Quantcast
Channel: DÜCANE CÜNDİOĞLU SİMURG GRUBU
Viewing all 497 articles
Browse latest View live

Aşk, Şifa Verici Biricik İlkedir

$
0
0



İnsan dünyanın şu veya bu yerinde bulunduğu için değil, aksine o koca gövdesini bizzat bu dünyada buluverdiği için huzursuz, gergin ve sıkıntılıdır, başka deyişle, onca yol yürüdüğü halde bir türlü kendisini bulamadığı, kendisine ulaşamadığı, biteviye kendisini özlediği için. Dikkat etmeli, kimliğini, kişiliğini değil, "kendiliğini", yani zâtını, özünü özlediği için. Kimlik ve kişilik sorunları ve çözümleri en çok geçim sıkıntısının (bedenin ve tin'in) tarihine aittir, can sıkıntısının (varoluşun) tarihine değil. Ne sistematik tıp, ne sistematik psikoloji, ne de sistematik din bu sorunları açıklayabilir, çünkü varoluş sızısı ne bedensel, ne tinsel bir hastalıktır, ne de bir inançsızlık belirtisi, aksine yaşamın ta kendisidir. Bu yüzden doğal, toplumsal ve dinsel gereksinimleri doyurmanın bu hasreti, bu sızıyı dindireceğini sananlar plasebo yanılsamalarıyla kendilerini kandıradursunlar, biz insanı, insanımızdan yoksunluğumuzu idrak etmek, onu ısrarla aramak, çözme ve çözümleme tekniklerine en yabancı kalan tarafımızla herbirimiz tek tek yüzleşmek zorundayız. Nerede? Meydanlarda veya kalabalıkların içinde ya da klişelerde, reçetelerde değil, belki bir gözyaşı damlasında, belki bizim gibi yalnız ve yabancı olan bir yaşam yoksulunun iniltilerinde, belki derûnumuzdan gelen o nedensiz, amaçsız, tanımsız yakıcı sızının nefesimizi kestiği bir anda, ama hep sözde-başarılarımızla övünemeyecek denli yere yıkılmışken. Bilmeliyiz ki bir tabibe, bir psikoloğa, bir din adamına, kısaca kelli felli ciddi adamlara uzak ve karanlık kalan bir alandayız: masal-anlatıcılarının hükümranlığındaki gözyaşı vadisinde. Aradığımız hakikati bir iç çekişinde bulabiliriz ancak, hani şu burnumuza acı tütün uğradığı anlar vardır ya, işte öyle bir yürek yanışında, ama hep yoksulların, yoksunların ve mazlumların yanıbaşında, daima mağara gevezeliklerinin ötesinde, dünyevi iktidarların kıyısından çok, tam da karşılarında. Yârelerden şikayet etmemeli o halde, dertten, ıstıraptan kaçmaya kalkışmamalı, hiçlik çöllerinde can verirken bile yaşamı sevmekten utanmamalı, kendimizi kuyunun dibinde terkedilmiş bir halde duyumsarken bile sevgilinin tebessümünü bizden esirgemeyeceğine inanmaktan vazgeçmemeli. Aşk şifa verici biricik ilkedir, ızdıraplarımızı yatıştırdığı, bizi uyuşturduğu için değil, derûnumuzu çelişkiler içinde diri tuttuğu için. Kısacası, duam tüm huzursuzlar adına: aşkolsun erenler!





Aşk, şifa verici biricik ilkedir, Hürriyet, 9 Kasım 2014. (Soruşturmanın orjinal metni)















Dücane Cündioğlu'nun İlahiyat Fakültesi'nde işi ne?

BİR ANNELER GÜNÜ HİKAYESİ

$
0
0

20 Kasım 2005


Adam, sevip âşık olduğu kadına fırsatını bulup bir kâse fıstık uzatmış ve “Bunların elmas olmasını çok isterdim” demiş. Aradan yıllar geçmiş, adam bu sefer aynı kadına pırıl pırıl elmas salkımları uzatıp  şöyle demiş:
Bunların fıstık olmasını çok isterdim.
Olan ile olması gereken arasındaki farka işaret etmiyor bu sevimli hikâyecik. Her iki halde de verilene, onu verenin veya alanın bakışaçısının yansıtıldığını da söylemekle yetinemeyiz hiç kuşkusuz.

Belki bazılarımız, verilenin kendisinin önemli olmayıp verilme sebebinin çok daha önemli olduğunu düşüneceklerdir. Bu da sığlıkla malul.

Anlamak eşduyumla mümkün. O halde hikâyeyi bir daha okumalı.

Hepimizin hayatında bu tür hikâyeler vardır.

Benim de var.

7-8 yaşlarında iken anneler gününde anneme bir hediye almam gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya kalmıştım. Çünkü ablam nasıl yapmışsa yapmış anneme bir şekilde uygun hediye almayı başarmış ve bana da bu becerisinden söz etmişti. Çaresizdim, zira param yoktu, muhtemelen olsaydı da neyi, nasıl alabileceğimi bilemezdim. Paranın ne işe yaradığını, o yaşlarda iken tam olarak bilip bilmediğimi dahi hatırlayamıyorum. Bildiğim tek şey, anneme bir şeyler vermem (sunmam) gerektiği idi. Evet, ne yapıp edip bir şey vermeliydim. Anneler günü imiş, ve anneler gününde çocuklar annelerine bir hediye vermeli (almalı) imişler.

O zamanlar nasıl olup da ablamın bu tür şeyleri öğrenmekte öncelik kazandığını anlayamazdım. Babamın verdiği idarî bilgilere nazaran, annem İçişleri Bakanıydı, babamsa Dışişleri Bakanı. Kimin Başbakan olduğundan ise hiç söz edilmezdi. İki bakanlığı bile akılda tutmak meharet istiyorken, ötesini sormak aklımıza gelmemişti doğrusu. Sadece babamın evin reisi gibi gayr-ı resmî ve geleneksel bir sıfata bazı durumlarda müracaat ettiğini biliyorduk, o kadar!

Bu süreçte ablamın evin yönetiminde yer aldığından hiç kuşku duymadım. Çünkü o, her zaman neler olup bittiğini bilir, benimse haberim bile olmazdı. Belliydi ki—erkek kardeşim de bana katılana değin— evin sade vatandaşı bendim. Kardeşim bana katılınca, ister istemez vatandaş sayısı yine aynı sayıda kaldı, zira vatandaşlık görevini hemen küçük kardeşime devretmekte pek tereddüt etmedim. Böylelikle ablam İçişleri Bakanı'nın müşavirliğini yaparken, ben de Dışişleri Bakanı'nın müşavirliğine geçtim. İkimiz de rollerimizden memnunduk. Vatandaşımız da bize uymalı ve o da halinden memnun olmalıydı.

Her neyse, anneler günü geldiğinde ablamın nisbetlerine daha fazla dayanamamış olmalıyım ki çıkıp kırlardan çiçek toplayıp akşamleyin anneme anneler günü hediyesi olarak kır çiçeklerinden derlediğim gazete kağıdına sarılı o çiçek demetini sunmuştum. Gururla ifade etmem gerekirse, hediyem çok makbule geçmiş, üstüne üstlük sadece evdekilerin değil, komşuların da iltifatlarına muhatab olmuştum. Artık düşünceli ve hassas bir çocuk olduğumdan kimse kuşku duymuyordu.

Yine de ben o zamanlar maddî karşılığı olmayan bir hediyenin nasıl olup da değer kazandığını anlayamamıştım. Ne ilginç değil mi, ilerleyen yaşlarımda da bu sefer maddî karşılığı olan bir hediyenin nasıl olup da sırf bu yönüyle değerli sayılabileceğini anlayamadım.

O yaşlarda benim için önemli olan, bir vazifeyi yerine getirmekten ibaretti. Bir hediye almalıydım veya bir hediye bulmalıydım. Ben al(a)mamıştım, sadece hediye verecek bir şey bulmuştum. Doğrusu işe de yaramıştı.

Tabii ki sonraları bu tecrübeyi yeterince tekrarlayamadım.

Saflığımdan mıdır nedir, aklımda kalan tek şey, hediyenin pekâlâ maddî karşılığının olmayabileceği idi. Bu ilkenin hakkını verdiğimi ve böylelikle maddeten ucuz bir hediye arayıp bulmakta pek meharet kesbettiğimi söyleyebilirim. Sevgim, ilgim ve buluş yeteneğim vardı ya, daha ne isteyeceklerdi ki benden?

Lâkin gerçek hayat böyle değilmiş.

Sadece anneciğim, evet bir tek anneciğim, kendisini telefonla bile arayıp halini sormamı olsun yeterli buluyor(muş) ve bu kadarcığıyla bile seviniyor(muş gibi yapıyor). Oysa insan elmas olmasını istediği fıstıklar verecek çok kişi bulabilir ve fakat insanın fıstık olmasını istediği elmaslar verebileceği kişiyi ya da kişileri bulması çok zordur.

Verdiğiniz fıstıkların elmas olmasını dilerken karşınızdaki kişinin gözlerine bakın, yaşarıyorsa, aranızda umud edilecek bir gelecek var demektir, an kaybetmiştir.

Buna mukabil bir de verdiğiniz elmasların fıstık olmasını dilerken karşınızdaki kişinin gözlerine bakın, yaşarıyorsa, aranızda gerçekten de hatırlanmaya değer bir geçmiş var demektir, ankazanmıştır.

Bil ki ey talib, aşkın geleceği olmaz, o geçmişin an'da yinelenmesinden ibarettir.



KEŞKE

$
0
0

Mart 2015

Yarım kalmışlık yaşamın özüdür, telafi edilemez. İtiraf etmek çok zor ama ne yazık ki böyle: tüm varlığımızla yinelenemez ve yenilenemezbir çevrimin içindeyiz.

Şayet acılarla geçmişse, geçiyorsa, elimizde değildir, yaşamı yenilemek isteriz, hem de her şeyiyle. Değiştirmek isteriz, elbette daha iyisiyle, daha güzeliyle, daima en yenisiyle.

