 5-16 Ocak 1999 tarihleri arasında bu köşede yayımlanan müteselsil 8 yazı kaleme almış ve bu vesileyle değerlendirmelerimi kamuoyunun nazarına sunmuştum. Belirtmeliyim ki o zaman eleştirilerimi mütercimi incitmemeye özen göstermek suretiyle yazmış, irfanına tevkilen esasa müteallık misallerin ve dahi vurguların yeterli olabileceğini düşünmüştüm. Yanılmışım.



Sebebini izah edeyim:

Geçen yıl kitabın 2. baskısı yapılmış. Yurt dışında bulunduğumdan, bu baskıdan henüz haberim oldu. Biraz tedkik edince, mütercimin üstlendiği bu ağır vazifenin mesuliyetini idrak edemediğini teessüfle bir kez daha gördüm.
Benim yıllardan beri Türkçe Kur’an çevirilerine yönelik temel eleştirim yöntemsizoluşları noktasındadır. Nitekim Yıldırım'ın çevirisi de bunlardan biriydi. Verdiğim misaller hep bu zaafı tebellür ettirmeye matuf iken işaret ettiğim hususları hiç ama hiç anlamamışlar, üstelik nezaket ve hassasiyetime şu şekilde mukabele etmekten çekinmemişlerdir:
Mealimiz 1998 yılında Zaman gazetesi tarafından yayınlanıp okuyuculara hediye olarak dağıtılmıştı. Geçen süre içinde takdirlerini ifade eden çok sayıda okuyucu arasında, on beş kadar ihtisas ehlinin bulunması şükrümüze vesile olmuştur. Muttali olduğum sadece bir tenkit oldu ki o da esasa yönelik olmayıp, eserimiz vesilesiyle, yazarın genel olarak meal çalışmalarına yönelttiği eleştirilerini ihtiva ediyordu. Kolay anlaşılan, munis ifadeler kullanmamızı, avama yönelik bir meal olarak değerlendirenbu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. (…)
İmdi, lütfen şu çeviriyi dikkatle okuyunuz:
51—(…) İşte o sırada Vezirin eşi “…” diye itiraf etti. 
52-53Yusuf dedi ki: “Onların bu şahitliklerine lüzum görmem, benim vezire gıyabında hainlik etmediğimi ve Allah'ın, hainlerin hilesini iflah etmeyeceğini, onun da bilmesi içindir. Bununla beraber, nefsimi de temize çıkarmam. (…)”
Biz o zaman bu çevirinin doğrudan Kur’an'ın aslına müdahale olduğuna işaret etmiş ve mütercimi uyarıp şöyle demiştik:
Sayın Yıldırım âdetleri hilafına bu iki ayeti çevirirken birleştirmişler, hatta müteâkib sayfa 53. ayetle başlıyor olmasına rağmen bu sayfayı 54. ayetin çevirisiyle başlatmakta bir beis görmemişler. Pek denemedikleri halde burada Berkenar Mushaf'ın sayfa düzenine uymamalarında bizce bir mahzur yoktur. Lâkin aktarılan ifadenin Hz. Yusuf'a ait olduğu da nereden çıkıyor? 

Sayın Yıldırım, tefsir kitaplarında mevcut olan bir yorumu tercih edebilir ve tercih haklarını da özgürce kullanabilirler, ancak ihtilaflı (bizce hatalı) bir yorumu, Kur’an'a aidiyeti kesin olan bir husus imişcesine doğrudanzikretmelerinin gerekçesi nedir? 

Kendileri bu konuda yakîn hâsıl etmiş olsalar bile okurdan kısa bir açıklamayı niçin esirgemişler ve kıssanın akışını etkileyen bu tasarrufları hakkında neden hiçbir bilgi vermemişlerdir? 

Sayın Yıldırım, “asla bağlı kalmak” düsturuna itibar etseydi, basit bir parantez işaretiyle böylesi veballerin altına girmekten pekâlâ kurtulmuş olurdu.
Peki bu eleştirinin yayımlanmasından sonra ne olmuş?

Sayın Yıldırım, hemen eserinin 2. baskısında bu ayetlere daha önce verdiği anlamı tamamen değiştirmiş ve uyarılarımıza uygun bir biçimde yeni bir mânâ vermiş.

Dilerseniz şimdi eleştirimizin nasıl bir sonuca yol açtığına biraz daha yakından bakalım:

51—(…) İşte o sırada Vezirin eşi “…” diye itiraf etti. 
52-53Ve devamla şöyle dedi: “Bunu böylece söylüyorum ki eşim vezir de (Yusuf'a sahib olmaya yeltenmemle beraber) kendisinden gizli olarak ona (fiilen) hiyanet etmediğimi ve Allah'ın hainlerin hilesini iflah etmeyeceğini bilsin. Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. (…)”
Çevirinin Türkçesi yine felaket bir halde. Üstelik hâlâ tercüme ve tefsir hatalarıyla malul. Lâkin her şeye rağmen açıkça görülüyor ki meal sahibi eleştirimiz üzerine dersine biraz çalışmış ve daha önce fütursuzca ve çalakalem Hz. Yusuf'a isnad ettiği sözü, bu sefer asıl sahibinin ağzından aktarmayı başarabilmiş. Hatta bununla da kalmamışlar 9 satırlık bir açıklama notu ekleyerek (İbn Kesir'e atfen) şöyle demişler:
Fakat ilk tefsir Hz. Yusuf (a.s.)'ın makamına ve Kur’an'ın siyakına daha uygundur. (…) Bu da vezirin eşinin sözünün devam ettiğini gösterir.
Belki şaşıracaksınız ama bu misale rağmen mütercimin eleştirilerimi nazar-ı itibara almadığını söyleyebilirim. Alsaydı, yüklendiği vebalin ağırlığı —yukarıda da görüldüğü gibi— birazcık olsun azalırdı.
(…) Eleştirilerini lütfen ortaya koysunlar. Nefsim memnun olmasa da insaflı tenkidler elbette değer ifade edecek ve tarafımızdan değerlendirilecektir.
Suat Yıldırım'ın bu ifadesini o zaman bir davet olarak telakki etmiş ve meâli hakkındaki değerlendirmelerimi Kur’an'a hürmeten zaman israfı olarak görmeyip uzun uzun yazmıştım. Fakat herkes eleştiriden istifade edemez, bu iş gayret ister, kabiliyet ister, ilmî olgunluk ister, hepsinden önemlisi söyleneni anlamayı, anlamaya hazır olmayı ister.

Bakınız mütercim ne diyor?

Kolay anlaşılan, munis ifadeler kullanmamızı, avama yönelik bir meal olarak değerlendiren bu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. İlmî olmak için, karmaşık olmayı şart gören bu anlayışa katılmadığımı ifade etmekten çekinmiyorum. Meal geniş kitle için hazırlandığına göre, doğru bilgileri kolay anlaşılacak tarzda vermek tercih edilmelidir.
İlmî olmak için karmaşık olmayı şart gören bir anlayışın sahibi olmadım, böyle bir şeyi de ne savundum, ne teklif ettim. Oysa ben çok daha farklı bir şey söylemiş ve mütercimin dilinin seviyesini değil, açıklama notlarının seviyesini eleştirmiştim:
Herkese hitab eden meâl olur mu? 
Bizce olmaz. 
Fakat ne yazık ki sayın Suat Yıldırım, çevirisinde herkese (!) hitab etmeye çalışmış ve açıklamalarınıda adına herkes (!) denen bir kitle için yazmış. Herkese hitab eden açıklamalar, alt seviyeleri gözetmeyi gerektireceğinden, bu tür eserler, alt seviyelere hitab eden eserlerdir. 
Ben böyle bir yolu tercih ettiği için mütercimi kınıyor değilim, sadece, kendisini eserlerinden tanıdığım ciddî bir ilim adamının, herkes gibi eser vermek yolunu tercih etmiş olmasına hayıflanıyorum.
Bu eleştirimi de uzun uzun örneklendirmiş ve şöyle demiştim:
Ortaokul öğrencileri nazar-ı itibara alındığında bu tür açıklamalar lüzumsuz ve faydasız sayılmazsa da bu bilgileri bir meâlde değil, okul ansiklopedilerinde görmeyi tercih edecek insanların miktarı, sanırım hiç de az değildir. 
Keşke Kur’an okurları çocuk yerine konulmasaydı. 
Keşke okurlar ciddiye alınsalardı.
Keşke bundan çok daha fazlasına ihtiyaç duydukları unutulmasaydı.
Hakikat bu!

Fakat daha önce de işaret ettiğim gibi eleştiriden istifadeye salih olmak gerekir. Değilse fikri müdafaa yerine, nefsi müdafaa yapılır ve sonuçta onca mürekkeb boşa akıtılmış olur.

Üstelik ben mütercimin Türkçesini kolay ve munis olmakla değil, hatalı ve yetersiz olmakla nitelemiştim:
Sayın Yıldırım'ın Bakara: 42 ayetinin Arapçası oldukça basit bir ibaresini dahi “Hakkı batıla karıştırmayın” şeklinde çevirmesi fevkalâde düşündürücü olmalıdır. Kezâ kendileri Türkçe konusuna önem verdiklerini söylüyorlar ve fakat —kendilerini temin ederim ki— yine de yüzlerce Türkçe hatası yapıyorlar. (Buradaki yüzlerce tabiri mübalağa ifade etmemektedir.)
Ayette hakkın batıla değil, batılın hakka karıştırılmasından söz edildiğini ve arada pek muazzam bir farkın bulunduğunu açıkça yazsaydım ayıp olmaz mıydı?

Biraz da mütercim zahmete girmeli, bu eleştiri lütfundan istifade edecek kadar olsun gayret göstermeli değil miydi?

Hz. Salih'e hitaben:
● “Yahu Salih!” dediler… (Hud: 62)
Hz. Şuayb'a hitaben:
● “Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!”(Hud: 87)
‘Yahu’, ‘ha!’ gibi ifadelerin sahibinin Türkçesinde mûnislik aranır mı? Hem de Hud/57'yi “Muhakkak ki Rabbim her şey üzerinde Nigehbandır” diye çeviren birinin Türkçesinde?
Kendileri de çok hafif bulmuş olacaklar ki “Yahu Salih!” hitabı 2. baskıda usulce “Ey Salih!” oluvermiş.
Sözün özü, neredeyse önüne gelen her hocanın, her ilahiyatçının, her ilahiyatlının bir meal kotarmaya cüret ettiği böylesi keşmekeşte eleştiri, üstelik yöntemli eleştiri lüzumludur, hatta ehline vaciptir. Bu arada mütercim taifesine düşen de eleştirileri lütuf ve nimet bilmek, tebrik kartvizitlerinin miktarıyla öğünmek ya da meal nüshalarına anket kağıdı iliştirmek yerine oturup derslerine çalışmak suretiyle vâki hatalarını düzeltmektir. Aksi takdirde, mütercim taifesinden el uzattıkları bu meselede ısrarla ciddiyet ve hassasiyet talep etmemizden daha tabii bir durum olamaz.
Aslen eleştiri İlahiyat camiasının içinden çıkmalı. Lâkin yetersizlik ve hiyerarşi buna mani oluyor.
O halde mesuliyet yine Kur’an talebelerinin omuzlarında.