Tümüyle olumsuzluklar diyarı mı bu dünya, değil, bu yüzden geçici mutluluklar da bahşeder sakinlerine, küçük oyunlar, oyuncaklar sıkıştırır eline, bir de saklanılması gereken hoş anılar, ama daima eskide kalmış anılar.

Anılar, yani biteviye yinelenmesiistenen yaşanmışlıklar, yani unutmak istemediklerimiz, yani olanaklı olduğu ölçüde bir daha, bir daha yaşamayı istediklerimiz, isteyeceklerimiz, yani kendimizi hatırlamaya ihtiyaç duyduğumuz her defasında karşımıza çıkan o şirin düşlerde seyredeceklerimiz.

Anılar, yani geriye çağırabildiklerimiz... yanımıza alabildiklerimiz... kaybetmediklerimiz, bir türlü kaybedemediklerimiz...

Elimizde değil ki, kendimizi her özleyişimizde başkalarının sesini duymak isteriz, ama hep bir başkasının sesini.

Kendisine erişiminin kapalı olduğu evreleri vardır insanın, işte o zamanlar kendisine ancak başkaları üzerinden erişebilir, kendisini ancak başkalarının eliyle okşayabilir. Eremez belki ama erişebilir. Kavuşamaz ama yaklaşabilir, kokusunu alabilir, varlığını duyumsayabilir, sadece varım diyebilmek için (bir zamanlar ben de) vardım, varmışım diyebilir. Lakin hep bir başkasının yardımıyla yapabilir bunu. Öteki olarak duyumsayacağı yanı sayesinde bir kez daha yarılır, kalıcılığını güvenceye almak isteyen her varlık gibi bölünür, bölündükçe daha da kaybolur. Ne ki yine de kendisini kendisinde bir başkası olarak deneyimlemedikçe kendisiyle karşılaşmayı beceremez, çoğalır, biteviye çoğalır, ve sonunda en büyük günahının yaşamı kavrama ve düşünceye taşımak olduğunu anlar. Tüm suçudur düşünmek!

Keşke’ler de burada başlar: düşünmeye başlamakla.

Yenileme isteği geçmişten kaçma isteğinin belirtisidir bu yüzden, yineleme isteği ise bakışın geçmişe saplanıp kaldığının.

İlkini ve öncekini yok etmek, hep eskisini yok etmek demektir, başedilemeyecek olanı: unutmak istediklerimizi, değiştiremeyeceklerimizi bir hiçe dönüştürmek demek!

Beyaz sayfalar hep yeni sayfalardır. Başlangıç sayfaları. Doğanın yenilendiğini varsaymak hoşumuza gider, bu nedenle her baharda doğanın yeniden dirildiğine inanırız, sözümona ölümde diriliği, uykuda uyanıklığı görür, böylece her şeyin kesintisizce yinelendiğini düşünürüz.

Keşke, işte bu çevrimin sadâsı, olan’ın pekala başka türlü de olabileceğine duyulan güvenin ifadesi, bazen sadâ, bazen sayhâ, bazen nârâ, yani olması gerekeni tahayyül etmekten usanmayan insan türünün kendi özüne inancının o arşı titreten çığlıkları!

Her keşke’de nice ah saklıdır, nice idrake eriş, ve dünya dolusu nice niçin?

Niçin bir daha olmasın? Niçin   daha farklı olmasın? Niçin olmamış gibi olmasın?

Ve olanı olduğu gibi kabullenememenin çile ve ızdırabını dile getiren sayısız niçin!

Keşke, yaşamın hakkını veremeyişin bedeli. Yaşayan düşünmez çünkü, düşünemez. Öyle ya, insan niçin zihnine çekilir, niçin kavramların arasına dalar, niçin arınmak amacıyla içine dalması gereken suyun kendisini arıtmaya çalışır? Sen söyle a dostum, insan kirlenmekten niçin bu kadar korkar?

Bir gençler, bir de yaşlılar genellikle keşke demeyi bilmezler.

Pişmanlık duyabilecekleri denli genişçe bir geçmişleri olmadığından, dahası, olanı telafi edebilecek güç ve zamana sahip olduklarını düşündüklerinden gençler ne hayıflanırlar, ne de keşke demeye tenezzül ederler. Keşkedemektense savaşırlar. Egemen olan neyse onunla, yani aksi düşünülebilecek her şeyle, egemen hale gelen her türlü vasatla, alışkanlıklarla, ethosla, gerekirse sağduyuyla, itidalle, hatta vicdanla. Haklıdırlar, çünkü değiştirilebileceğine inandıkları bir dünyanın içinde yaşamaktadırlar.

Yaşlılara gelince, bilgelikten pay alanları, olanın zaten hep olması gerektiği gibi olduğunu bilirler. Değişime inanmadıklarından değil, değişende değişmeyeni gördüklerinden ötürü keşkedemeye lüzum görmezler. Uzun deneyimler  bir sadâ, bir sayhâ, bir nârâ suretindeki tezahürlerinden uzak tuttuğu için, onların keşke’si ancak bir inilti suretinde işitilebilir, ve daima iki damla gözyaşı eşliğinde.

Keşke’lerin bir tarafında çiğliğin, hamlığın, yeterince pişmemişliğin izleri görülebilir ve fakat arkalarda bir yerlerde, olduğu haliyle bile yaşamdan hoşnutluk duyulabileceğini idrak edememekten kaynaklanan bir huysuzluğun saklandığı da farkedilmeli.

Özü gereği huysuzdur insan, huysuz ve huzursuz. Kendisini kendisi yapan en temel özelliği yadsımadır çünkü.

Tuhaf ama böyle, olanı, olageleni yadsımak, yadsıyabilmek en insani yetimiz. Farklı bakabilmek, farklı düşünebilmek, farklı davranabilmek yetisi bizi sadece yetkin değil, yanısıra insan da kıldığına göre, daima olanın, olagelenin pekala öyle olmayabileceğini düşünebilme yetisinden gayrı ne sermayemiz var elimizde? Gerçeği, lanet olası şu sözde gerçekliği tekmeleyebilme gücünden başka ne hususiyetimiz var şu âlemde?

O halde keşkedememek için, insanın, öncelikle, alışkanlıkların büründüğü tüm biçimlere (olagelen’e)  karşı yadsıma hakkını kullanması gerekir.

Hangi biçimlere karşı?

Devlete karşı.

Halka karşı.

Ama önce, kendisine karşı. 


Bil ki ey talib, bilgeliğin kapısı, insana, ancak kendini yadsıyabildiği takdirde açılır.




*OT Dergisi, Keşke, Mart 2015

ÇÜNKÜ

$
0
0
Nisan 2015

Nedensiz olanı anlayamaz insan. Amaçsız olanı. Kendiliğinden olanı. Mutlaka bir neden arar bu yüzden, her halukarda bir amaç. Bu kadarla da kalmaz, aradığı o nedene, o amaca bir bilincin eşlik ettiğini de varsayar, kasıt olmasaydı maksat da olmazdı, diye düşünür.

Açıklanması gereken, bu sefer, olanın değil, eylemin nedenidir: iradedir aranan, niyettir, kasıttır, daima olup bitene anlam kazandıracak bir gayedir, ötekidir.

Akıl ve özne ve iktidar çünile tezahür eder: ne içün diye sorabilmekle ve çün ki diye yanıt verebilmekle. İnsanın ayrıcalığı yanıtlamak değil, sormaktır, hem de hiç vazgeçmeksizin, ısrarla, biteviye, doğanın yaşamın insanın anlamını sormak.

Çünözne’nin ve iktidarın yanısıra işte burada beliriverir, güya anlam arayışının başladığı yerde, ve tam da burada eylemin bilinçliliği niçin sorusunu haklı kılmakla kalmaz, bir de çünkü yanıtını talep eder.

Niçin sorusunun karşısında gerilememek, yani olanın niçinolduğunu, yapılanın niçin yapıldığını tanımlayabilmek ne de zordur oysa. Çünküdemek.



Nedensiz olan anlamsız olandır, zira amaçsız olandır. Amaçtan yoksunluk, daima, anlamdan yoksunluktur. Anlamdan, yani kendinden yoksunluk.

Anlam kimseyi orada öylece beklemez, bulunmaktan çok yaratılmak ister, bu nedenledir ki keşfedilmesi değil, icad edilmesi gerekir, sırf yaşamak için, hayvanlar gibi değil, insan gibi yaşamak için.

Tuhaf ama böyle, insan kendisini yaratır, yaşamak için yaratmak zorundadır ve bu yüzden hem baba hem oğul, hem anne hem kız olmak zorundadır.



Anlamlı-bir-dünya’nın içine gözlerimizi açarız. Ne ki yine de başkalarınca tayin edilmiş bu hazır anlamlar çevreni daha ilk tökezlemede çözülüp gider.

Evet, daha ilk tökezlemede, ilk sarsıntıda, insanın tam da ortasından yarıldığı anlarda hem de, gözlerimizin önüsıra o muhkem nedensellik zinciri paramparça oluverir, neden-sonuç ikilisi umarsız bakışlar arasından bilincin karanlıklarına, dışına doğru süzülüp gider. Güven kaybolur, korku başgösterir, kaygı sarar her yanı. Ve elbette tüm dehşetiyle, bir de yalnızlık! Yarılmışlığın şiddetine inat parçalarda olsun yaşamakta ısrar eden acınası bir zavallılık. Soğuktan büzüşmüş elleriyle kendine sarılmaktan başka çaresi kalmayanın o iflah olmaz çökkünlüğü.

Çün yitirilmiş, niçin sorusu unutulmuştur. Sonuçların da, nedenlerin de bellekten silindiği bir aralıkta yadsınabilecek bir sınır da kalmamıştır. Belirsizlik kahredicidir, düşman amansız. Bir sisin içindeyizdir, bizi bizden mahrum eden bir sisin.

Kaybolmuşuzdur.



Biliriz ama söyleyemeyiz. Anlarız ama açıklayamayız. Niçin, amaniçin diye sorarız çaresizce ve fakat şöyle hakkıyla bir çünküdiyemeyiz. Birden farkederiz ki biz kadar, bizim kadar çünkü’ler de kaybolmuştur.

Aklın ışığı işe yaramaz, çünkü’lerin o cesîm, o şedîd alevi. Varoluşun yoğun sisi karşısında tüm çünkü’ler susar, tüm projektörler söner.

Akıl bu vadide kendi sorusunu yanıtlayamaz. Niçin der, ama çünkü diyemez, zira anlam arayışı niçin’le değil, yıkılışla başlar, yıkıntılar içinde nasıl ayağa kalkacağını kara kara düşünürken kişilik aniden birer maskeye dönüşür, personaya. İçindekinin-içindeki (fihi-ma-fih) ışıldasa da uzaktan, bir türlü farkedilmez. İnsan kendisini yıkıntıları içinde kendi bulamaz çünkü. Başkasına, hep bir başkasına ihtiyaç duyar bu yüzden, ötekine, ama daima bir dosta, hep bir aynaya, yıkıntılar içinden kendini çıkarıp kurtaracak bir çift ele.

İnsan kendi dışına çıkmak zorundadır, bilincinin dışına. Aklının mâverasında dolaşmak zorundadır, en temelde yani, köklerini saldığı toprağın derinliklerinde. Ne kimlikte, ne kişilikte, doğrudan doğruya kendilikte.

Kendini nerede bulursa orada yitirir insan, niçin’lere karşılık gelen çünkü’lerde değil, o heybetli çünkü’lere varlık veren masum niçin’lerde.



Aldanma sakın ey talib, kaybedenlerin hikayesi değil bu, kaybolanların hikayesi, bulmayı değil, bulunmayı isteyenlerin, hemen yanıbaşında duran aklın o devasa projektörlerine değil, çok uzaklardan da parlasa küçücük bir umut ışığına bile muhtaç olanların hikayesi! Nadir değil, ender olanların, stalkerların hikayesi. İz sürücülerin. Kesinliklerin dışına itilenlerin. Tutunamayanların.

Onları gözyaşlarından çok iniltilerinden tanıyabiliriz bu yüzden:  innî ânestu nâren deyişlerinden.

- Gözüme bir ateş ilişti, bir ışık!

İşte hepsi bu, uzaklarda bir yerlerden bir ateşin görünmesi, bir ışığın parıldaması, bir anda, birdenbire, aniden, titrek bir alevin görülmesi. Çalılıkların ardından, kalabalıkların, çokluğun, perdelerin, önümüze çıkan değil, kendi ellerimizle kendi önümüze gerdiğimiz perdelerin ardından.

Bu durumda iki olasılık beliriverir:

- belki oradan bir kor parçası, bir yalın getiririm size.

veya

- belki de bir yol gösterici, bir kılavuz bulurum orada.

Bulanın bulduğu değil, gerçekte, bulunduğu yerdir burası. Nalınlarını çıkarmak zorunda kalacağı yer. Niçinlerin de, çünkü’lerin de sustuğu yer. Sadece onun sesinin duyulabildiği yer, mahza öteki’nin, ancak bir başkası’nın ben... ben...duyuyor musun beni, benim ben diyebildiği tek yer.



Bil ki aşk nedensizdir ey talib, başlangıcında ne bir niçin vardır, ne de bir çünkü, tümüyle irrasyoneldir, akıl ve nedensellik dışıdır, bir süreç değildir, süreçte de değildir, özü gereği salt an’dır, an’dadır. Açıklanamayışı bundan.

Hep bir başkasının sesine ihtiyaç duyar yolcu, daima bir başkasının ışığına,  alevine, ateşine. Arayan değil aranandır hakikatte, bulan değil bulunan.



Gözüne bir ateş ilişir, bir ışık, hemen sevdiklerinden uzaklaşır, derken nalınlarını çıkarmakla yükümlü kılınır, arzu ve öfke gücünü yok etmekle, hırs ve ihtirası terketmekle... daha önemlisi, bir de âsa’yı bırakmakla... şu sözde tedbirlerden vazgeçmekle...

Aşk vadidesindedir artık. Eymen vadisinde.

Vuslat bile değildir oysa, sadece bir uğrak, bir lahza.

Çün yitirilmiş, niçin unutulmuştur.

Nalınlar çıkarılır, âsa atılır, yolcu şimdi tüm çıplaklığıyla hakikatin huzurundadır. Yalındır. Yalnızdır. Kimsesizdir.

Bu uğrakta birliğin sırrı bir tek ondan sorulur, ama sadece ondan.

Tanrı’nın sesini duymaya en layık olandan.

Nalınsız, âsasız kalandan.

O kor ateşi niçin’siz, çünkü’süz elinde tutandan.


İnsandan.



* OT Dergisi, Çünkü, Nisan 2015

KENAN'I KAYBETSEN BİLE YUSUF'U KAYBETME

$
0
0

21 Mart 2004


Kişi neden kendisinde kendisine bakan o yüze, hakikatin yüzüne, hakikatinin yüzüne yüzünü bir türlü çeviremez?

Neden kendisine ilgi göstermez, kendisiyle arasında ilgi kuramaz?

Neden kendisiyle yine kendi arasındaki perdeleri kaldırmaya yanaşmaz?

Neden o perdelerin arkasında kalan yüzünü, yani kendisini tüm çıplaklığıyla görmek istemez?

Bu gafletin değişmez mazeretlerinden biri de etraftır. Kişi kendisiyle arasına etrafı sokar, etraf yüzünden kendi yüzüne bakamaz, etrafın ayartmasıyla özünden uzaklara düşer.






Bir düşünelim bakalım, nedir şu etraf dedikleri.






Etraf tarafsözcüğüyle aynı köktendir. Kenarda olanı, uçta olanı, içinde olduğumuz alanın sınırlarını gösterir.

Arapça'da etraf işbu sınırlar dikey anlamı düşünülerek kullanıldığında eşraf anlamına gelir. Bir toplumun en üst tabakasına, en şerefli kesimine eşraf denir, aşağıdan yukarıya bakıldığında en üstte, en son sınırda yer aldıkları düşünülen kesimine. Oysa etrafsözcüğü bir mekânın, bir alanın sınırlarına delâlet edecek şekilde kullanılırsa sözcük yatay anlamıyla hududa delalet eder. Nitekim Türkçe'de karşılık olarak çevrekelimesinin seçilmesinin bir nedeni de budur.

Bir alanı çevreleyen çevrenin karşılığıdır etraf. Mesela bu yüzden çevrede olup bitenleri bilmek ile etrafta olup bitenleri bilmek arasında pek bir fark görmeyiz. Kimileri çevreyle ilgilenir, kimileri etrafıyla ve fakat her iki halde ilgilenilen, kendisiyle ilgi kurulan taraf etraftır.
Peki bu etrafın veya çevrenin sınırları nerede sona erer?
Hiçbir yerde sona ermez, sonlanmaz. Etrafın bittiği bir sınır noktası gösterilemez.
Soru şöyle sorulmalıydı:
Etrafın ve çevrenin sınırları nerede başlar?
Hemen cevaplayalım:

Kendi sınırlarımızın, kendi taayyünümüzün bittiği yerde. Bizim sınırlarımızın sona erdiği yerde etrafın sınırları başlar ve kimse kendi etrafının sınırlarını tayin edemez.

Burada civarsözcüğünü hatırlamanın tam da sırası, zira bir şeyin veya bir yerin civarı, o şeyin veya yerin kenar sınırları, etrafı, çevresi demektir. Bir şeyin civarında bulunmak, o şeyin yakınında, etrafında, çevresinde bulunmak demektir. Nitekim komşu(konşu) bir şeyin, bir kimsenin, bir meskenin yanına konanlar için kullanılır.

Siyasî sınırları müşterek noktada kesişen ülkeler için sırf yanyana kondukları için komşu ülkeler denmiyor mu?

Taraf olmak, yandaş olmak demek değil mi?

Bir şeye, bir fikre taraftar (taraf-dâr) olan, böyle davranmakla o şeyin, o fikrin yanında yer aldığını göstermiş olmuyor mu?

Eskiden Türkçemizde etraf, civar yerine (Soğdca) sözcüğü kullanılırdı. Bugün çoğu kimsenin lafın gelişi sadedinde kullandığı bu sözcük ne yazık ki bir eşadlılığın kurbanı olmuş, aynı şekilde telaffuz edilen başka bir sözcükle, su sözcüğüyle eşanlamlı hale getirilmiştir. (Eşadlı sözcükler, aynı şekilde telaffuz edildikleri halde farklı anlam ve köklere sahip sözcüklerdir, tıpkı 100 anlamındaki yüz ile, çehre/surat anlamındaki yüz gibi.)
Sû uyur, düşman uyumaz.
Bilmek gerekir ki su uyumaz ve fakat uyur, yani bütün etraf uyusa, civarımızdaki herşey, herkes uyusa, asla düşman uyumaz.
Akşam (saat 8) sûlarında buluşalım.
Bir zaman birimi ile sular arasında ne gibi bir alâka bulunabilir?

Oraya usulca civar sözcüğünü yerleştiriniz cümlenin gerçek mânâsı hemen kendisini ele verecektir, yani dilerseniz arkadaşınızla suya sabuna dokunmadan akşam saat 8 civarında buluşabilirsiniz.

Etraf, civar, sû veya çevre, bu sözcüklerin hangisini kullanırsak kullanalım, kendimizle çevremiz veya etrafımız arasındaki sınırları kolaylıkla aşabildiğimiz halde, kendimizle aramızdaki sınırları o denli suhuletle aşamadığımız muhakkak.

Şayet etrafımda olan herşeyin sınırı benim sınırlarımın bittiği yerde başlıyorsa, başka bir deyişle, mâ-sivanın sınırları ancak benim sınırlarıma kadar gelebiliyorsa, nasıl olur da böylesi bir etraf benim bizzat kendimle arama girebilir, benim kendime dokunmama, kendimle konuşmama, kendimi özleyip kendimle halleşmeme nasıl engel teşkil edebilir?
Kaybettim Yusuf'u Kenan ilinde 
Yusuf bulundu vü Kenan bulunmaz
Herkes'in bir Yusuf'u vardır, cemaline özlem duyduğu bir Yusuf'u.