* * *

Suat Yıldırım'ın Kur'an-ı Hakim ve Açıklamalı Meâlinin ikinci basımı dolayısıyla yaptığım değerlendirme üzerine kendileri bir açıklama göndermek ihtiyacı hissetmişler. Bu açıklamayı aşağıda okuyacaksınız; benim kısa sürecek olan değerlendirmemi de onun ardından.
Ancak daha evvel, lüzumlu gördüğüm bir iki noktaya kısaca işaret etmek isterim:
Son iki yazıyı yazmamın nedeni, Kur’an-ı Kerim'i tercüme etmek gibi ciddi bir işe soyunan birinin, kendi tercümesi hakkında kaleme alınmış 8 yazılık bir eleştiriye karşı takındıği o hiç de hoş olmayan müstağni tutumdu.
Daha önce de söylediğim gibi eleştiriden istifade etmek gayret ister, kabiliyet ister, ilmî olgunluk ister, hepsinden önemlisi söyleneni anlamayı, anlamaya hazır olmayı ister.
Sayın Yıldırım, o zaman yaptıkları çok fahiş bir çeviri ve yorum hatasını bu eleştiri sayesinde tashih ettikleri halde müteşekkir olacaklarına, bari hiç değilse sükutla geçiştireceklerine bu eleştirileri, nazar-ı itibara almaya değer bulmadıkları şeklinde hilaf-ı hakikat bir söz sarfetmekten çekinmemişlerdi. Lâkin bu sefer çok daha ilginç bir yola sapıyorlar ve önce açıkça, muttali olduğum sadece bir tenkit oldu, dedikleri halde, şimdi de, sizinle alâkalı ağzımdan bir tek kelime bile çıkmadı, siz boşa konuşuyorsunuz, demeye getiriyorlar.
Çaresiz bana da düşen kendilerinin bu beyanını hakikat, benim ise boşunadeğilse de boşa konuştuğumu kabul ve itiraf etmek.

İmdi boşakonuştuğumu kabul ediyor ve ilgili açıklamayı aynen sunuyorum:



Sayın D. Cündioğlu, 

Yeni Şafak gazetesinde 21-22/12/2002 günlerinde “Kur'an-ı Hakim ve Açıklamalı Meali” adlı kitabım hakkında yazdıklarınızla ilgili olarak şu açıklamayı uygun buldum: 




1- Ben hiçbir zaman size hitaben bir yazı kaleme almış değilim. Varsa ortaya koyunuz. Böyle iken sizi tenkid etmişim iddiasıyla şahsımı itham etmeniz, normal bir davranış olarak nitelendirilemez. 

2- Yayınlanan kitap eleştirilebilir. Hata yapan yazar tenkitleri yerinde bulursa yanlışlarını düzeltir. Makul bulmazsa isterse kendi gerekçesini gösterebilir. Bütün bunlar normaldir. Ben samimi ve isabetli tenkide sadece minnettar kalırım. Nitekim eleştiri ve görüşlerini almak için ekserisi, İlahiyat Fakültelerinde tefsir hocaları olan 150 kadar zevata birer nüsha hediye takdim ettim. Çoğundan, sizin hilafınıza teşvik edici yazılar aldım. Ama emin olun, onlar içinde beni daha çok sevindiren, işaret edilen tenkitler oldu. Zira kitabın eksiğinin azalması yazarı en çok sevindiren şeydir. Samimi ve ehliyetli tenkid, her zaman dinleyecek kulaklar bulur. 

3- Hatalı saydığınız iki yerin (Hud: 62 ve Yusuf: 52-53 ayetlerindeki anlamlarının) eleştirdiğiniz 2. basımda giderildiğini zaten yazıyorsunuz. Şu halde onlar hakkında tenkit, insafsız bir kimsenin bile hakkı olamaz. 

Bakara, 42 ayetine verdiğimiz “Hakkı batıla karıştırmayın” anlamı, başta Diyanet İşleri Başkanlığı'nın meali olarak mevcut meallerin çoğunda tercih edilen bir ifadedir. Bir ilim dalında ekseriyetin tercihinin bir şey ifade ettiği kabul edilmelidir. Bu arada hata varsa bile müsamaha ile karşılanmalı ve daha isabetlisi güzel bir üslupla hatırlatılmalıdır. Aksi halde, binlerce doğruyu görmeyip ufak bir habbeyi kubbe yapmak uygun bir davranış sayılmaz. Geriye sadece Hud: 87 ayetindeki bir cümleciğin anlamı kalıyor. “Aferin, amma da akıllı, uslu bir adamsın ha!” diye çevirmişim. Tefsirlerin bildirdiği üzere, kafirler bu sözü Şuayb (a.s.) ile alay etmek için söylemişlerdir. Kur'an da hitab üslubu yaygındır. Onların hitaplarındaki maksadı, bu tarzda ifade etmeyi tercih etmişim. Bu, olsa olsa bir üslup ve tercih meselesidir. Bundan dolayı, böylesine bir savletle yüklenen insan, başkasına acımıyorsa bile, bari kendisine acımalı, enerjisini daha lüzumlu yerlere sarf etmelidir. 

4- Hepsi de tercih meselesi sayılabilecek bu dört hata dışında bir yanlış göstermiyorsunuz. Halbuki iki günkü sütunlarınız, mesela en az otuz hataya işaret etmeye yeterdi. Böyle yapsaydınız okuyucular da, ben de yararlanırdım. Ama bunu yapmayıp büyük bir tehevvürle şahsımı küçük düşürücü töhmetlerle alanınızı doldurmanız, hatta bununla da yetinmeyerek bütün meal yazarlarını ve ilahiyat camiasını “yetersizlik”le itham etmeniz üzücüdür. Mesnetsiz iddialar, muhatabından ziyade sahibini zor duruma düşürür. Saygılarımla.

Suat YILDIRIM
Sayın Yıldırım'ın açıklamasıyla alâkalı değerlendirmem sırasıyla şöyle:

1. Açıklamanızda, şahsıma hitaben bir yazı kaleme almadığınızı beyanla sanki beni tenkid etmişsiniz gibi size karşılık vermiş olmamı itham’la vasfedip bu durumu anormallikle nitelendiriyorsunuz. Oysa ben sizin, şahsıma hitaben bir yazı kaleme aldığınızı söylemedim, sadece 2. basımın girişindeki ilgili pasajı şahsıma dair yazılmış kabul edip bunu bir nezaketsizlik olarak yorumladım.
İkincisi, sizin beni tenkid değil, bilakis nezaket ve hassasiyetime malum olduğu vechile mukabeleettiğinizi söyledim. Her halukârda ben boşuna değilse bile gerçekten boşakonuştuğumu anlamış bulunuyorum.
Ancak sayın Yıldırım! Şu andan itibaren size terettüb eden, aşağıdaki mübhem (!) ifadelerin, mealiniz hakkında Yeni Şafak'ta yayımı iki hafta süren ilk ve tek eleştirinin sahibi olan şahsıma dair olmadığını (tevile ihtiyaç göstermeyecek surette) açıklamaktır:
Muttali olduğum sadece bir tenkit oldu ki o da esasa yönelik olmayıp, eserimiz vesilesiyle, yazarın genel olarak meal çalışmalarına yönelttiği eleştirilerini ihtiva ediyordu. (…) Bu eleştiriyi nazar-ı itibara almaya değer bulmadım. (…) İlmî olmak için, karmaşık olmayı şart gören bu anlayışa katılmadığımı ifade etmekten çekinmiyorum.
Daha açık ifade etmem gerekirse, bu tasrihi kendi nefsim namına değil, aksi takdirde sizin haysiyetinizin şâibe altında kalacağından endişe duyduğum için talep ediyorum.

2. İlahiyat Fakültelerinde 150 kadar meslektaşınıza birer nüsha hediye takdim edip çoğundan, benim hilafıma teşvik edici yazılar aldığınızı beyan buyuruyorsunuz.
Ne kadar hoş! Alkış her zaman nefse hoş gelir ve benim buna hiçbir itirazım yok.
Boşuna, mürüvvete endaze olmaz, dememişler. Umarım, Dekanınız Zekeriya Beyaz beyefendinin de tebrik ve teşviklerine mazhar olmuşsunuzdur.

3. Hatalı saydığım Yusuf: 52-53 ayetlerinin ilk çevirisini 2. basımda düzelttiğinize göre bu hususu tenkid konusu yapmamam gerektiğini söylüyorsunuz. Oysa bu ikinci atfa lüzum görmem inkâr-ı istifade vâkıası sebebiyleydi.
Ancak belirtmem gerekirse çeviriniz bu haliyle de fahiş hatalar içeriyor. Binaenaleyh tefsir kaynaklarını biraz daha dikkatli tedkik etmeli ve istifadeye yetecek miktarda mesai harcamalısınız.
Bakara: 42 ayetine verdiğiniz anlamın hatalı olduğu, tartışmaya gerek olmayacak kadar açık. Lütfen bu kadar nazik bir hususu gurur meselesi yapmayınız. Binaenaleyh nefsinizin direnişine boyun eğmeyip ilk fırsatta hatanızı düzeltmeyi fazilet biliniz. Bu hatalı anlamın, başta Diyanet İşleri Başkanlığı'nın meali olmak üzere piyasa meallerinin çoğunda tercih edilmesi ilmî bir müdafaa olmadığı gibi, esasen, bir ilim dalında ekseriyetin tercihinin birşey ifade ettiği kabul edilmelidir, şeklindeki sözünüz de lüzumsuz ve mânâsızdır.
İlim tarihi, ekseriyet'in kendisine itimad edilemeyecek kadar aldatıcı bir mesned olduğunun ibretâmiz delilleriyle doludur.
Bu mesele —erbabının da teyid edeceği üzere— kesinlikle bir üslub ve tercih meselesi değildir.

4. Hepsi de tercih meselesi sayılabilecek 4 hata dışında bir yanlış göstermediğimi söyleyip iki günlük sütunumun, en az 30 hataya işaret etmek için yeterli olduğunu belirtiyorsunuz. Eğer böyle yapsaymışım okuyucular da, siz de yararlanırmışsınız.

Sayın Yıldırım! Bu beyanınızı ciddiye almamakta mazurum. Çünkü değil sadece çeviri ve yorum hatalarıyla, bizzat eksik ayet mealleriyle bile malul olan mealiniz hakkında yaklaşık dört yıl önce 8 yazı yazmış ve bilhassa sizi incitmemeye özen göstererek belli başlı karakteristik hatalarınıza işaret etmiştim. Son iki yazı ise sadece zeyl kabilinden yazılmıştı. Ben size asla ithamda bulunmadım, sadece çevirinizi eleştirdim. Ne yapalım ki siz bu eleştiri nimetinden istifade etmeyi beceremediniz. Bu bakımından maalesef daha ayrıntılı bir eleştiri lütfunu hak etmiyorsunuz. Bundan böyle meslektaşlarınızın teşvikleriyle yetinmeyi sürdürmelisiniz.

Bilenler bilir, ben misal vermekten ne çekinirim, ne yorulurum. Keşke çeviriniz öyle 30-40 tane misal vermekle tashih edilebilecek türden olsaydı! (Öyle ki 2. baskı benim bile gözümü korkuttu.) Fakat değil!

Son olarak, beni bütün (!) meâl yazarlarını ve ilâhiyat camiasını yetersizlikle itham etmekle suçluyorsunuz ve böylelikle iletişimi imkansız kılıyorsunuz. Çünkü bırakınız ne demeye çalıştığımı, ne dediğimi dahi anlamamak için elinizden geleni yapıyorsunuz.
Eleştiri'nin ilahiyat camiasının içinden çıkmasına yetersizlik ve hiyerarşi'nin mani olduğu şeklindeki tesbitimin hiyerarşi tarafı anlaşıldığına göre, belki gayret edilirse öteki tarafı da anlaşılır.

Hasılı, ben ancak işaret edebilirim, teşhir edemem.


KAFKA'YA AĞIT

$
0
0

23 Ocak 2010



Es gibt ein Ziel, 

aber keinen Weg. 

Was wir Weg nennen, 

ist Zögern.





O mahzun, o acılı gözleriyle sanki kendini ölüme mahkûm eden yargıcın önündeymiş gibi bakan, bakınan bir Kafka fotoğrafının altında yer alıyordu bu satırlar.
Viyana’da bir kafenin duvarında. Café Kafka’nın girişinde.
Bir hedef var, 
ama yol yok! 
Yol dediğimiz, 
bir duraksamadan ibaret!

Kendimce bir şey yapmak zorundaydım yine. Dünyayı süratle kendi dilime çevirmek zorundaydım. Olup biteni anlayabilmek için. Denedim.
Ziel ve Weg, yani maksud ve tarik.
Bakınız, çevrilince nasıl da birdenbire sisi pusu açılıveriyor dünyanın! Maksud, kasd edilen, yönelinen, hedeflenen. Nerede? Zihnimde. Hayallerimde. Düşlerimde. Bir tarafta benim maksudum, benim muradım, benim hayalim, öte taraftaysa Weg, yani yol, yani tarik. Dış dünya. Gerçek. Üzerine ayağımı bastığım zemin. Maksud ve muradımla aramdaki bağlantı aracı.
Kafka, belki maksud var ammâ tarik yok, diyor. Tarik diye adlandırılanınsa koca bir yanılsama olduğuna işaret ediyor. Ancak duraksadığımızda farkedebileceğimiz bir mahiyete mi sahiptir bu yol?
Öyle görünüyor. Çünkü hakikatte üzerinde yürüyebileceğimiz bir zemin yok! Bizi maksuda eriştirecek bir yol. Varolan, bir tek duraksamalar, tereddütler dolayımında kendini belli eden bir zemin.
Ne acı değil mi, ancak üzerinde yürüyemeyeceğimizi farkettiğimizde beliriveren bir yol. Duraksamalardan oluşan bir heyulâ!

Yürüyebilmek için pütürlü zemine geri dönmeliyiz, demişti Wittgenstein. Bütün derdi ayağını üzerine basabileceği muhkem bir zemin bulmaktı onun da.
Muhayyilenin aracılığıyla kaymak, sıçramak, uçmak deha için ne ki? İş bile değil. Eşyayı kusursuzlaştırma dehaya özgü umurdan. Abartma. Mükemmelleştirme. Zihninde normale, doğala, sıradanlığa aslâ tahammül edemez böyleleri. Her defasında eşyayı kusurlarından arındırmak, onu kusursuzluğu içinde müşahede etmek ister. Kemâli, hep kemâli arzular, yani kendindeki kemâli (zevâl-ı hakikî’yi). Zorunlu olarak başkalarında da kemâl arar. Bulur da. Yoksa yaratır. İşte der, bakın, kemâl her yerde!


Oysa gerçeğin kendisi kemâlden öylesine uzak, kemâle öylesine yabancıdır ki! Gerçek kemâlin değil, zevâlin yurdudur. Kusurun, eksikliğin, acı ve hüznün. Kıyımın. Ölümün. Gerçeğin yüzeyi pütürlüdür. Yürümeyi kolaylaştırmaz zorlaştırır. Uçmak istiyorsan bir tekme atıp gerçekten uzaklaşmalısın. Gökyüzünün kusursuzluğunda süzülmelisin. Büyükçe bir kürenin o ipek gibi yumuşak cidarına dokuna dokuna yükselmelisin.
Bu hakikati idrak etmek için Wittgenstein'ın iki evini karşılaştırmak gerekir. İlki Viyana'da kızkardeşi için tasarladığı ev, diğeri ise kendisi için Norveç'te içine sığındığı o küçük kulübe.


Bilenler bilir, Viyana’da, Wittgenstein’ın kızkardeşi için tasarladığı evin tasarımı mükemmeldir. Sadeliği ve geometrik kesinliği, tek kelimeyle etkileyicidir. Hem de kapı ve pencere kollarına varıncaya değin. Ne var ki oturulacak, içinde yaşanılacak gibi değildir. İçinde gezilebilir ama yaşanılamaz, tıpkı bir müze gibi.
Emin olmak için Kundmanngasse'deki bu evi (1926-28) ziyaret etmiştim. Fotoğraflarında görüldüğünden daha alımlıydı. Ne kadarına müdahale edilmiş bilemiyorum ama çizgileri hâlâ kusursuz görünüyordu.



Trajedi de burada değil midir zaten! Büyük zekâların en büyük kusuru, kusursuzluğa meftun olmalarıdır. Yaşam için kusursuzluğu talep etmenin bir kusur olduğunu idrak edemez dehâ! Bu yüzden tekmelenir bir ömür boyu, yaşama uyum sağlamış sakinlerince.










Filozofun Norveç fiyortlarında saklı kulübesine gelince, bir sığınak gibidir o! Küçük, mütevazi ve gözlerden ırak. Tam da yaşamın kıyısında.









Acımasızdır bu yoktan dünya. Kıyıcıdır. Kendisine tâbi olmayan sakinlerini affetmez. Tutunamayanları. Uçamasınlar diye kanatlarını kırar. Muhayyilelerini. Kendilerine ve dünyaya bir daha masal söyleyemez hâle getirir onları.
Kazananlar ise hep yürüyenler olur.
Unutma, olan hep kaçınılmaz olandır ey talib, sen sessizce rıza lokmasını yutmaya çalış!
[Kafka dış-dünyaya] bir türlü akıl erdiremiyor, çünkü yaşayan bir şey var karşısında. Ama Franz’ın kendisi yaşayabilecek biri değil. Franz yaşam gücünden yoksun. Franz asla kavuşamayacak sağlığına. Franz çok geçmeden ölüp gidecek.
Kahine kadın, Milena, Max Brod’a bu satırları 1920 Ağustosunun başlarında yazar. Ne gariptir ki dört yıl sonra ölür Kafka.
3 Haziran 1924’te.
Yol tüm yalınlığıyla belirivermiştir.

KAFKA VE ÖLÜM

$
0
0

28 Eylül 2002

Ah, dedi fare, dünya her geçen gün daha da daralıyor. Önceleri o kadar genişti ki bu beni korkuturdu, yürümeye devam ettim, mutluydum, nihayet uzaklarda sağlı sollu duvarlar gördüm, fakat bu uzun duvarlar birbiri ardısıra o denli hızla üstüme geliyorlar ki ben şimdiden son odadayım bile. VE orada, köşede kendisine doğru yürümekte olduğum bir kapan duruyor. 
Sadece istikametini değiştirmelisin, dedi kedi ve onu yedi.1
Kısa hikâyelerinin ana fikrinin çokluk ölüm olduğu hatırlanırsa belki Kafka’nın bu hikayesinde söylenmek isteneni —hiç değilse bir yönüyle— anlayıp yorumlamak için kendimizi hazır hissedebiliriz.
Ölüm.
Ölmedikçe onu bize kim tarif edebilir ki?

Ölüm, çoğunluk nazarında, sanki kendisinden kaçıldıkça içine düşülen bir gayya kuyusu. Kendisinden kaçılabilir sanılan, geciktirilebileceği, ertelenebileceği düşünülen, ve üstelik kaçtıkça daha da yaklaşılan. Firarîlerinin kendisinden kaçma süresinin kendisine yaklaşma süresini hızlandırdığını farkedemedikleri tek tuzak.
Hızlı yaşanan bir hayatın, ancak sonuna yaklaştıkça amacını anlayanların, kendilerini hayatı daha da ciddiye alır bir halde bulmalarında şaşılacak ne var?
Ölüme razı olmak, yani nârına da nûruna da rıza vermek. Becerilebilirse kaçmamak, kaçılabileceği vehmine kapılmamak, bilakis bile isteye ölüme koşmak, ölümü arzulamak.
Ölümü bir vuslat ânı olarak kutsayan, onu bir düğün gecesişenliğiyle anan bir medeniyetin mensuplarının ölümü en nihayet hakkında konuşulamaz hâle getirmeleri ne de acı!
Ölümü artık bir heyula, bir çukur, bir karabasan gibi algılayanların, ölmeden önce ölmeyi amaç haline getirmiş bir geleneğin halkası olmaları düşünülemeyeceğine göre, yaşamak için yaşayanların bundan böyle kendilerine gerekçe bulmak istemeyecekleri pek tabiidir. Hayatın biyolojik bir sürece indirgenmesi, yaşamanın yaşamak için olmasından, yani başka bir gerekçeye ihtiyaç olmaksızın yaşamanın kendisinin hem amaç hem neden olarak tanımlanmasından kaynaklanmakta, böylelikle ölüm sadece nedeni değil, sonucu da (nasıl adlandırılırsa adlandırılsın: yaşamı) ortadan kaldıran tehlikeli bir düşmana dönüşmektedir: Evet, karşı konulması gereken, kendisiyle mücadele edilmesi lâzım gelen tehlikeli bir düşmana!

Kafka bir defasında da şöyle demiş:





Bir tuzağın içine bile isteye atlanılırsa tuzaklar tehlikeli olmaktan çıkarlar.2





Korkunun ecele faydası yoksa da ecelin hakikat-i kat‘iyesine dair bilginin, bu kat‘iyeti kavrayıp onu hoşâmedi ile istikbal edenleri büyük bir sükûnete erdireceği muhakkak! O halde, ölmeden önce ölenler nezdinde ölüm niçin kendisinden korkulan bir heyula olsun ki?

Kafka’nın ünlü yorumcularından biri yukarıdaki hikayeyi açıklamak sadedinde şöyle der:
Ancak ölümünün üstesinden gelmeyenin üstesinden gelir ölüm. Kendisi için takdir edilmiş olan kapana atlamaya hazır olmadığı ve dahi ölüm-korkusu yüzünden ondan ürktüğü içindir ki fare hayatının amacını gerçekleştirmemiş olur.3
Velhâsıl ilm-i mantık tahsili, kişiye ölümün ne idüğünü kavramak için lâzım değildir, zira herşeyden evvel yaşama hırsı bizzat insan aklının denetleyebileceği hâlât-ı nefsaniyenin dışında kalır. Bu bakımdan varolmak kaygısının nasıl olup da birdenbire yaşama hırsına dönüştüğünü anlamak ve bir an evvel bu hırstan kurtulmak için aklın ötesinde kalan köyü ziyaret etmelidir.
İlm-i Mantık tahsili olsa olsa bize o sınıra kadar eşlik edebilir, tıpkı Kafka’nın dediği gibi:
Mantık esasen sarsılmazdır ama yaşamayı isteyen bir adama karşı direnemez.4
Mantık ölüm karşısında savunmasızdır.

Hepsi bu kadar!




1. Franz Kafka, Beschreibung eines Kampfes, s. 119, 1954
2. Gustav Janouch, Gespräche mit Kafka, Frankfurt, 1951
3. Christian Eschweiler, Kafkas Erzählungen und ihr verborgener Hintergrund, s. 47, Bonn, 1991
4. Franz Kafka, Der Prozess, s. 272, 1953

MUHAMMED'İN YETİMLERİNE VASİYETİMDİR

$
0
0
31 Ağustos 2008


Bir dağın tepesinde... küçük ve dar bir mağarada... karanlıkta.... taş üstünde... ve tek başına... yalnız... yapayalnız... kimsesiz...
Düşünmekten zonklayan bir zekâ... rikkat ve ızdırap titreyişleriyle seyrelmiş bir kalp... iyice zayıflamış... narin bir beden... neredeyse aç ve susuz... yemekten içmekten kesilmiş... hâlsiz... mecalsiz... ve yorgun... dalmış... bilinmezlik suretine bürünmüş bir belirsizlikler deryası içinde...
Tamat değil, şatahat değil, hakikat... boğulmak üzere... kaybolmak üzere...

Ah!..
Ah efendimiz!
Ah!...