Kişi eğer direnmeyi bilmezse, Yusuf'unu korumak hususunda titizlenmezse, Yusuf'una özen göstermezse, ister istemez Yusuf'unu şehrin kalabalıkları (galebe-likleri) arasında kaybeder, ondan onu bir daha bulamayacağı kadar uzaklaşır.

Etrafsız yaşamak, bir çevrenin bulunmadığı bir alanda ikamet etmek, tek başına kalmak demektir ki bu asla mümkün değildir. Lâkin bütün etrafa rağmen, çevremizi kuşatan sınırların rağmına yalnız yaşamak, yalnız kalmak pekâlâ mümkündür.

Evet dostum, belki tek başına kalamazsın, etrafsız olamazsın ve fakat eğer istersen, seni çevreleyen mâ-sivanın sınırları içerisinde yalnız kalmayı, sadece kendinle olmayı, kendinde olmayı başarabilirsin.

Sanma ki mutsuzluğun etrafını kaybetmenden, bilakis kendini kaybetmenden. O halde etrafını unutmadıkça, kendini hatırlayamayacağını asla aklından çıkarma!


SAHİLSİZİM

$
0
0

23 Ağustos 2008





Nuh gemisine almadı beni.

Tektim çünkü.

Çokluğu tehdit eden teklikti tekliğim, tekilliğim. Nuh’unkine inat.

Oysa gemiye binebilmenin ilk ve biricik koşuluydu çift olmak. Bu nedenle her türden birer çift alındı gemiye.

Sürekliliği sağlamak için.

Türün sürekliliğini.

Türün vücud ve bekasını: varlığını, ve sürekliliğini.




İnsanın ilk atası Adem, ikincisi ise Nuh.

Adem yanına Havva’yı da alarak yola çıkmıştı. Nuh ise tek başına.

Geminin çifti olmayan ‘tek’yolcusu Nuh’tu.

Kadınsızdı.

Herkes çiftti. O ise tek.

Böyle söylüyor kutsal kitaplar.

Her şeyin çiftten yaratıldığını, çoğalmanın temelinde ikiliğin yer aldığını.

Ezvacın.

Çift olmak topluluk olmanın, toplum hâline gelmenin asgarî şartı.

En az iki kişi.

Türün kararı böyle. Tür kendisini korumak ister ve korur.

Türkçe’de iki kişi çok kişidir.

Kendimle başım belâda.

Yine gemi dışındaydım.

Suların ortasında.

Birazdan suların üzerine çökeceği bir kıyıda.

Suyun içinde.

Tek başına.

Sahilsizim.

* * *
Çiftlendürmek kelimesi, Orhan Gazi’nin oğlu Ertuğrul Bey adına yapılmış yazma bir Kur’an çevirisinde geçer. Evlendirmek anlamında. Tıpkı günümüz Türkçesinde de kullanılan çift çubuk sahibi olmak mânâsında.

XIV. asır Türkçesiyle tanışmak ister misiniz?

Buyurunuz:
Ve bilgil ki bu surenün nüzuline [inişine] sebeb budur ki müşrikler Peygamber hazretine eyitdiler [dediler]: 
- Sen bizim sanemlerimize [putlarımıza] sebb idüb söğersin ve atalarumuzun dinine muhalefet idersin. Eğer fakirsen seni gani idelim, ve eğer mecnun isen sana ilac idelim, ve eğer avrata âşıkısan, ol avratı sana çiftlendürelim! 
didüklerinde, Hazret-i Peygamber cevab virüb didi kim: 
- Ben fakir değülem, ve mecnun değülem, ve avrata âşık değülem, belki ben Allah Teala’nun hak rasuliyem, sizi davet iderem: Allah’a kullık idün, asnama [putlara] kullık itmen!
O, fakir (muhtaç) değilim ki zenginlikle kandırılayım, mecnun değilim ki tedaviye ihtiyaç duyayım, bir kadına âşık değilim ki onunla tutkularımdan vazgeçeyim, diyebildi. Çokluğa değil, o, bu yüzden hep tekliğe çağırdı.

O bir tek O’na fakirdi. O, bir tek O’nun mecnunuydu. O, başkasına değil, bir tek O’na âşık idi.

Biliyordu ki O tekti. Teki severdi.

O’nun için, o, elini çekti. Güneş’i de, ay’ı da çokluğa terketti.

* * *

Nuh, gemisine almadı beni. Tektim çünkü.

Nuh da tekti, ama güvendeydi.

İnananlarla. Hep seçtikleriyle. Eledikleriyle.

Hep tenzih içinde.

* * *

Madem ki elenişin sırrını soruyorsun ey talib, o halde seni merakta bırakmayacağım:

Her şey O mudur, O’ndan mıdır, diye sordu Nuh ve her şey O’ndandır, diyenleri gemiye aldı.

Elendim, tek kaldım, çokluk içinde.

Sular yükseldi, karanlık çöktü.

Çaresizdim.

Umman-ı hakikatte garkolmuştum.

Hep teşbih içinde.


KENDİNİ NİÇİN ÖZLEMİYORSUN?

$
0
0

27-28 Temmuz 2002


Hakikat, ah şu hakikat!

Nasıl da cilveleşir kendisini arayanla, belki de kendisini bilmeden arayanla.

Bu nedenle en yakınında durur hakikat hakikati arayanın. Neyi aradığını bilmese bile kavuşacağı ümidiyle arayanın hem de.

Arayan arar, biteviye aramaya devam eder, aradığına ulaşamadığı için arar. Lakin o yakınlaşmayı umdukça o umduğu, o bütün umudu ondan uzaklaşır. O koşar, o koştukça da kendisine koştuğu ondan kaçar. Cilveleşir kendince. Ne de nazlıdır. Bulunmaktan çok, aranmaktan hoşlanır. Kolay kolay elevermez kendini. İnsafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır.

Duyulmuştur bir kere: ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.

Acaba bu dertle mi söylemiş şâir?
Yitirdim Yusufu Kenan ilinde 
Bulundu Yusuf vü Kenan bulunmaz
Açıklanır sözlerden değil. Anlaşılır gibi de değil. Olsun, biz deneyelim yine de.

Kaybettiğimi öyle bir yerde kaybettim ki onu bulduğum an, ânı kaybettim. Kaybettiğim yerde onu buldum, lakin bu sefer yeri kaybettim. Çokluk içinde arardım, çokluk hep onu arardım, çoklukta gizlenmiş sanır, çokluk içinde çok diye arardım. Bir kere onu bulunca, onu bir görünce, onu birlikte bulunca, bu kez çokluğu kaybettim.

Ne garip değil mi, ben hep suyu kaplarda aramışım, kap olmayınca su olmaz sanmışım. Bir sürü kap, kaplayan, kapsayan birçok kap. Ah, o içinde âb-ı hayatımı saklayan kap! Garip işte, bulunca suyu, kabı kaybettim, kabımı kaybettim. Dışarılarda aradım hep onu. Kenan gibi. Kenan’ım gibi. VE nihayet Yusuf’u Kenan’ımda buldum. Fakat bulunca onu, bu defa Kenan’ımı kaybettim.

Şu benimki de ne gafletmiş, diyesi oldum ya yine gafletten nâşi, yalnız uyumuyorsun ki deyû Yunus yetişti imdadıma.
Biz bizi bilmez idik bizi kendinden eyledi 
Eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi.
Öyle ya, biz bizi ne bilirdik, nereden bilirdik, nasıl bilirdik? A'ma idik, biz bizi bilmez idik. Doğrusu biz bizi bilmeyi de istemez idik. Ne var ki rahmet edip bildirince bizi bize, bizi bizde bize bildireni bildik. Biz gerçekte, gerçekten yoktuk, o vardı, gizli idi, gizliyor idi. Güya gizli idik, gizlide idik. Ne ki var eyledi seyreylemek için bizi. Aşikâr eyledi. Aşikâre eyledi. VE dahî aşk ile eyledi.

Peki ya kendi?

Bu sefer de eşkere kıldı bizi kendin pinhân eyledi.

Cilve budur, cilve buradadır. Tabii ki görene. Köre ne?

Umutsuzluğa kapılmayalım da Yusuf’u aramaya devam edelim.

Molla Câmî’nin şu edibâne, edebâne itirafı, gaflet ehli için bir muştu değil midir?
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.
Hem gizli, hem açık imişsin, hem açıkta, hem gizlide imişsin. Öyle ki hem uzakta, hem yakında imişsin. Uzun söze ne hâcet, sen ne orada, ne burada imişsin; sen bu-ara-da imişsin.

Molla Câmî’nin dediği gibi, ben bilmez idim. Çünkü Yunus’un dediği gibi, daha en başta biz bizi bilmez idik.

Niyazî Mısrî’yi hatırlamanın şimdi tam sırası: Öyle sanırdım...

Evet öyle sanırdım, ayrı sanırdım; zira bilmez idim, ben beni bilmez idim ve o halde iken ben seni nasıl bilebilirdim? Evet bilmez idim, bilinmez idim çünkü. Öyle sanırdım, orada beni bekliyor sanırdım, ayrı sanırdım.
Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrıdır ben gayrıyam 
Bende görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş
Ne demiştik, insafsızmış ve dahî bazen acımasızmış sanılır. Duyulmuştur bir kere: ele geçirmeyi umanın elini kaybetmesini istermiş, görmeyi arzulayanın gözlerinden olmasını.

Kafka çevirisini başlığa aldığımız şu sözü işbu güçlüğü açıklamak maksadıyla söylemiş olmalı.






Du bist eine Aufgabe. Kein Schüler weit und breit.





Acaba bir kez olsun kendimize talib olamaz mıyız, diye soracak oluyorum, hemen o an vazgeçiyorum. Çünkü hem matlub, hem talib olmanın bedeli o denli ağır ki!

Sen bir matlubsun, ortalıkta talib yok, denmedi de ödev olduğu halde sadece ortalıkta talibin bulunmadığına işaret edildi. Ortalıkta talib olaydı, matlub da olurdu. Keza matlub olaydı, bu sefer talib de olurdu, muhakkak olmak gerekirdi.