Tecellînden ümid kestim, hani cilvelerin ey hakikat!
Ne de nazlısın.
Hâlâ müphemsin çünkü... hâlâ meçhul... görünmen, bilinmen, soyunman imkânsız gibi... öyle bir muammâsın ki hâllin  müşkil gibi...
Hani rahmetin? Hani hayalin? Hayalin bile mi muhal?





Ah hakikat!
Bir kez düşde olsan.... peçenle olsan... bari olsan... yeter ki gelsen... düşde gelsen... düş yoluyla gelsen... bir kez gelsen... ne yanımda, ne yanıbaşımda, razıyım, gelsen de ötelerde dursan!
Kudretim olsa uruc eder katına çıkardım. Güçsüzüm oysa. Hâlsizim. Rahm etsen de sen gelsen... insen buraya... tutsan elimden, alsan... alsan beni benden... bedenden... beni bana bırakmasan... kızmasan... sadece sevsen... yetim kalmış kalbimi ısıtsan... okşasan... adaletin zahirde kalsın, asıl sen beni bâtında, bâtınında rahmetinle sarsan...

Ah!..
Ah efendimiz!
Ah!...


VE derken Cibril-i Emîn geldi. Kadir gecesi. Yârin mektubuyla. ‘Oku!’ dedi haşmet ile.
Tam üç kez Kevser pınarını akıttı bir garibin avuçlarından. Bir kimsesizin. Bir yetimin. Efendimizin. Kana kana içsin diye. Şefkat ve rahmet nedir bilsin diye. Cemâlin görsün diye.
Hakikat bâdesi kadehsizdi bu yüzden. Sureti perdesiz. Çehresi peçesiz.
Gördü ve gözü gördüğünü yalanlamadı.

Ey talib, her yıl Ramazan kime gelir bilir misin?
Yârin mektubunu bekleyenlere... yetimlere... kimsesizlere... mağaradakilere... ah demeyi bilenlere...
Hüzünle gelir... okuyalım diye gelir... ah demeyi öğrenelim diye gelir... onun kokusunu duyalım diye gelir... ah diye diye gelir...
Tıkınmayı bırak, önce bir ah de!
Al eline  süpürgesini, süpür hayatından ikilikleri, ve önce adam gibi bir  (Hayır) çek şu dünyanın üstüne!
Efendimiz gibi.


Ramazan ayı tıkınma ayı değildir; karnavallar ayı ise hiç değil.
Kim için? Yetimler için. Mağaradakiler için. 
Ah demeyi bilenler için.
Ey talib, o pahalı, o şatafatlı, mükellef sofralarda verilen iftarlardan uzak dur, çünkü hem orucun oruç olmaktan çıkar, hem kendini Muhammed’in kokusunu duymaktan mahrum etmiş olursun.
Akşam tıkınmak için sabahtan kendini aç bırakan zavallılar gibi de olma! Çünkü iftar ve sahurlarda şatafat içinde tıkınanların orucu fasiddir.
Zahirde değil, bâtında. Orucun ahkâmınca değil, esrarınca.
Anlamıyor musun onlara helâl, ama bize haram.
Bize, yani ah diyenlere...
Muhammed’in yetimlerine...
Vasiyetimdir.

HÜZNÜN YOKSA KENDİNİ NİÇİN AÇ BIRAKIYORSUN?

$
0
0

22 Ağustos 2010


Antik dönemde yapılmış Mısır resimlerine bakıldığında hemen göze bir tuhaflık çarpar: 










İnsanların başları, kol ve bacakları yandançizilmiştir, buna mukabil gözleri ve gövdeleri önden.








Bu resimlerde insanların başları başka bir tarafa çevrili olsa dahî gözleri hep size bakar. Size, yani bakan kimse ona.
Niçin?
İnsanın hangi bölgesi hangi açıdan daha iyi, daha tam görülüyorsa, o açıdan çizildiği için. Gözlerin ve gövdenin önden daha kâmilen göründüğüne inanıyordu Mısırlı sanatçılar. Başların, omuz, kol ve bacaklarınsa yandan.
En azından sanat tarihçileri böyle açıklıyorlar. Uzmanların açıklamakta zorluk çektikleri husus ise, ayakların her ikisinin de iç taraftan göründükleri biçimiyle çiziliyor olması.
Farklılıkların sebebi bilgi veya beceri eksikliği olabilir mi?
Aslâ!
Mesele en nihayet bir tercih, bir tavır meselesi. Kemâli küll’de değil cüzlerde, bütünde değil parçalarda bulmak, ve her cüzü kemâliyle göstermek, işte bütün mesele!
Alimlerimiz güzeli tarif sadedinde cemâl kemâldedir derlerdi, yani eksik olan güzel olmaz, güzel görünmesi için, tam olmalı, kâmil olmalı, eksiklik ve kusurdan uzak bulunmalı. Eksikten, nakıstan güzel olmaz. Bu nedenle kendilerini bütünhâlinde algılamayı beceremediğimiz cüzleri güzel bulmayız. Tamamlanmalarını, kemâle ulaşmalarını isteriz.
Mısırlılar ise gözün ancak önden bakıldığında kâmilen görülebileceğine inanıyorlardı. Kâmilen gösterdiklerinde ise cemâlin zuhur edip seyrin de kemâl bulacağını düşünüyorlardı.

Bir Hak dostuna, biz bu dünyaya niçin gönderildik, diye sorulduğunda şöyle cevap vermiş:

Kemâli bulmak, cemâli görmek için!

Kulluk (ubudiyet) kavramının bundan daha açık bir tanımı var mıdır, bilemiyorum.
Arifler لِيَعْبُدُونِ (bana kulluk etmeleri için) ibaresini, sırf bu gerekçeyle لِيَعْرِفُونِ (beni bilmeleri/tanımaları için) şeklinde tefsir ve tevil ederler.
Maksad marifetullah’tan ibarettir, hakka ve hakikate agâh olmaktan. Gerisi teferruattır.

Kemâli bulmak ise, sakın karıştırılmaya, tekemmül etmek değil, bilâkis tekâmül etmek demektir. Bu nedenle güzellik, olan’ın değil, oluş’un tezahürüdür.
Sözün özü, güzellik, hakikatte ne görenin, ne görülenin, bizâtihi görüşün âlâmetidir.
Yalnızlık ve dahî tek başınalık, aynadan mahrumiyetin bir başka ifadesi.
Ne büyük elemdir insanın kendini göremeyişi. Nereye baksa boşluk. Her yerde.
Düşmeye görsün insan, kemâli de, cemâli de dışarıda aramaya başlar. Bütünlüğü. Kendisine eklemlenebileceği bir bütünlüğü.
Hiç kimse bir bütüne sahip olamaz oysa! Kişi bir bütüne ancak aid olabilir.
Dışında fazlalık olarak kalacağımız tamamlanmış bir bütünlüğü değil, bilâkis, eklemlenemediğimiz takdirde eksik kalacağına inandığımız bir bütünlüğü ararız, yani hakikatte yine bizim gibi eksik kalmış büyükçe bir parçayı.
Ama hep bir parçayı.








Gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum. 

Ingmar Bergman’ınAnsikte mot Ansikte (1976) filminden.





Apollinaire de sevgilisine şöyle der:
Seni duymadığım zaman çaresiz oluyorum.
                                                                           (Intouchables, 2011)
Bensiz her bütün eksiktir çünkü. Tıpkı anne ile yavrusu gibi.
Ayrı kaldıkları takdirde hangisi tamdır? Yanyana geldiklerinde hangisi fazladır? İşte bir klişe: Bir bütünün iki yarısı.
İnsan algısı iki parçalı bir bütünü bütün olarak tasavvur edemez. Bütünün tecessüm edebilmesi için en az üç parçası olması gerekir. Üç buûdu.
Göz hep üçüncü buûdu arayacaktır. Çâresiz.
Peki ikonalar?
İkonalar iki boyutlu. Üçüncü boyuttan yoksun. Derinlikten. Dolayısıyla güzellikten. Batılı göz nezdinde böyle. Ratio nezdinde.
Eksik bulunan o üçüncü boyutun nerede arandığı önemli. Pavel Florenski, okurlarına, derinliğin arkaplanda değil, önplandaaranmasını önerir. Reverse Perspectivede. 1920’de. İkonanın önünde diz çökeni de içine alacak bir hacimden.
İkonalar sade seyirlik objeler olarak yapılmazdı. Estetik algının değil, vecdin nesnesiydi. Ritus’un. Hayâlin. Yani gözün değil, kalbin. İşlevi vardı, hâlâ da var. Bu nedenle Kant’ın güzelin o ünlü faydadan, yani işlevden âri oluş (ohne-zweckmässigkeit) ilkesini çiğnemeyi inatla sürdürürler.
İkonanın önündeki mümin kendini seyreden değil, seyredilen olarak idrak eder. Bakan değil, bakılandır. Fayda uman. İsteyen. Dua eden. İkonanın içinde değil, önünde yer alır. Diz çöken mümini olmaksızın her ikona eksiktir. Herşey mabedde tamamlanıp kemâline erer. Dua sırasında.
Duaya ihtiyaç olmasaydı, ne ikonaya ne, mümine ihtiyaç olurdu. İkisini bir bütün kılan duadır. Eylemin kendisi yani.

* * *

Bil ki ey talib, Hira’sız din, itikafsız Ramazan olmaz.
Kalabalıkların arasındayken Tanrı’nın seninle ne işi olabilir?
Tanrı konuşmak için yalnız olanları seçer, diye uyarmıştım seni.
İçine çekilmen gereken bir kendiliğin bile yok.
Bir sığınağın.
Bir mağaran.
Tek başına için için ağlayabileceğin bir odan.
Hüznün yok çünkü.
Madem mahzun değilsin ey talib, kendini niçin aç bırakıyorsun?


ZAVALLI

$
0
0

6 Eylül 2009


Geçmiş bilinci, yenilgilerle oluşur.
Önce yenilgi, sonra zafer!
Yenilgi tatmamış hangi nefis zafer duygusuna ihtiyaç duyar?
Her zaferin, her zafer isteğinin ardında unutulması güç yenilgiler vardır, telâfisi güç yenilgiler, başarısızlıklar, yetersizlikler, eksiklikler.
Geçmiş bilinci, öncelikle yenilginin, yenilgilerin bilincidir, sonra o yenilgiler nedeniyle kendisine ihtiyaç duyulan zaferlerin.




Zayıflıktan veya zayıf olmaktan değil sadece, zayıf görünmekten bile korkar böyleleri.

Zafer kazanma isteği bu yüzden pathetiquetir. Hastalığı hastalıkla tedavidir. Zıddıyla.

Varlık sıkıntısı!

Güçsüzlük korkusu!

Yıkılmadım ayaktayım, zavallılığı




Kimse bugünü için geçmişe ihtiyaç duymaz. Geçmiş ihtiyacı, bizatihi gelecek içindir, tıpkı tarih gibi.
Tarihe de bugün için değil, gelecek için ihtiyaç duyarız. Gelecek için, yani umut edebilmek için.
Geçmişin mevcudiyeti, geçmişe ilişkin bilinçli bir tavrın mevcudiyeti demektir. Geçmişini bütünüyle kavramaya ihtiyaç duyan her bilinç, hakikatte, geleceğini yeniden modellemeye ihtiyaç duyuyor demektir.
Tarihsizlik, anda yaşamaktır. Gelecek ve geçmişten mahrum bir hâlde yaşamaktır.
Kim ne derse desin, tarihsizlik, mutlu bir hâlde yaşamaktır.
Evet, geçmişten ve gelecekten mahrumiyet, aslında mutluluk sebebidir.
Hâlinden memnunsan, ne geleceği bilmeye ihtiyaç duyarsın, ne de geçmişi!
Tarihsiz olanın derdi de olmaz çünkü. Olsaydı, tarihi de olurdu. Tarihi, yani geçmişi, ve dolayısıyla geleceği, hatıraları, iyi ya da kötü hatıraları, kısacası kayıtları.
O kayıtların insanoğlunun ayağını dünyaya perçinleyen vidalara dönüşmesi işten bile değildir.
Kişi, şu veya bu şekilde eksikliğinin farkına vardığı an, hemen kollektif bir geçmişe mensub olduğunu/olması gerektiğini hatırlar ve bütünlüğünü, o kollektif geçmişin üzerinden ele geçirmeye çalışır.
BEN işe yaramazsa oralarda bir yerlerde bekleyen bir BİZ vardır her zaman. Yoksa bile kolayca icad edilir ve bir çırpıda Ben’in geçmişinden Biz’in geçmişine geçilir.
Tarih zincirinin hem zaaf, hem kudretanlamına geldiği noktadır burası!
Birbirine sımsıkı bağlı muhkem halkalar, ah o ne büyük kudret!
Bir yaşam boyu, o muhkem halkalardan birine bağlanmış olmak, ah  ne büyük zaaf!
Halkalar, yani insanın geçmişinden ve geleceğinden kurtulmasına izin vermeyen kayıtlar.
İzafet ve kayıt düşkünlüğünün ardında zeval korkusu vardır, zeval bulma korkusu!
Kemâl yetkinlik ve tamlık demektir. Karşıtıysa zevâl.
Zevâl da eksiklik ve noksanlık demektir. (Daha teknik bir karşılık vermek istesem, karşılık olarak düşkünlük sözcüğünü seçerdim.)
Kemâl sahibi, sözde yetkinliğe, tamlığa ulaşmış, yani bütünlük dairesinin tepesine çıkmış olan demektir. Zevâl sahibi ise, bu bütünlük dairesinin dibine düşmüş olan.
İkisi aslâ birbirinden bağımsız düşünülemez. Çünkü zevâlsiz kemâl, kemâlsiz zevâl olmaz.
Kişi zevâldeyken kemâli arzular ve tabiatıyla kayd u izafet aracılığıyla tamamlanacağını zanneder; aid olmakla, mensub olmakla, yani bir bütüne/bütünlüğe aid ve bir bütüne/bütünlüğe mensubolmakla.
Geçmiş bilinci, yenilgilerle oluşur, demiştik. Ben’in bilinci de, Biz’in bilinci de.
Üç semavi din de insanın yeryüzündeki mâcerasını bir yenilgi anlatısıyla başlatır, Adem-Havva anlatısıyla.
Bu yenilgiyi bir başka yenilgi izler: Kabil hikâyesi.
Sonra zaferler gelir, birbiri ardısıra galibiyetler ve mağlubiyetler.
İnsanoğlu bu süreçte, bütünlük dairesinin bazen tepesine çıkar (kemâl), bazen dibine düşer (zevâl).
Nitekim zavallıkelimesinin kökeninde zevâlin bulunması ve düşkün anlamını taşıması, hiç de sebepsiz yere değildir. İnsan zavallı (düşkün) bir varlıktır. Çünkü öncelikle bu dünyaya düşmüştür ve düşüşü bu dünyada da hâlen devam etmektedir.
Komik olanı şu:
Bazı insanlar sadece bazı insanların zavallı (zeval'lı) olduklarını düşünüyorlar. Oysa bütün insanlar zavallıdırlar.
Senin anlayacağın ey talib, düşkün olmayanı olmaz insanın!

BEN ORUÇTAN ZİYADE ORUÇLUYU SEVERİM

$
0
0

5 Eylül 2009



Ben namazdan ziyade namaz kılanı severim, der Amiş Efendi, yani oruçtan ziyade oruçluyu, hacdan ziyade hacıyı, ibadetten ziyade âbidi.
Kısaca insanı.
Her halukârda insanı.
İhtişam ve sefalet uçları arasında salınıp duran insanı.


İnsanın paranteze alındığı an, yaşamın da anlamı kalmaz, kâinatın da. Herşey anlamını insanla bulur çünkü. Varolan herşey insanla ve insanın sayesinde birbirine bağlanır. Madenler, bitkiler, hayvanlar, hepsi de insanın katılımıyla anlamını ve değerini kazanır.

Amacı olmayan hiçbir hareketi, hiçbir eylemi, hiçbir olguyu, hiçbir nesneyi anlayamaz insanoğlu. Anlayabilmesi için o hareketi, o eylemi, o olguyu, o nesneyi bir sebep-sonuç ilişkisi içerisine yerleştirmek (aklîleştirmek) zorundadır. Bu zorunluluğa da uyulur ve peşinden koşulup duran o anlam, her defasında, insan zihninin bağımlı olduğu nedensellik yasalarında aranıp bulunur.

Sebebi olmayan, anlamsızdır, insana göre. Sebebi, yani amacı.

İnsanoğlu, ne yapıp edip bir anlam bulmak, bulamasa bile hemen uydurmak zorunda hisseder kendini. Aslâ, ama aslâ abese tahammül edemez; absürd olanı, saçma olanı elinde olmaksızın yadsır, yok sayar.



Yaşamın amacı, yaşamın anlamıdır. Amaç yoksa, anlam da yoktur.
İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir; bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle.
Bağlılık, bağımlılık,çağdaşlarımız nezdinde sevilmez kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü bağlılık yetisiyle koşullanır. Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan bireyler, aslâ özgür olamazlar.
Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır ki?
Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam karşısında mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere.
Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder insan; aynı anda, bir anda. VE tevazuyu öğrenir, acziyeti ve bağlılığı.
Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı açılmıştır.
Boynunu eğ, ve içeri gir!
İnsanı hayvandan ayıran özelliği, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür.
Bu özgürlük anlayışı, ister istemez Tarkovski’nin sanat anlayışını da belirler:
Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir, ve insan yalnızca duasıyla yaşar.
Efsane filminin ana karakteriStalkerı Don Kişotla veya Prens Mişkinle aynı yörüngeye yerleştirmesi, hiç de boşuna değildir bu yüzden.
Bu adamlar, der, idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.
Tarkovski için, zayıfın gücünü dile getiren karakterlerdir bunlar.
Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.
Hakikaten her ibadet bir duadır, tıpkı sanat gibi. Bir çığlıktır, bir yakarış, bir bağlanış, bir acziyet, bir zayıflık.
Amiş Efendi’nin sözü üzerinde bir kez daha düşünmeli, ve yeryüzünde atılan çığlıkların türünden ziyade, çığlık atanların özüne nazar etmeyi bilmeliyiz.
Secdemiz ve hürmetimiz, gerçekte, insana!
Geceleri âh... âh... diye inleyen zavallı insana!

* * *

Bâyezid-i Bistâmî hazretleri yolda bir grup insanla karşılaşmış. Onlara “Nereden geliyorsunuz?” diye sorunca, Mekke’den döndüklerini ve orada hac ibadetini îfa ettiklerini söylemişler. Bistamî de “Boşuna zahmet etmişsiniz” demiş:






Beytullah’ın aslı orada değil ki burada. Keşke biraz da insanı tavaf etseydiniz.






İyice dikkat edilirse, dervişler, zikrederlerken hep sağdan sola doğru dönerler, kalb istikametine. Kalbe doğru. Aksi istikamete yönelmezler, sırf kalpten uzaklaşmamak için. Kalpten, yani gönülden, yani insandan.

Unutma o halde ey talib, seni senden, hakikatinden uzaklaştıran her ne ise, sen de ondan uzaklaş!

Aynanda görmen gereken kendi zatın, iskeletin değil!
Hadi söyle, hiç kendi gönlünü tavaf ettin mi ey talib?



RAMAZAN'IN HİMMETİ

$
0
0

22 Ağustos 2009


— Ey bilge, ne temennî ederdin? 
— Doğmamış olmayı. 
— Ama doğdun, şimdi ne temennî ediyorsun? 
— Ölmüş olmayı.
Yaşam bazen bu denli ürkütücü görünür insana.
Gerçekte bu denli ürkütücü olmasa bile, böyle görünür. Herkese değil, bazılarına...
Doğum ile ölüm arasında yaşar insan! İki nokta arasında. Yaşam denen aralıkta.
Çok az kimse için ürkütücü olan işbu aralıktır. Kalabalıklar içinse aralığın sonu, yani yaşam çizgisinin son noktası, ölüm noktası.
Küçücük bir nokta.
Uzakta olduğu için küçücük görünen bir nokta.
Bir tek nokta!
Ölüm, belki de yaşama asıl anlamını kazandıracak biricik nokta!

Garip olan şu ki modern insan ölümü öteleyen bir bilince sahip. Ölümden korkmuyor bu yüzden, korkamıyor. Korkabileceği derecede ölümü kendisine yakın hissedemiyor, kalbinde ölüme aslâ yer açmıyor.
En büyük korkusu hastalanmak ve bir de yaşlanmak.
Ölüm korkusuna denk korkular bunlar. Kimilerince ölmekten de beter.
Ölüme doğru yürüdüğünü bir türlü kabullenmek istemiyor modern insan, sadece hastalanmaktanveya yaşlanmaktan korkuyor.
Hastalanmadığı veya yaşlanmadığı takdirde, ölüm korkusundan âzad olurum sanıyor. Ölümden değilse bile, ölüm korkusundan.
Ölümü yok saymakla kalmıyor, yok saymakla ölümün yok olacağına da inanıyor.
Ölümü öldürmeye çalışıyor. Azraili.
İnsanın en temel trajedisi: kalıcılık ve süreklilik arzusu, yani bekaduygusu...
İnsan kendi varlığına (yaşamına) kalıcılık ve süreklilik kazandıramayacağını bir türlü kabullenemez, ister istemez mülkiyetindeki eşyayı da sürekli (daim) ve kalıcı (baki) kılamayacağını itiraftan kaçınır.
Devam ve beka vehmiyle aldatır kendini. Fena’dan, fanilikten, zeval'den ve geçicilikten tiksinir. Fena çok fenadır!
Oysa mezar taşlarının alnı açıktır, onlar kimseye yalan söylemez:
هو الباقي
Hüve’l-baki, yani kalıcı ve sürekli olan bir tek O!
Halk imanını emniyette addeder, kusurlarının ise affolunacağını ümid eder. Ne yapsın, insan her daim kendini güvende hissetmeye ihtiyaç duyar.
Bu güven güçlendikçe, beka (kalıcılık) arzusu da güçlenir, kalpten mahviyet hâli iyiden iyiye uzaklaşır, kişi her adımında varlığını daha çok hissetmek ister.
İşaret edeceği ben’in hacmi büyür, cesameti ve cesareti artar. Kalp gözünü kapatan gaflet perdeleri kalınlaşır.
Mala düşkünlüğü iyice artar. Öyle ki malının ve mülkünün çokluğu sayesinde dış dünyayı istilâ edebileceğini vehmeder. Yetinmez, başkalarının kalplerini de ele geçirmek ister. Başkalarının kalbinde yer kazanmaya çalışır, ne kadar çok kalpte yer edinirse aklısıra o denli güvende olacaktır. Şöhret, işbu hesabın ürünüdür.
Fanilerin gönlünde beka bulmaya çalışmak, gafletin en katmerlisidir bu yüzden!
Bütün çabalar mahviyete direnmekten ibarettir. Zavallı insan, kendini büyük hissetmek için her şeyi küçültür.
Kibrin çirkinliği de buradan gelir: Kendini büyük hissetmek için kişi daima başkalarının küçüklüğüne ihtiyaç duyar.
İnsan insanın üzerinde tepinir. İnsan insanı çiğner, ezer, tekmeler. Gücü yettiğince. Halbuki yükseldiğini düşündükçe alçalır da haberi olmaz.
Boşuna değil, peygamberler ve veliler kâfir olmaktan korkarmış; halk ise günahkâr olmaktan...
Neden peki?
Bir taraf zât-ı Hüdanın peşinde, öteki taraf vech-i Hüdanın!
Gürültüye hiç gerek yok, herkes zannıyla meşgul, ve dolayısıyla herkes zannından mes’ul! Enbiya ve evliya yola zat-ı Hüda için çıkarlar, zat-ı Huda ile maksuda vasıl olurlar. Halkın çoğunluğu ise yola vech-i Hüda için çıkar, akibetleri de, ahiretleri de vech-i Hüda ile son bulur. Sana gelince ey talib, malum, yola vech-i Hüda için çıktın amma maksudun da, cehd u gayretin de zat-ı Hüda için olsun! Sakın unutma, buğdaya düşkünlük belki vech-i Hüda'ya perde teşkil etmez, lakin zat-ı Hüda'yı idrake kesinlikle manidir.