Arayan varsa arananın, aranan varsa arayanın olması mukteza-yı akliyedendir; lazım-melzum ilişkisi gibi. Çünkü bu izafet’in, izafet kategorisinin gereğidir; tıpkı oğul olmaksızın baba’yı, baba olmaksızın oğul’u tasavvur edemeyeceğimiz gibi. Baba oğul’a mukaddemdir, oğul’dan öncedir, oğul’un sebebidir; zira oğul’un olması için muhakkak baba’nın olması gerekir. Fakat bir kere oğul olunca, babalık, oğulluk tasavvur edilmedikçe tasavvur edilemez hale gelir. Baba kavramı her defasında zorunlu olarak kimin babası, sualini sordurur, aynen oğul kavramının, kimin oğlu, suâlini sordurduğu gibi. İkisi birbirinden ayrı tasavvur edilemez. Baba varsa oğul, oğul varsa baba vardır. Sıfat mevsufsuz, mevsuf sıfatsız olmaz da ondan. Hâsılı, niteleyeni düşünmeden niteleneni, niteleneni düşünmeksizin niteleyeni düşünemeyiz.

Matlub da öyle. Talibi olmayan matlub, matlubu olmayan talib olmaz. Her ne zaman matlubdan söz açılsa, talibinin kimolduğu, yine ne zaman talibden söz açılsa bu sefer bu talibin matlubunun ne olduğu soruya gelir.

Ortada bir ödev var yapılması gereken ve fakat bu ödevi yapmaya istekli bir tâlib yok, yani ortada taleb yok! Taleb olmayınca, tabiatıyla talib de matlub da olmaz. Talibi talib kılan taleb sahibi olması iken, matlubu matlub kılan da aynı şekilde bir talebin konusu olması değil mi?

Ödevi yapmak, yerine getirmek için ortada şöyle veya böyle bir talep olsaydı, talibi bulmuş olurduk; tabii ki aynı zamanda matlubu da. Çünkü o ödev, taleb ve talib sayesinde taleb edilen bir matlûba dönüşmüş olurdu. Oysa bir ödev var ve fakat henüz ortalıkta talib yok, zira herhangibir taleb yok!

Ne diyordu Molla Câmî?!
Ben bilmez idim gizli ayân hep sen imişsin.
Hem gizliydi, hem ayan-beyan.

Gizliydi, kendini aşikâr kıldı aşikâr olmayı istemeksizin; aşikâr olmak zorundaydı çünkü. Aşikârlığı zatının gereğiydi. Bu yüzden eşkere kıldı bizi. Aşikâr oldu bizi kendinden eylemekle ve fakat bu sefer kendin pinhân eyledi.

Ben bilmez idim, yoksa o hep ayân-beyan idi. O kadar yakındı, o kadar yakında idi ki görmez idim, göremez bir halde idim.

Ne var ki sonunda bir kafes bir kuşu aramaya çıktı. Aranan, aranması gereken aramaya başladı. Arayan ise aranan oldu.

İllet ma'lulunun ma'lulu olur mu?

Olur! Ressam resmin illeti olduğu kadar, resim de ressamının illetidir. Ressam ressamlığını resmine borçludur. Resim olmasaydı, resim ressamından kendine vücud vermesini istemeseydi, ressamın ressamlığı nasıl vücud bulabilirdi? Ressamı ressam kılan resmidir. Resmi resim kılan da ressam.

Acele etme de a dostum, biraz etrafını seyreyle!

Geçme, geçip gitme de biraz bekle! Beklemeyi bilmezsen seyredemezsin! Seyredemezsen seyredildiğini farkedemezsin.



Sen bir ödevsin. Ortalıkta talib yok!

Şöyle demeyi ne kadar da isterdim:

Sen hem matlub, hem talibsin.



Oysa sen sadece bir ödevsin.

Bu ödevin üzerine düşecek olan kim peki?

Yine sen!

Senden başka kim seni taleb eder, edebilir sanıyorsun? Seni ancak sen taleb edebilir, seni yine ancak sen matlub haline getirebilirsin.

Ödevini bilmelisin, zira kendini bilmelisin! Bilmek için önce bulmalı, bulmak içinse aramalısın.

Niçin ve nasıl arayayım, dediğini duymaz değilim. Kaybını bilsen, bilmediğini bilsen hayrete düşerdin. Düşeydin bir kere, evet sadece bir kere, bilirdin, bilebilirdin.

Bu nasılın cevabı, oysa bana niçinin cevabı gerek, diyorsun.

Ben de soruyorum o halde: Kendini niçin özlemiyorsun?

RABBİNDEN RAZI MISIN EY TALİB?

$
0
0

10 Aralık 2006





Fakir (muhtaç) olmak, deyince acaba neanlıyoruz?

Fakirlik, kendisinden utanılacak bir hâlmidir, uzak durulabilecek bir arazmıdır? Gerçekten de geçici midir?

Fakirlik, ne tür bir yokluk hâlidir? 

Nasıl bir yoksulluk ve/veya yoksunluktur?

Bu soruların yöneldiği saha, düşünme’nin önünden çekildiği günden itibaren, fakr’ın özü kararıverdi. öyle ki insan, fakrı(nı) göremez hâle geldi.

Kabul etmeliyiz ki bugün fakr ne yazık ki düşünülemez olandır. Düşünülmesi istenilmeyendir.

Fakir olmak, insanın özüne ait bir keyfiyet olarak anlaşılmıyor, gelip geçici bir hâl, maddî, ekonomik yoksunluk olarak farzolunuyor.

Uzak durulması, aşılması, kaçınılması gereken bir hâl. İnsana değil insanlara, bireye değil topluma, cevhere değil arazlaraözgü bir hâl. Arazın arazı.





Biz böyle düşünmüyoruz. Daha doğrusu, düşününce, hakikatin hiç de böyle olmadığını görüyoruz.

Soruşturduğumuzda, gınanın (zenginliğin) nasıl ki hakikatte maddî olanla, iktisadî olanla ilgisizliğini farkediyorsak, fakrın (yoksulluğun) da sıfat, hâl, araz gibi ikinci dereceden bir nitelik olmadığını, aksine bu kavramın, insanın özünü açığa çıkaran birkaç soylu vasıftan biri olduğunu anlıyoruz.

Fakirlik insanın şânındandır, gördüğümüz/bildiğimiz saf hakikat bu!

Varolanların varoluşu, ya kendilerindendir, ya başkalarındandır; yani varolmak için ya bir başkasına muhtaçtırlar, ya değildirler.

a) Varolmak için başkasına borçlu ve muhtaç olmayanın varlığı zorunludur, vacibdir. Varlığı zorunlu olanın ise, varolmaması düşünülemez. Çünkü varlığının sebebi, zaten kendisidir. Kendisinden gayrı kendisini vareden bir nedene ihtiyacı yoktur. O hep vardır.

b) Varolmak için başkasına muhtaç olanın varlığı ise zorunlu değildir, mümkindir, yani varolabilir de, varolmayabilir de. Varoluşunu, kendisini vareden neden(ler)e borçludur. Varlığının öncesinde yokluk vardır, yani var olmadığı (yok bulunduğu) bir zaman vardır (mesbuk bi’l-adem). Yokken varolmuştur çünkü.

İnsanın varoluşu, işbu ikinci kategoride alınabilir. Varolmadığımız bir zaman vardı. Varoluşumuzu kendimize değil başkasına, başkalarına borçluyuz. Varolmak için başkasına muhtacız.

Demek ki insan, sıfatları itibariyle değil, zatı/özü itibariyle de fakirdir. Varoluşunun nitelikleri bakamından değil, bizzat varoluşu bakımından da başkasına muhtaçtır.

Fakr insanın özüdür.

Şöyle de diyebilirdik: İnsanın özü fakr'dan ibarettir.

Burada en basitinden bir kelime oyunu mu yapılıyor?

Hayır!

Dikkat edilirse, yargı iki biçimde dile getirilmek suretiyle, insanın özü ile fakr kavramlarının birbirlerine müsavi oldukları gösterilmeye çalışılıyor. (Fakr yargının hem konusu, hem yüklemi olarak kullanılse bile, her iki halde de anlam değişmiyor.)

Özünde fakir olanın gına, istiğna, gurur, kibir, tekebbür gibi sözde-gösterilere kalkışması ne acı!

İnsan sadece varoluşu için başkalarına muhtaç değildir, varoluşunu sürdürebilmek bakımından da yoksuldur, var kalabilmek için de başkasına (gayra) muhtaçtır.

Varoluşunun sebebi kendi içinde değil, dışındadır.

Özetleyelim: Varolabilen varolmayabilirdi. O hâlde, varolabilen, yok da olabilir.

Kısacası, varlığa gelirken de fakiriz, varolduktan sonra da.


Ne mutlu o fakirlere!

Ganî olan sadece VARLIKtır, bir tek o geçici değildir. O sürekli olandır. Daim olan, bâkî olan sadece O’dur. (Hüve’l-Bâkî)

Varolanların herbiri VARLIKtan pay alır. Herbir varolan, varoluşunu VARLIKa borçludur, varlığında O’na muhtaçtır; varlığa gelebilmek için de, var kalabilmek için de. الفقر فخري و به افتخر (yoksulluğum övüncümdür) buyuran Efendimizin (s.a) işaret ettiği hakikati unutmuş olan bizlerin —hem de hiç utanıp sıkılmadan, üstelik yüzümüz de kızarmadan— zenginlik yarışına çıkmamız karşısında adeta semâ ağlıyor, şımarıklığımız yüzünden kendisi kahr olmakla kalmıyor, bizi de kahrediyor.


Bizi, yoksulluğa, yoksulluğumuzu idrake davet edecek olanların sesini duyabilmek için şehrin öte yakasından koşup gelen sevgiliyi kendi ellerimizle fırlattığımız taşlarla yine bizler katlediyoruz.

Kendi sevgilimize, kendi özümüze hançeri başkası değil, biz saplıyoruz.

Yoksulluğumuzu duymak ve duyurmak istemiyoruz.

Sanki fakrımızı idrak etmekten korkuyoruz.

Ne hayvanî bir korkudur bu!

Hz. İnsan’ı kahreden bir korku.