* * *

Birkaç yıl önce Büyükada’da ehl-i hâlden seksen yaşında bir zât ile müşerref olmuştum.
Kendileriyle Sen Pasifik Kilisesindegenç gitar virtüözü Celil Refik Kaya’nın birbuçuk saatlik resitalinde karşılaşmıştık. Bir dostumuz, bu yaşlı zâtın, Amiş Efendi’nin bir talebesinin talebesine talebelik yaptığını söyleyince, tabiatıyla, çok heyecanlandım. 
Adadan ayrılmadan önce birlikte bir çay da içebilecektik.
Bundan a’lâ nimet mi olur, hemen yola revan olmuştuk.
Sohbet sırasında, söz geldiğinde, biraz da lâtife yollu, Üstadım, dedim, gençken, buğday mı, himmet mi, diye sorduklarında, biz de hiç tereddüt etmeden buğdayı reddedip himmete talib olmuş, tabiatıyla kendimizi, çok şükür, buğdaydan mahrum etmiştik. Lâkin görünen o ki bu yolculuğun sonunda himmeti de elde edemediğimiz anlaşılıyor. Ne yapalım, biz biçarelere ne tavsiye buyurursunuz?

Lütfedip şöyle cevap verdiler:
Evlâdım, bu devirde himmete tâlib olmak, himmete sahip olmak demektir!
Kalktım, elini öptüm, ve hüzün içinde oradan ayrıldım. Amiş Efendi’nin kokusunu duymuştum çünkü.

* * *

Sözün özü, Ramazan geldi, hoş geldi, bir düşünelim bakalım, Ramazan evimize buğdayla mı geldi, himmetle mi?


KENDİNİ HİÇ ÖZLEMİYOR MUSUN?

$
0
0

27-28 Temmuz 2002



Hakikat.
Ah şu hakikat!
Nasıl da cilveleşir kendisini arayanla, belki kendisini bilmeyen ve fakat arayanla. Bu nedenle en yakınında durur Hakikat hakikati arayanın. Neyi aradığını bilmese bile kavuşacağı ümidiyle arayanın hem de.
Arayan arar, biteviye aramaya devam eder, aradığına ulaşamadığı için arar. Lâkin o yakınlaşmayı umdukça o umduğu, o bütün umudu ondan uzaklaşır. O koşar, o koştukça da kendisine koştuğu ondan kaçar. Cilveleşir kendince. Ne de nazlıdır. Bulunmaktan çok, aranmaktan hoşlanır. Kolay kolay elevermez kendini. İnsafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır. Duyulmuştur bir kere, ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.
Acaba bu dertle mi söylemiş şâir?


Yitirdim Yusufu Kenan ilinde
Bulundu Yusuf vü Kenan bulunmaz

Açıklanır sözlerden değil. Anlaşılır gibi de değil.
Olsun! Biz deneyelim yine de.
Kaybettiğimi öyle bir yerde kaybettim ki onu bulduğum an, ânı kaybettim; kaybettiğim yerde onu buldum, lâkin bu sefer yeri kaybettim. Çokluk içinde arardım, çokluk hep onu arardım, çoklukta gizlenmiş sanır, çokluk içinde çok diye arardım. Bir kere onu bulunca, onu bir görünce, onu birlikte bulunca, bu kez çokluğu kaybettim.
Ne garip değil mi, ben hep suyu kaplarda aramışım, kap olmayınca su olmaz sanmışım. Bir sürü kap. Kaplayan, kapsayan birçok kap. Ah, o içinde âb-ı hayatımı saklayan kap! Garip işte, bulunca suyu, kabı kaybettim, kabımı kaybettim. Dışarılarda aradım hep onu. Kenan gibi. Kenan’ım gibi.
VE nihayet Yusuf’u Kenan’ımda buldum. Fakat bulunca onu, bu defa Kenan’ımı kaybettim.
Şu benimki de ne gafletmiş, diyesi oldum ya yine gafletten nâşî, yalnız uyumuyorsun ki deyû Yunus yetişti imdadıma.

Biz bizi bilmez idik bizi kendinden eyledi
Eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi

Öyle ya, biz bizi ne bilirdik, nereden bilirdik, nasıl bilirdik? Âma idik. Biz bizi bilmez idik. Doğrusu biz bizi bilmeyi de istemez idik. Ne var ki rahmet edip bildirince bizi bize, bizi bizde bize bildireni bildik. Biz gerçekte, gerçekten yoktuk, o vardı, gizli idi, gizliyor idi. Güya gizli idik, gizlide idik, ne ki var eyledi seyreylemek için bizi, âşikâr eyledi, âşikâre eyledi ve dahî aşk ile eyledi.
Peki ya kendi? Bu sefer de eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi.
Cilve budur, buradadır. Tabii ki görene. Köre ne?

Umutsuzluğa kapılmayalım da Yusuf’u aramaya devam edelim. Nitekim Molla Câmî’nin şu edibâne, edebâne itirafı, gaflet ehli için bir muştu değil midir?

Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.

Hem gizli, hem açık imişsin, hem açıkta, hem gizlide imişsin. Öyle ki hem uzakta, hem yakında imişsin. Uzun söze ne hâcet, sen ne orada, ne burada imişsin; sen bu-ara-da imişsin.
Molla Câmî’nin dediği gibi, ben bilmez idim.Çünkü Yunus’un dediği gibi, daha en başta, biz bizi bilmez idik. Niyazî Mısrî’yi hatırlamanın şimdi tam sırası: öyle sanırdım...
Evet, öyle sanırdım, ayrı sanırdım; zira bilmez idim, ben beni bilmez idim ve o halde iken ben seni nasıl bilebilirdim? Evet bilmez idim, bilinmez idim çünkü. Öyle sanırdım. O-ara-da beni bekliyor sanırdım. Ayrı sanırdım.

Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam
Bende görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

Ne demiştik?
İnsafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır. Duyulmuştur bir kere, ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.
Kafka, şu sözü, işbu güçlüğü açıklamak maksadıyla söylemiş olmalı.

Du bist eine Aufgabe. Kein Schüler weit und breit.
(Sen bir ödevsin. Ortalıkta tâlib yok.)

Acaba, bir kez olsun kendimize tâlib olamaz mıyız, diye soracak oluyorum; hemen o an vazgeçiyorum. Çünkü hem matlûb, hem tâlib olmanın bedeli o denli ağır ki!
* * *
Sen bir matlûbsun, ortalıkta tâlib yok, denmedi de ödev olduğu halde sadece ortalıkta tâlibin bulunmadığına işaret edildi. Ortalıkta tâlib olaydı, matlûb da olurdu. Kezâ matlûb olaydı, bu sefer tâlib de olurdu, muhakkak olmak gerekirdi.
Arayan varsa arananın, aranan varsa arayanın olması muktezâ-yı akliyedendir; lâzım-melzûm ilişkisi gibi. Çünkü bu izafet’in, izafet kategorisinin gereğidir; tıpkı oğul olmaksızın baba’yı, baba olmaksızın oğul’u tasavvur edemeyeceğimiz gibi. Baba oğul’a mukaddemdir, oğul’dan öncedir, oğul’un sebebidir; zira oğul’un olması için muhakkak baba’nın olması gerekir. Fakat bir kere oğul olunca, babalık, oğulluk tasavvur edilmedikçe tasavvur edilemez hâle gelir. Baba kavramı her defasında zorunlu olarak, kimin babası, suâlini sordurur; aynen oğul kavramının, kimin oğlu, suâlini sordurduğu gibi. İkisi birbirinden ayrı tasavvur edilemez. Baba varsa oğul, oğul varsa baba vardır. Sıfat mevsufsuz, mevsuf sıfatsız olmaz da ondan. Hâsılı, niteleyeni düşünmeden niteleneni, niteleneni düşünmeksizin niteleyeni düşünemeyiz.
Matlûb da öyle. Tâlibi olmayan matlûb, mâtlûbu olmayan tâlib olmaz. Her ne zaman matlûbdan söz açılsa, tâlibinin kimolduğu, yine ne zaman tâlibden söz açılsa bu sefer bu tâlibin matlûbunun ne olduğu soruya gelir.
Ortada bir ödev var yapılması gereken ve fakat bu ödevi yapmaya istekli bir tâlib yok. Yani ortada taleb yok! Taleb olmayınca, tabiatıyla tâlib de matlûb da olmaz. Tâlibi tâlib kılan talep sahibi olması iken, matlûbu matlûb kılan da aynı şekilde bir talebin konusu olması değil mi?!
Ödevi yapmak, yerine getirmek için ortada şöyle veya böyle bir talep olsaydı, tâlibi bulmuş olurduk, tabii ki aynı zamanda matlûbu da. Çünkü o ödev, taleb ve tâlib sayesinde taleb edilen bir matlûba dönüşmüş olurdu. Oysa bir ödev var ve fakat henüz ortalıkta tâlib yok, zira herhangibir talep yok!
Ne diyordu Molla Câmî?

Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.

Hem gizliydi, hem ayân-beyan.
Gizliydi, kendini âşikâr kıldı âşikâr olmayı istemeksizin, âşikâr olmak zorundaydı çünkü. Âşikârlığı zâtının gereğiydi. Bu yüzden eşkere kıldı bizi. Aşikâr oldu bizi kendinden eylemekle ve fakat bu sefer kendin pinhân eyledi.
Ben bilmez idim, yoksa o hep ayân-beyan idi. O kadar yakındı, o kadar yakında idi ki görmez idim, göremez bir halde idim. Ne var ki sonunda bir kafes bir kuş aramaya çıktı. Aranan, aranması gereken aramaya başladı. Arayan ise aranan oldu.
İllet malûlünün malûlü olur mu?
Olur! Ressam resmin illeti olduğu kadar, resim de ressamının illetidir. Ressam ressamlığını resmine borçludur; resim olmasaydı, resim ressamından kendine vücûd vermesini istemeseydi, ressamın ressamlığı nasıl vücûd bulabilirdi? Ressamı ressam kılan resmidir. Resmi resim kılan da ressam.
* * *
Acele etme de a dostum, biraz etrafını seyreyle! Geçme, geçip gitme de biraz bekle! Beklemeyi bilmezsen seyredemezsin! Seyredemezsen seyredildiğini farkedemezsin!

Sen bir ödevsin. Ortalıkta tâlib yok!

Şöyle demeyi ne kadar da isterdim:

Sen hem mâtlûb, hem tâlibsin!

Oysa sen sadece bir ödevsin.
Bu ödevin üzerine düşecek olan kim peki?
Yine sen!
Senden başka kim seni taleb eder, edebilir sanıyorsun?
Seni ancak sen taleb edebilir, seni yine ancak sen matlûb haline getirebilirsin.
Ödevini bilmelisin, zira kendini bilmelisin! Bilmek için önce bulmalı, bulmak içinse aramalısın.
Niçin ve nasıl arayayım, dediğini duymaz değilim. Kaybını bilsen, bilmediğini bilsen hayrete düşerdin. Düşeydin bir kere, evet sadece bir kere, bilirdin, bilebilirdin.
Bu, nasıl’ın cevabı. Oysa bana niçin’in cevabı gerek, diyorsun.
Ben de soruyorum:
Kendini hiç özlemiyor musun ey talib?

BAHANE TANRISI

$
0
0

 1 Temmuz 2007

Güzel bir menkıbe vardır.
Sarhoşun biri çamurlu ellerini, sırf silip temizlemek amacıyla yetim bir çocuğun başına sürmüş ve fakat o yavrucağız, sarhoşun bu kötü niyetinden habersiz, saçlarının okşandığını, bir yabancının kendisine sevgi gösterdiğini zannedip sevinmiş. Cenab-ı Hak da bir yetimi sevindirdiği, bir yetimin sevinmesine vesile olduğu için o kötü niyetli sarhoşun tüm günahlarını bağışlayıp onu cennetine göndermiş.
Küçük bir çocukken bu menkıbeyi rahmetli babamdan dinlemiştim. Kendisi de çok küçük yaşta yetim kaldığı için, bu menkıbeyi gözlerinden iki damla yaş gelmeden anlatamazdı.
Bu hâliyle bile hikâyenin maksad ve muradını hiç anlamadığımı, anlayamadığımı söyleyemem. Ne var ki aynı zamanda amellerin niyetlere göre olduğuöğretisiyle yetişmiş, kişinin yaptıklarının en nihayet niyetlerine göre değerlendirileceğini öğrenmiştim. Kimse sırf amelleriyle cennete gidemezdi, asıl ölçüye vurulacak olan kişinin niyetiydi, kalb-i selimiydi, salt davranışları değil.
Peki o hâlde, menkıbede sözü geçen kötü niyetli sarhoş nasıl olup da bağışlanıyor, niçin niyeti değil ameli, hatta amelinin neticesi göz önüne alınıyordu?






Bir yanda ilkeler(im), diğer yanda ise, bir zamanlar babamdan dinlemiş olduğum hüzünlü, hüzünlü olduğu kadar da sevimli bir menkıbe.






İlkeleri seçmek, hiç kuşkusuz ki ilk adımda bu menkıbeden çıkarılabilecek maksad ve muradı bir kenara bırakmaktan daha kolay bir çözüm olurdu.
Birgün Kınalızâde’nin Ahlâk-ı Alâî adlı eserinde şu cümleyle karşılaşınca, meselenin benim zannettiğimin daha ötesinde bir manâsı olduğunu farkettim. Hakikaten, eğer nasibim varsa, bulacağım cevap, çok daha derinlerdeydi:

... mütercimin ehl-i tarik olmadığından kat’-ı nazar edip hayır dualarına sebep ve zaîfe mağfiret olmağa dâî ola, ki Hakk celle ve alâ, beha tanrısı değil, behane tanrısıdır.

Kişinin niyeti ve amelleri kadar, amellerinin vesile olduğu hâdiseler de önemli olduğu içindir ki Cenab-ı Hak beha tanrısı değil, behane tanrısıdır.
Bir şeyin bahası, o şeyin kıymeti, değeri demek.
Farsçası beha (بها). Türkçe’de ise daha çok pahaşeklinde telâffuz ediyoruz; meselâ kıymetli, değerli mânâsında pahalı (beha-dâr) diyoruz ve fakat bu kelimeyi sadece bir kıymeti, bir değeri, bir fiyatı, bir ederi olmak manâsında değil, bilâkis yüksek kıymeti, yüksek değeri, yüksek fiyatı olmak mânâsında kullanıyoruz. Kısaca çok pahalı mânâsında.
Bir şeyin bahası, ya kendindendir, yani bizzat kendisi bahalı ve kıymetlidir veya bahası kendi dışındaki bir sebeptendir, değeri zatına değil, vesile olduğu herhangi bir faydaya mebnîdir.
Bir şey, zatında hiç de değerli olmadığı hâlde, kendi dışındaki bir sebeple, meselâ kendisine duyulan ihtiyacın şiddeti sebebiyle değer kazanabilir, pahalanabilir. Nehir kenarında suyun bahasıyla, çöl ortasında suyun bahası aynı değildir. Aksi takdirde bazı şeylerin değer kazandığından, pahalandığından veya değer kaybettiğinden, ucuzladığından söz edilemezdi.
Bahane (بهانه) kelimesi de diğeri gibi Farsça kökenli. Asıl anlamı ise vesile, sebep. Lâkin günümüzde daha çok, asılsız özür, sahte mazaret mânâsında kullanılıyor: bahane etmek, bahane ileri sürmek, vs.
Yani Cenab-ı Hak, bir şeyin veya kişinin sadece ne olduğuna değil, neye/nelere vesile ve sebep olduğuna da bakar; yani bahasını gerçekte bahane olduklarıyla değerlendirir, değerlendirebilir. Kullarına sadece adaletiyle değil, hikmet ve rahmetiyle de muamele ettiği için, zahire göre değil, bâtına göre, kendi katında malum bir bâtına göre hükmeder.
Sadi Şirazi çok önceleri ayn-ı hakikati terennüm etmiş oysa.

رحمت را بها نمی حوید
بلکی و را بهانه می جوید
Cenab-ı Hak rahmetine bahâ istemez
Bilakis o (rahmetini izhar için) bahane arar.


Zahir, kişinin niyet ve amellerinin zahiri değil, niyet ve amel sahibine dahî gizli kalan hikmet-i Hüda’dır. Kim, O’nun neyi neye vesile kıldığını bilebilir ki?
Hikmetinden sual olunmaz'ın manâsı da başka değil, bu olmalı!
Şerr bildiğimizin hayır, buna mukabil hayır bildiğimiz şeyin şerr olmasının mânâsını, mânâ-yı hakikîsini nasıl bilebiliriz?
En nihayet hayrın ve şerrin bahası, bizim nezdimizde geçerli olan bahası değil mi? Zahirî bahası yani? O hâlde O’nun katındaki bâtını, yani bütün olup bitenlerin arkasında saklı gerçek bahayı ve dahî bahaneyi nasıl bilebiliriz?
Bilemeyiz!
Ey talib! Hiç tereddüt etme, sadece zahirdeki amelleri değil, bazen bâtındaki niyetleri de bilebilir ve pekâlâ bildiklerinin gereğince amel edebilirsin.
Bilemeyeceğin, bir tek O’nun niyeti.


HAKİKATİN HAKİKATİ

$
0
0

22 Kasım 2009


— Yıllar önce Kemal Tahir bir vaka anlatmıştı bize.
Hapisteyken, bir gece, müdür tarafından, Kemal Tahir’den bir idam mahkûmunun son anlarında yanında bulunması isteniyor. Kemal Tahir idam mahkûmunun yanına gidiyor. Adam iki yahut dört rekât namaz kıldıktan sonra oturuyor.

— Şimdi, diyor Kemal Tahir, konuşmamız gerekiyor. Sabaha bu adam idam edilecek! Fakat birden farkediyorum ki bu dünyada bütün konuşmalar geleceğe aittir. Geleceği olmayan bir adamla konuşacak hiçbir şey yoktur!
İdam mahkûmuyla doğru dürüst bir lâf bulup konuşamıyor Kemal Tahir. (Ayşe Şasa, Bir Ruh Macerası, s. 105)


O adamcağızın geleceği olmadığından değil, bilâkis ‘gerçeklik’le tüm çıplaklığı içinde karşılaştığından ötürü söyleyecek söz bulamaz Kemal Tahir.
Gerçeklik soyununca acımasızlaşır birden. Anlam verme yetisini dumura uğratır, ve felç eder insanı.
Ah o ölüm, gerçekliğin ta kendisi! Gerçeklik de lâf mı, bizatihi gerçeğin!
Aklım bana yeter, o bana herşeyi izah eder, diyen safdilin, gerçeklikle her karşılaştığında, dili açılır. Konuştukça konuşası gelir gafilin. Oysa daha üst bir ilkeye bağlanma ihtiyacını hisseden her zekânın dili tutulur. Yoksulluğunu idrak, irfanın, yani kişinin kendini tanımasının ilk adımıdır çünkü!

* * *

Birgün Hz. Pir-i Mevlâna, Sadreddin Konevî ve meşayıhtan bir zat oturuyorlarmış.
O zat Hz. Pir’e sormuş:
— Fakrın (muhtaç olmanın) hakikati nedir?
Hz. Pir susmuş, bir şey dememiş.
Adam sorusunu yinelemiş, ama o yine soruyu suskunlukla karşılamış. Tekrar ısrar edince de yine hiçbir şey söylemeksizin orayı terketmiş.
Bunun üzerine Sadreddin Konevî, Ey pîr-i hâm! Ey çiğ adam! Ne sorup durursun, sen hiç mi hâlden anlamazsın, diye adama çıkışır.
Kızmana gerek yok, diye mukabele eder o zat, zaten sorularıma hiçbir cevap vermedi ki!
Konevî daha da hiddetlenir, ve der ki:
 Cevap vermez olur mu, o sana, hem de açıkça, cevap verdi. Sana dedi ki: Fakr, Hakkı görünce dili tutulmaktır.
Lâkin sen anlamadın!
* * *
Bu dünyada bütün konuşmalar geleceğe aittir, diyor Kemal Tahir.
Onun zorunlu olarak sustuğu yerde, kadîm ustalarımız bile isteye susmayı tercih ederlerdi.
İnsan susardı. Kelâm-ı İlâhî konuşurdu. Böylelikle ölüme kelâm-ı beşerle değil, kelam-ı ilahî’yle selâm verirlerdi.
Fakrın hakikatini bilirlerdi onlar.
Susarken konuşurlardı.
* * *
T.S. Eliot, şu sözüyle, farklı bir yorum seçeneği sunar bize:
Human being cannot bear very reality.
Yani:
İnsanoğlu çok fazla gerçekliğe tahammül edemez.
Norveçli felsefeci Svendsen, hiç tereddüt etmeden bu tesbite katılır, ve fakat hemen ardından şu ilâveyi yapmaktan da kendini alamaz:




İnsanoğlu çok az gerçekliğe de tahammül edemez.





Bendeniz, bu nicel yargıları, hem de bütünüyle, tashih ve tadil etmek isterim:
İnsanoğlu, gerçekliğin azlığına veya çokluğunadeğil, gerçekliğin bizatihi kendisine tahammül edemez. Çünkü katlanılabilecek hâle getirmedikçe, zaten gerçeklikle sağlıklı bir ilişki kurmayı beceremez insanoğlu.
Onu yorumlar, değiştirir, dönüştürür, muhayyilesinde iyice şekil verip kendince bir düzenek içerisine yerleştirdikten sonra ancak o nesne veya olgunun yanına yaklaşabilir.
Eşyanın kendinde anlamı yoktur. Onlara anlamı biz veririz. Anlam’ı ve değer’i. Kendi anlam dünyamız kadarıyla, ve kendi değerlerimizden hareketle.
Kimse kendisinde olmayanı veremez!
Sizdeki anlam ve değer zenginliği/yoksulluğu, içinde yer aldığınız gerçekliğin miktarını da doğrudan belirler çünkü. Pek tabii ki tahammül derecenizi de.
Sözün özü, tahammül edebileceğiniz gerçeklik derecesini, ister istemez sizin anlam verebilme gücünüzü tayin eder.
* * *
Geleceği olmayan bir adamla konuşacak hiçbir şey yoktur.
Çok acele verilmiş bir hüküm!
VE yanlış!
Geleceği olmayan adam karşısında pekâlâ konuşabiliriz, hem de sabaha kadar.
Tâ ki asılana kadar.
Susarız.
VE hep birlikte Kur’an’ı dinleriz.