Melekleri bile dehşete düşüren bir korku.

Bize heybetimizi kaybettiren  bir korku.





Bu hastalığın ilacı rıza lokmasını yutmaktır.

Olanı olduğu gibi görmek, tüm yalınlığıyla, nasılsa aynen öyle. Derken, gördüğüne razı olmaktır.

Rabbinin senden razı olması bir bahs-i diğer, söyle ey talib, asıl sen ondan razı mısın?

Ondan, yani lütfundan ve kahrından.


Ek okuma için tıklayınız:




VARLIĞIN KOKUSU

$
0
0

28 Eylül 2008


Ne zaman bir yerde hakikat arayışından söz edilse, hemen orada, doğal olanla, sıradan olanla yetinemeyen bir ruhun ve/veya ruhların varlığı ve ızdırabı hissedilir.

Etraf uçurumdur. Talib, hep uçuruma düşme korkusuyla yürür.

Her yanı uçurum gibi görünür kendisine. Uçurummuş gibi.

Hakikat arayıcısı çaresizdir. Lâkin yola devam etmek zorundadır. Duramaz. Yorgun olsa bile yürüyüşünü sürdürmek zorundadır. Kendisine zarar verse de, yaşamını tehlikeye atsa da yürümek, yola devam etmek zorundadır.

Kötü olanı şu ki  geri adım da atamaz. İster ama yapamaz. Her adım atışında ayağının altındaki toprak kayar. Geri gidebileceği yer, her ilerleyişinde yok olur.

Etraf karanlıktır. Gideceği yeri bilemez. Aslında neyi aradığının da cahilidir. Sadece yürür. Ayağının değdirebileceği her zemini, ister istemez, bir fırsat, bir imkân sayar. Yararlanmaya çalışır. Düşe kalka yürümek zorunda kalışının bir nedeni de budur.

Kişi ileriye doğru düşer, geriye değil. Veyahut çöker.

Hakikat arayıcısı, sırf düşe kalka yürümez, çöke kalka da yürür.

Çöküp kalmamalıdır. Kalkmalıdır.

Talib, düşse de, çökse de her hâlukârda kalkabilmelidir. Ne yapıp edip kalkmayı bilmelidir.

Yoldan çıkma pahasına yola düşmelidir.



Talib, elinden tutacak birini aramayı da nedense pek akıl etmez; çünkü etrafında o yollardan geçmiş birinin/birilerinin olabileceğine pek ihtimal vermez. Rastlasa, görüşlerine, görünüşlerine inanmakta zorluk çeker.

Elinde âsası da yoktur ki onun sayesinde yâr ile sohbet etsin, nefsin düşmanlarından halâs bulabilmek için görüntüler deryasını tam ortadan yarsın da aradan geçip hakikat sahiline çıksın!

Kin, nefret, çekememezlik, kıskançlık, sevgisizlik, saldırganlık, açgözlülük, tamahkârlık gibi nefsin bütün kötü vasıfları, görüntüler deryasında boğulmaya mahkûmdur.

Ne şehvet, ne de gazab orduları yarabilir görüntüler deryasını.

Geçemezler. Görüntülerin içinde kalakalırlar. Görüntülerin zulmeti içerisinde boğulurlar.

Yasa böyle.

Gönlün gücü olmasa, perdeler nasıl yırtılır?

Perdeler gönülle yırtılır; ummanı ortadan ayıran başkası değil, gönül sızısıdır.


Zahire takılanlar denizin o mavi-yeşil dalgalarını görüyorlar ve bir de bembeyaz köpüklerini...

Sade seslerini duyuyorlar dalgaların.
Suyun ıslaklığını, hacmini, kuvvet ve kudretini...

Ya suyun kendisini? Cevherini? Özünü?

Ne mümkün!

Bir tek suyu göremiyorlar. Bir tek gönül asâsı ile dokunabilecekleri o suyu...

Gördükleri sadece suyun sıfatları, nitelikleri, yani arazları...

Suyun kendisi, hep görülmemiş, farkedilmemiş olarak kalıyor nazarlarında.

Görüntüler deryasını geçemiyorlar o yüzden.

Görüntülerin içinde boğuluyorlar.

Varmış-gibilerin içinde... içerisinde...

Varlık’la, Varlık’ın hakikatiyle doğrudan doğruya bir kez bile temas etmeksizin varmış-gibilerin içine batıyorlar.

Varmış-gibilerin arasında nefes alamaz insan, bu doğru! Ama bir tek yolun başında.

Yolun başındayken ızdırab başlar çünkü.

Bu yönüyle de bir nimettir ızdırab. Titreyişler yani. Varlık’ın kokusuna duyulan hasretin tevlid ettiği titreyişler... Varlık’ın kendisine değil, kokusuna...

Üst üste gerilmiş perdelerin arkasında kalmış olanı görememekten kaynaklanan hüzün. Kalkan her perdede yeni bir inkisar. Yeniden inkisar. Her adımda uzuyormuş gibi görünen yol.

Hakikatin Hud Sûresi ağırlığında yolcunun üzerine çöküşü. O anda çatırdayan kemikler, o an ağaran saçlar. Bir anda gelen yaş, bir anda yaşlılık...

Bir mağarada saklı hazineler. Kalbe gömülü sır.

Bu yüzden inşirahtır şifası sadrın: açılmak, genişlemek, ferahlamak.

Yoksulun. Yoksunun. Yetimin.

Benim.

Önce... ölünce... hiç değilse, ölmeden önce...


VAN GOGH GİBİ DEĞİL, ŞEMS GİBİ

$
0
0
8 Ağustos 2010

Duvar, katil duvar yolumu biçtin,
Kanla dolu sünger beynimi içtin!

Bir cezaevi avlusunda hiç volta atmamış birinin, şairin bu dizelerde tasvir etmeye çalıştığı duyguları anlaması neredeyse imkânsızdır. Nasıl anlasın? Anlayamaz. Esaret duygusu bizzat deneyimlenmedikçe taklid edilemez, başka bir deyişle yeniden üretilemez.

Uyarmadı demeyiniz, empati kurmak, aslâ yeniden üretmek (reproduction) anlamına gelmez. Yeniden üretmek ve yeniden yaşamak. Düşünceleri değil, ancak duyguları yeniden-yaşayabiliriz. Bir tür sanatçı duyarlılığı gerek. Bir tür annelik hassasiyeti.

Başkasının ruhunda olanın kopyasını çıkarmak ve yeniden-yaşamak en insanî tarafımız belki de.

En insanî ve en ilahî.

Her üç-beş adımda yürüyüşünüzü engelleyen, yolunuzu kesen bir duvar tahayyül ediniz. Üstelik dört bir yanınızda... önünüzde... arkanızda... sağınızda... ve solunuzda...

Her tarafınız duvar. Bir tek yukarısı müstesna. Şanslıysanız göğü görebilirsiniz, hiç değilse bir tel örtünün ardından.

Biraz sonra üstünüzde de bir duvarın (!) yer aldığı koğuşunuza girmek zorunda kalacağınızı düşünürseniz, bu kadarı da bir nimettir.

Kelâm ve Akaid kitaplarımızda Tanrı’nın cihât-ı sitteden münezzeh olduğu yazılıdır. Altı yönden yani. Tanrı’nın önü-arkası, sağı-solu, altı-üstü yoktur bu yüzden. İnsanınsa vardır.

Yanın, yönün varsa özgür değilsin demektir. Özgür, yani münezzeh.

Sınırlısındır çünkü. Mekânla. Sonlusundur aynı zamanda. Zamanla.

İnsan işte, sınırlı ve sonlu. Mekanla ve zamanla.

Peki ya esirler veya mahkumlar?

Onlar iki kez sınırlı, iki kez sonlu.

Hapishane Avlusu (1890)






Van Gogh’un en müstesna tablolarından birinin adı.

Geçenlerde Moskova’da Puşkin Güzel Sanatlar Müzesi’nde karşımdaydı.

Hayretler içinde seyrettim. 

Hüzünle. Acıyla. Huşûyla. 

Önünden ayrılamadım. Şaşmış, şaşakalmıştım.

Van Gogh’un hapishane deneyimi yoktur. Fakat bir duygu bu kadar mı yaşanmışcasına anlatılır, bu kadar mı içten, bu kadar mı sahici?

Esaret duygusu. Özgürlük duygusunun yitimi. Dört duvarla yolları kesilen adamların içine düştüğü o fasid daire. Bir türlü içinden çıkılamayan o lânet olası kısır döngü. İnsanı kuşatan çember. Nefesini daraltan pranga.




Hapishane avlusu.

Duvarlarla yolu biçilen, süngerlerle beyni içilen tam otuzyedi adam.

VE o kasvetli dünyanın içinden göğe yükselen iki beyaz kelebek.

Bu tabloyu yaptıktan bir süre sonra Van Gogh tabancasını göğsüne sıkacaktır. Tam da 37 yaşında.

Resmi yaptığında St. Remy Kliniği’nde tedavi altındadır ve ağır buhranlar içindedir.

Üşenmemiş, birkaç yıl önce Fransa’nın güneyinde (Arles yakınlarında) St. Rémy’deki o manastır hastahanesini ziyaret etmiştim. Odasını. O küçücük odada neler çekmiş, hangi buhranlarla boğuşmuş olabileceğini tahayyül etmeye çalışmıştım. Cinnetini.

Bir manastır odasıydı. Penceresi görece geniş bir alana, aşağıda küçük bir bahçeye, duvarın ardından da geniş tarlalara bakıyordu. (Nitekim bu pencereden bakarak yaptığı resimler sanatseverlerin malumudur).

Hele o süsenler! Ah St. Rémy’de duvar kenarlarından bile fışkıran o güzelim süsenler!

Van Gogh St. Rémy’den ayrıldıktan sonra biraz daha yukarıya çıkacak, Paris’in yakınlarına gelecektir. Auvers-sur-Oise’da intihar ettiği son eve.

En sevdiğim tablolarından birini, son tablosunu yaptığı yerde saatlerce oturmuş, tablonun renklerini karşımdaki manzarada görmeye çalışmıştım.



En güzel mavive en güzel siyah o tabloda bir araya gelmişti çünkü. Tarlada Kargalar tablosunda.

Bir de en güzel sarı. İçinden yeşilin aktığı kana boyanmış yaslı sarı.

Tabloyu yaptığı noktadan karşıya baktığımda ne göreyim, bu sefer kana boyanan tarla değil, göğün ta kendisiydi. Yani kızıllaşan sarılar değil, mavilerdi.

Kırmızı sarıya değil de maviye karıştığında ne olacaksa o an o olmuştu ruhumda.



Van Gogh Hapishane Avlusunu, küçük bazı değişikliklerle, Gustave Doré’nin 1872 tarihli bir gravüründen hareketle yapmıştı.

Yani onu sınırlayan duvarlar dışarıda değil, içindeydi.

Kasvet. Keder. Elem. Hüzün.

Kendi hapishanesini çizmişti aslında. 37 yıllık ten hapishanesini.

Tende mahpus kalmış bir canın sıkıntılarını yaşıyordu. Kendi gölgesinin dışına sıçrayamamanın ızdırabını.

Taştan duvarlar değil, etten duvarlar arasındaydı.

Ten kafesinin parmaklıklarını kendi elleriyle kesip can kuşunu uçurmayı başarmıştı sonunda.

Kendisine bağışlanan cinnet nimetiyle özgürlüğüne kavuşmuştu. Ölmüştü.

Sizin anlayacağınız, volta atmasına gerek kalmamıştı artık.

Volta atmasına, yani resim yapmasına.

* * *

Ben avluda volta atarken ilk dizeyi şöyle değiştirir de söylerdim:
Duvaaaar, duvaaaar, katil duvar yolumu biçtin...
Hem de bağıra bağıra...

Ancak çok sonra anlayacaktım ki aslında yolumu biçen karşımdaki beton duvarlar değil, bizzat kendimmişim.

Duvar da bendeymiş, sünger de. O meş’um duvarın ustası da benmişim, beynimi içen o kan dolu süngeri sıkan da.

Yıkmam gereken duvarın hakikatini öğrenmem için yılların geçmesi gerekiyormuş.

Dikkat et ey talib, yıktım demiyorum, sadece öğrendim diyorum.

Ten duvarını yıkmak için yılların geçmesi gerekmez, ölmek yeterli.

Van Gogh gibi değil ama, Şems gibi.


QUO VADİS?

$
0
0
20 Şubat 2010

Quo vadis, Domini?
Yakalanacağını anlayınca Roma’dan kaçan havarî Petrus’un yolda giderken kendisiyle karşılaştığı Efendisi İsa’ya merak ve heyecan içinde sorduğu sorudur bu!
Efendim, nereye gidiyorsunuz?
Hz. İsa’nın bakışlarında incinmişlik, sesindeyse sitem dolu bir hüzün vardır:
Roma’ya!
Gözleri faltaşı gibi açılmış bir hâlde “Niçin?” diye sorar Petrus, şaşkın şaşkın...

İsa, o mağrur, o mazlum bakışlarını vakarla yere indirir ve dudağının kenarına ilişen acı bir tebessümün eşliğinde şöyle der:
İkinci kez çarmıha gerilmek için!
İncinmiş bir sevgilinin, âşıkına en kahredici cilvesi, her hâlde, ona sadakatinden kuşkulandığı îmasında bulunmasıdır.

İki sevgili arasında —tarihin nadiren tanık olacağı— en iç acıtıcı sahnelerden biridir bu! Hissedildiğini gösterecek tek alâmet ise iki damla gözyaşı!

Petrus işareti almıştır. Ağlayarak Roma’ya geri döner ve yakalanır ve çarmıha gerilir. Üstelik başaşağı.

Kurban göğün nazarına sunulmuştur ya, artık kuzularının uğruna Efendi’nin kendisini ikinci kez feda etmesine gerek kalmamıştır.

Baki olan, sadece aşka hürmet ve sadakattir.
Aziz Petrus’un çarmıha gerilişi, birçok sanatçı (msl. Massacio, Michelangelo, Caravaggio, Guido Reni, Giordano) tarafından farklı ayrıntılar öne çıkarılarak resm ve tasvir edilmiştir.

Bu sanatçılar arasında, belki de sanat tarihinin en huysuz, en kavgacı, en serserî ressamı olan Caravaggio’nun isminin altına bir mim koyalım.

Koyalım, çünkü —kendisine “câni ressam” bile denilmiş bulunan— Caravaggio’nun bu şah-eseri tek kelimeyle bir istisnadır, bir şahikadır.

Petrus’u resmederken ulaştığı zirveye bugüne kadar yüz sürebilmiş bir başka sanatçı var mıdır, hakikaten, hatırlamakta güçlük çekiyorum.

Eleştirmenler birbirinden farklı beğeni ölçütleri kullanırlar Caravaggio’nun mezkur eserini yorumlarken. Oysa biz burada muhtelif eleştiri teknikleriyle vakit kaybetmeyeceğiz ve sadece birkaç ayrıntıya dikkat çekmekle yetineceğiz.

Önce, Aziz Petrus’un —bazılarına göre, Efendisine hürmeten!— çarmıha başaşağı gerildiğini hatırlayacağız.

Sonra, dikkatlice şehîdimizin çehresine bakacağız. O yaşlı yüzdeki teslimiyete. Sabırla mermere hâkedilmişcesine yüz çizgilerinden yansıyan o izzet ve vakara. “Hadi şu işi bir an önce bitirin de sevgiliye kavuşayım!” der gibi bakınan inançlı gözlerin derinliğine. O derinliklerden ışıyan tevekkül ve sükûnete.

Zahmet edip resme atf-ı nazar eyleyen her talibin, ancak sadakatini isbat eden âşıklarda rastlanabilecek o müsterih yüze odaklanmaktan başka yapabileceği pek bir şey yoktur.

Bu eser, mâtem hâlindeki zayıf yürekleri ısıran kara bir ağıt değil! Yasını tutacakların yaralı gönüllerine ürperti düşürecek mutaassıb bir tebliğ gösterisi ise hiç değil!
Quo vadis, Domini?
Bakışları o çehreyle meşgul olanın kulağında çınlayacak olan da hep bu ifadedir.
Efendim, nereye gidiyorsunuz?
Dikkat ettiniz mi bilemiyorum ama menkıbede Hz. İsa’nın cevabına mukabil Petrus’tan sadır olan sözlü bir karşılık kaydedilmemiştir.

Caravaggio, Petrus’un sükûtunu, âdeta çehresindeki teslimiyet ve tevekkülle seslendirmiştir.

[Aslında, “gördüğüm, sevgilinin yanına gideceğini bilen bir âşıkın umarsızlığı” da  diyebilirdim.]

Bil ki ey talib, âşıkın hâlinde gaflet olmaz! Başka bir deyişle, âşık aslâ gafil olmaz!
Aşk vadisinde yapılmış ve yapılacak olan en küçük hatanın hükmü daha baştan bellidir: ihanet!

Sadakatin zıddı yani.

Aşık hata yaparsa, yani gözlerini kapar ve bir anlığına bile uyursa, aşka ihanet etmiş olur. Yani hesap ederse, yani akleder ve düşünürse...

Akıldan yardım almaksızın hiçbir hain ihanet edemez! Aşık ise akıldan özgür olandır; aklı terketmiş bulunandır. Hesap kitap nedir bilmez o! Bilmeye başladığı an, aşk libasından soyunmaya başlamış demektir. Aşıklar aldanırlar belki ama asla aldatmayı beceremezler.
L’homme est né libre, et partout il est dans les fers. 
(İnsan özgür doğar, ve fakat her yerde zincirleriyle yaşar.)
Jean-Jacques Rousseau’nun ünlü eseri "Du Contrat Social" (Toplumsal Sözleşme) işbu cümleyle başlar.

Ey talib, ben de diyorum ki, zincire vurulmayı göze almazsan aslâ Tanrı’ya inanamazsın.
Aşık olmak demek, zincire vurulmak demektir. Sevmek demek, sevgisiz ellerce çarmıha gerilmek demektir. Senin anlayacağın, aşk, özgürlükten vazgeçmek demektir.

İkide bir inandığını söyleyip durma da göster bana, hani, prangaların nerede? Nerede zincirlerin?

Madem inanıyorsun, o hâlde niçin Roma’dan kaçıyorsun?

YAZ SOĞUĞU

$
0
0

21 Ağustos 2010


Neredeyse hiç secdeden kalkmazken alnım, niçin bir kez bile sesini duymam? Günler, geceler... asırlardır adı dudaklarımdan düşmediği halde neden bir defa da ben onun adımı andığını işitmem?

Niçin bir tek kelime bile etmez, niçin daima susar? Niçin hep bu kadar uzakta durur da yakınıma gelmez? Niçin başımı okşamaz, niçin bir kez olsun konuğum olmayı kabul etmez? Niçin bir kez bile yüzüme bakmaz, bir kez bile yüzyüze konuşmaya razı olmaz?

Küs müdür acaba bu yetimine?
İyi ama niçin küssün bana?

Kadir olan, Rahman olan o, ben değilim.

Ben ki sade mahrum olanım.

Ben ki bir tek yazgısı yalnızlık olanım.

Ben ki ben diye işaret edecek bir benden bile mahrum olanım.

Merhamete muhtaç olan o değil, benim.

Rahmet ve şefkati, lütuf ve ihsanı isteyen benim, vaad edense o!

Kulluğumda kusurlarım, ibadetlerimde eksiklerim var, o sebeple mi ses vermiyor acep?

O nedenle mi benimle konuşmuyor?

Bu yüzden mi hep uzakta duruyor, bu yüzden mi bir sabah bile kapımı tıklayıp merhaba demiyor?

Sevgili niçin küssün bana, ben sevgimi hiç kazaya bırakmadım ki! Bir an bile ondan fariğ olmadım ki!

Karanlığın arttığı zamanlarda bile sevgili yüzüme hiç çirkin görünmedi ki?

Derdim de bu ya, sevgili bana hiç görünmedi ki!

Belki de kızgın. Belki de öfkeli.