Not: Dücane Hoca, bir defasında, bize, Radiohead'ın aşağıdaki Idioteque adlı parçasını dinlemedikçe bu yazının hakkını kemaliyle veremeyeceğimizi söylemişti.



ORUC'A DAİR FELSEFİ MÜLAHAZALAR

$
0
0

30 Eylül 2004



Hayat akıyor, biteviye, hiç durmadan, hızla akıyor. Bu akışın hızına kendilerini kaptırmış olan bizler de hayatla birlikte hiç durmadan akıp gidiyoruz, bir türlü duramıyoruz, durmayı beceremiyoruz, üstelik durmamız gerektiğini, durmaya ihtiyaç duyduğumuzu hem de hiç farketmeden.
Durmamız ve başımızı ellerimizin arasına alıp düşünmemiz gerekmiyor mu?
Durmalı ve düşünmeli, durup düşünmeli, durup durup düşünmeli değil miyiz?
Düşünme aklın hareketine verilen ad oysa.
Evet, aklın bilinen (malum) ile bilinmeyen (mechul) arasındaki hareketine düşünme (nazar) diyoruz. Bu takdirde durup düşünmek, düşünme'nin durması değil, düşünen'in durması anlamına geliyor.
Düşünen durmalı ki düşünme harekete geçebilsin, bilinenlerden bilinmeyenlere doğru yürüyebilsin, nesnelerini bulsun ve sıralasın, dilerse parçadan bütüne, dilerse bütünden parçaya, dilerse parçalardan parçalara doğru hareket etsin ama her halukârda hareketini sürdürsün.
Düşünme'nin hareketi, düşünen'in durmasına bağlı ise, durup düşünmek için kendimizi sâkin, aklımızı faal ve müteharrik kılmak zorundayız.
Hareketin karşıtı, ne ilginç değil mi sükun.
Arapça bir sözcük sükun.
Sakin olmak, sükunet içinde olmak, yani kımıldamamak demek.
Mahall'us-süknâ, meskun mahal, yani içinde oturulan yer anlamına gelir ki mesken de denir. Türkçemizde mahallenin sakinleri tabiri de buradan geliyor, o mahalde veya mahallede oturanlar, o mahalli mesken edinenler, orada duranlar anlamında.
Acıyı kesmek, acıyı durdurmak için de ne garip değil mi eskiden teskin sözcüğünü kullanırdık, acı çeken dostlarımızı, arkadaşlarımızı gücümüz yettiğince teskin etmeye çalışırdık. Acıları durdurmanın adı teskin ise, acıları durdurmak için kullanılan ilacın adı da müsekkin idi.
Bir de meskenet ve miskin sözcükleri var ki bugün verilen yanlış anlamlarını düzeltmekle vakit kaybetmeyip sadece onların durmak'la, hareket etmemekle alâkalı olduğunu belirtip geçelim.
Düşünmek için sükunete ihtiyaç bulunduğuna her işaret edişimizde aslında hareket edebilmek için durmak, yani kımıldamamak gerektiğini söylemiş oluyoruz. Çünkü düşünen hareket etmeye başladığında, hatta hareket etmeye başlar başlamaz düşünme susar, kendisini geri çeker, düşünen'in durmasını bekler ve ister.
Düşünebilmek için sesin hareketi de durmalı, başkalarıyla konuşmamalı insan, susmalı, sükut etmeli. Sükut zaten düşmek demek, sözden düşmek yani.







Oruç, bir zamanlar sadece, muayyen bir süre için yemekten, içmekten ve cinsî ilişkiden kesilmek anlamına gelmezdi, durdurulması, menolunması gereken bir tek bu durumlara özgü hareketler (!) değildi.







Selef-i salihîn ayrıca savm-ı samt denilen susma orucunu da tutarlardı. Sesin, sözün hareketini de muayyen süreler içinde durdurmayı denerler, sözden kesilmeyi de tecrübe ederlerdi. Kur’an, Hz. Meryem'in susma orucu tuttuğuna açıkça tanıklık eder. İffetin anası, kendisine soru soranlara cevap vermemiş, sadece beşikte yatmakta olan kelimetullah'a işaret etmekle yetinmişti. (Meryem: 29)
فَأَشَارَتْ إِلَيْهِ 
O oruçluydu, susma orucu tutuyordu. Bu nedenle Kelimetullah'ın bizzat  konuşması gerekmişti.
Susmak, bu bağlamda hiç konuşmamak demek değildir, bilâkis susmak, başkalarıyla konuşmamak demektir. Başkalarıyla konuşmamaya ihtiyaç duyarlardı büyüklerimiz, bir tek kendileriyle konuşabilmek için, kendi kendilerine konuşabilmek için, kendilerini kendilerine muhatab kılabilmek için.
Kuvve-i nutkiye idi düşünme-konuşma yetisinin adı ve nutk ikiye ayrılırdı:
1. nutk-ı dahilî (iç konuşma) 
2. nutk-ı haricî(dış konuşma)
Bugün iç konuşma'ya düşünme, dış konuşma'ya ise sadece konuşma diyoruz. O halde savm-ı samt (susma orucu) iç konuşma'dan kesilmek değil, bilâkis içeride konuşabilmek için dış konuşma'dan kesilmektir. Zihnin hareketini dil ve ses aracılığıyla başkalarına yöneltmektense, hiç değilse hareketin bir süreliğine düşünen'in kendine yönelmesini sağlamaktır.
Aksini akla getirmek bile caiz değildir, zira İslâm'da DÜŞÜNME ORUCU yoktur!
Hz. İnsan herşeyden kesilebilir ama asla düşünmeden kesilemez.
İnsanı insan yapan esasen iki kuvve vardır:
1. kuvve-i âkile 
2. kuvve-i âmile
İnsan düşünür ve eyler, lâkin sadece düşünmekle ayrılır diğer canlılardan. Akl'ın bir mevhibe-i ilahiye olduğuna işaret edenlerin muradı budur.
Sözün özü, nefha-i ilâhî ile düşünme yetisini kazanan hz. insan'ın bu ilahî yetiyi ta'til ve bir süreliğine iptal etmesi, yani düşünme orucu tutması, işte bu sebebe binaen caiz değildir.

Bâyezid-i Bistamî hazretleri bir defasında şöyle buyurmuşlardır:
Kırk yıldır insanlarla tekellüm ediyorum da onlar beni kendileriyle konuşuyorum sanıyorlar.
Bu durumda savm-ı samt'ı (susma orucunu) ikiye ayırmak mecburiyetiyle karşı karşıyayız:
1. savm-ı samt-ı zahirî 
2. savm-ı samt-ı batınî.
İlki, sadece susmak suretiyle kişinin kendini başkalarıyla konuşmaktan alıkoymasıdır ki burada susmak sözcüğü zahirî anlamıyla, yani nutk-ı haricî'nin susması mânâsında  kullanılmaktadır.
İkincisi ise, kişinin başkalarıyla konuşurken bile kendisiyle konuşmayı sürdürmesidir ki bu hâlde konuşmak batınî anlamıyla, yani zahire nazaran nutk-ı dahilî'nin hareketinin devam etmesi mânâsında kullanılmış olmaktadır.
1. Halkın (avam) susma orucu tutması gerekmez, zaten şer‘an mükellef de değillerdir. 
2. Kendilerini önemsemeyi başarmış seçkin kimseler (havass) ise savm-ı samt-ı zahirî vasıtasıyla nefislerini terbiye ederler. Bu nedenle seyr-i süluka dahil olmuş her hakikat tâlibinin zahirî anlamıyla susma orucu tutmaları, yani düşünebilmek için konuşmaktan kesilmeleri gerekir. Herkes kendini düşünemez, bir tek kendini düşünmeye, kendini düşünmenin/düşüncenin konusu kılabilmeye istidadı olanlar susma orucuyla mükelleftirler. 
3.Üçüncü ve son mertebede, bir de bilfiil kendileriyle konuşmak mertebesine gelmiş olanlar (ehass-ı havass) vardır ki onlar isteseler de başkalarıyla konuşamazlar, başkalarıyla konuşurlarken bile aslında konuştukları başkaları değil, kendileridir. Zahiren başkalarıyla ilgiliymiş gibi görünseler de kendilerini batınan terkedemezler, irfan diliyle halvet der encümen mertebesindedirler, yani halk içinde HAK'la beraber yaşarlar. Terki terketmiş, halkın arasına karışmış olsalar dahi en nihayet bir tek kendilerini düşünmekten bir an bile fariğ olmazlar, olamazlar.
Şehr-i Ramazan'da oruç tutmak, muayyen bir süre içinde bedenî kuvvelerden bir kısmının hareketini durdurmak maksadına matuftur, zihnin kuvvelerinin harekete geçebilmesi için, bedenin kuvvelerini tatil etmektir.






Düşünmenin hareketine alışmamış zihinler, bedenî faaliyetlerine bir süreliğine olsun ara verdiklerinde hemen güçten düşerler.





Bu bir hakikat!

Öyle ki onlara sanki zihinleri durmuş gibi gelir ve bunun nedenini yemek yememelerine veya bir şeyler içmemelerine bağlarlar. Oysa hareketi duran zihin değildir. Kendilerine oruç tutmalarını emreden, onlardan zihinlerinin hareketini durdurmalarını istememiş, bilâkis düşünmeyi harekete geçirmeleri için onları sükunete davet etmiş, bedenin her daim faal olan âzalarını hiç değilse bir aylığına sükuna erdirip bu fırsattan istifadeyle düşünmenin yolunu açmak murad edilmiştir.
Ne var ki kapalı bir musluk uzun bir aradan sonra açılınca hemen öksürmeye başlar, ilk aktığında ise paslı paslı akar, tıpkı  bunun gibi düşünme yetilerini hareketsiz bırakmış ve buna mukabil bedenî yetilerine dinlenme imkânı vermeyi akıl edememiş yığınlar şehr-i Ramazan'ın bereketinden yeterince istifade edemezler, yeterince düşünemezler çünkü.
İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar, fehvasınca bedenin yetileri tamamen tatile girmedikçe, çoğu insanın gaflet uykusundan uyanması mümkün olmaz. Bunun imkân dairesi içine girmesi için, kişinin ölmeden önce ölme'nin mânâsını kavraması, ölmedikçe olamayacağını hatırından çıkarmaması gerekir.
O kavimler ki hakikî yolu buldum sandı 
Ermeden doğru yola hepsini susturdu ölüm 
Öyle bir ukde ki hâlletmedi bir kimse onu 
Vurdular hepsi düğüm üstüne birbir başka düğüm!
Müdekkik-i allâme Nasıruddin Tûsî böyle diyor bir şiirinde ve ölümün en sonunda hepimizi susturacağını söylüyor. Oysa ölmeden önce ölebilseydik, ölmedikçe olamayacağımızı bilseydik, olmak adına ölmekten çekinmeseydik, ölüm, acaba cesedimizden başka ne bulabilirdi bizde susturmak için?
Hiçbir şey!
O halde dostum, sen şimdiden bir hiç ol da şehr-i Ramazan'ın hakkını vermeyi ihmal etme!
Şehr-i Ramazan'ın hakkını vermek, düşünme'nin hakkını vermek demektir.
Unutma ki sen düşünmenin hakkını verirsen, düşünme de senin hakkını sana verir.


Viewing all 497 articles
Browse latest View live