İyi ama ben mahrum olduğumu hissediyorum, mağdurolduğumu değil.

Mağdur olsam mağrur olurdum, o takdirde yolunu da gözlemezdim.

Kahrettiğine inansaydım kahrederdim, kahr edemesem isyan ederdim. İnkâr ederdim. Belki çekinir, belki korkar, korkudan iman bile ederdim. Hiç değilse kahrının karşısına sabrımı çıkarırdım. Kanaat eder, eldekiyle yetinir, inlemezdim.

Benim sabrım yok ki! Ne gücüm var, ne kudretim, ne de artık beklemeye tâkatim. Bitmişim, tükenmişim, silinmişim. Hep iken hiç olmuşum.

Bilmem, niçin uzakta duruyor, niçin kapımın önünden bile geçmiyor?

Acaba şehirdeyim diye mi?

Şehrin gürültüsü yüzünden çığlıklarımı duymuyor olabilir mi?

Benimle hep asırlar öncesinden konuşmayı tercih etmesinin sebebi bu mu?

Her yakarışımda hep bin yaşındaki yaşlı velîlerini göndermesinin?

Yüzlerce tarîkin tam da ortasında beni öylece bırakmasının?

Ey sevgili, anlamıyorum, kendi evinde bile konuşmaktan kaçınıp kürsüyü başkalarına bırakıyorsun. Tekkelerde dahî görenlerin değil bilenlerin dedikodu yapmalarına ses çıkarmıyorsun. Bir zamanlar seçerdin, artık seçmiyorsun. Halvethâneni bile kalabalıklarla dolduruyorsun.

Bilirim, şah damarımdan yakınsın, yine de evine çağırıyorsun ama evime gelmiyorsun. Kalbime.

Lütfen duymazlıktan gelme, kullarının senin adını anarak delik deşik etmelerine izin verdiğin o güçsüz yüreğime.

Onu sana işaret eden ne bulduysam onunla doldurdum diye mi?

Susma, söyle ey sevgili, şehirdeyim, şehirliyim diye mi?

Yine bir ara sokakta kayboldum diye mi?








İstiklâl caddesini teşrif etmez mi melâike?

O karanlık sokakları, sinemaları, barları, kafeleri, yardımına ihtiyacı olan bîçare günâhkâr kulları, ama asıl âşıkları, gerçek mahrumları, bir de yetimleri, yoksulları, aman, yanlış anlama sakın, paradan puldan değil, semâdan yoksunları.

Semadan, yani senden, yani ümitten.






Susma konuş ey sevgili, kendimi kaybedince niçin seni kaybetmiş oluyorum? Niçin, kendime yaklaştıkça senden uzaklaşmakla cezalanıyorum.

Sırf, bir kez olsun cemalini göreyim, diye yalvardığı için dağlardan taşlardan aşağılara yuvarladın kulun Musa’yı. Haddi aşmanın bedeli miydi şu meşhur لن تراني ?

Söyle bileyim, cemâline iştiyakım var diye mi saklanıyorsun benden?

Haddi aştım diye mi? Belki de kapında sıraya girenlerle birlikte sıraya girmedim diye mi? 

Seni bir tek kendime saklamak istedim diye mi?

Ηλειηλειλεμασαβαχθανι!

İsa, tutamayıp kendisini, sonunda böyle hıçkırdı huzurunda. Çarmıhta.

Çektiği acılardan şikâyet ettiğini sananlar nasıl da yanılıyorlar. Acıdan değil, kuşkudan inlemişti o an. Niçin şimdi benden vazgeçiyorsun demişti, tam da sana ihtiyacım varken? Çarmıhtayken. Çarmıha gerilene kadar yanımdaydın, niçin şimdi senin adına çarmıhta asılıyken bana benden vazgeçtiğini duyuruyorsun?

İzimi kaybettim ey yâr, artık ben kendimi kendim bulamam!


Ah bilsen, ben, beni ararsın, peşime düşersin zannetmiştim de kaybolmuştum, bile isteye nazarından saklanmak istemiştim. Yasayı bozmaz, töreye karşı gelmezsin biliyorum. Bilmez miyim, elbet bilirim. Lâkin ben yine de rahmeder de korkma yanındayım, diye fısıldarsın diye bekliyorum.

Ciddiyim, izimi kaybettim.

Şimdi inanmaksırası sende!



Not: Bu önsöz Ingmar Bergman’ın Nattvardsgästerna(1963) adlı filminin yorumundan ibarettir.



TANRININ ADINI ANIYORUM DİYE KIZMA YİNE

$
0
0

17 Kasım 2007

İki kitap arasında seni çalmaya çalıştım, diye yoksanan kadınının seslenişini, hatta sesini bile duyamayacak denli içine gömülmüş erkeğin, kendisine yakınmak için seçeceği kişi, ne ilginç ki kadınıdeğil, anası. Ölüm döşeğindeki yaşlı anası.




Theo Angelopoulos’un ünlü filmiSonsuzluk ve Bir Günün (1998) zihnimde yer eden en ilginç sahnelerinden birinde geçiyordu, geçmişi şimdide eriten o yorgun, o bitkin konuşma.Bruno Ganz’ın başarıyla canlandırdığı Alexander adlı ozanın konuşması.Biriktirilmiş sözcüklerin sayıklandığı bir konuşma. Cevapsız soruların, usulca yazarın ağız kenarından akıverdiğine tanık olduğumuz bir konuşma.




Ozan yakınır sadece, cevap beklemez. İç geçirir, dertlenir, sorar da sorar. Bakışlarıysa hep kendi dışına doğrudur, hep ötede, hep ötelerde.

Alexander, kendisini uzaklarda seyreder. Yakın(ın)daki uzaklığı görmek ister gibi kendisini daima uzaklarda arar. Yakınındakini uzaklığa doğru iterken, uzaktakini yakınına getirmeyi ister. Kendine gelmekten çok kendine giden biri gibidir.

Alexander, anne şefkatinin cömertliklerine sırtını dayayıp gönlünce şımaran her erkek çocuğu gibi şımardıkça şımarmış, bencilliğin tadını çıkarmış. Kadınından himaye talep etmiş. İzin ver de şu tepeye bir tırmanıp geleyim, demiş. Sanki en büyük talihsizliği, hep kendisiyle olmasıymış gibidir. Kendisiyle olmak, kendisiyle kalmak, yazgısıymış gibi. Garip ama öyle, yazgısı dahî, bile isteye yazılmış gibi. Yazgısı bile kendi kaleminden çıkmış gibi.

Neden sadece ve sadece kendi ayak seslerimi duydum evin içinde?

Ne kahredici bir yalnızlıktır bu! Sebebi pis bir gurur mu acaba? Düşünürlere, sanatçılara has bir kibir belki de. Belki de bencilliktir asıl sebep, tamıtamına erkek bencilliği. Yaşamına eşlik edenlere karşı olabildiğince hoyrat ve onları ne kadar mümkünse o kadar yoksayıcı bir bencillik.

Evin içinde yankılanan sadece kendi ayak sesleri değil; yine de onun duyduğu kendi ayak seslerinden ibaret.

Niçin sadece kendi ayak sesleri?

Benciller kibirli olur, kibirliler ise bencil. Çünkü bencillik, şöyle veya böyle bir gizli büyüklenişin kendisine omuz vermesiyle yükselir. Biri varsa, diğeri de vardır. Alt alta, üst üste, yana yana, ama hep birlikte. Böylesi bir gizli büyüklenişin, hem de süratle, şişinmeye dönüşmemesi çok zordur.

Düşünce ve sanat, kendisine talib olanlardan, önce büyüklenişin ve bencilliğin bedelini ödemelerini ister; tutku sahibi olmanın, olabildiğince tutkulu olmanın bedelini, olabildiğince kibirli, olabildiğince bencil olmanın bedelini.

Ne zaman cennete yükselirler, ne zaman cehennemin dibini boylarlar, ilk anda anlaşılmaz. Yaratırken yükseldikleri varsayılır, yaşama dönerken de çöktükleri.

Altı üstü vehim işte!

Oysa böyleleri yaratırken ve yarattıkça dibe, en dibe doğru çökerler.

Yaratmanın bedelidir: gün gelir, tıpkı Alexander gibi, sorarlar:

Neden tüm hayatım sürgündeymiş gibi geçti?

Bu sürgünü nasıl anlayacak, nasıl anlamlandıracağız?

Yaşamın, yani annenin, yani kadının izin verdiği kadarıyla kendi sokağında kaybolan bir erkeğin gönüllü sürgünü müdür düşünceyi ve sanatı mümkün kılan?

Kadının sâyesinde, yani gölgesinde, ve fakat yine de kadına rağmen, erkek kendini kendine sürmedikçe, kendini kendi içine itmedikçe, tıkmadıkça; hâsılı, yaratmak uğruna yaşama arkasını dönmedikçe, düşünce ve sanat, kadınca bir doğumun, hem de acı verici bir doğumun eseri olmayı başarabilir mi?

Tolstoy durmadan mızmızlanan karısına birgün der ki:

Tanrı’nın adını anıyorum diye kızma yine, elimde değil.

VE fakat kadın yine de kızmayı sürdürür.

Ne yapsın, Tolstoy da sırf yalnız kalmak (ölmek) amacıyla karısının yanından kaçar sonunda.

Lakin bu sefer peşinden gelen sevgili kızıdır.


Ek okuma için tıklayınız:




GAZZE'NİN EKONOMİ-POLİTİĞİ

$
0
0

5 Haziran 2010

Beni okumak isteyen okur tikelden tümele varmayı kabullenmelidir.
Bu öneri bendenize değil, Karl Marx’a ait.

Önerisini ise Das Kapitalin müstakbel okurlarına yapıyor.

Muradımı anlamak istiyorsanız, (reddetmeden önce) nihaî tanım ve tesbitlere nasıl ulaştığımı adım adım izlemelisiniz, demeye çalışıyor.

Doğurmayı göze almalısınız yani.

Tekrar başa. En başa. Bir daha. Yeniden.

Marx’ın ölümünden sonra Grundrisse adıyla basılacak bu defterler, gerçekte bir taslak mahiyetindeydi, ve yazarının, yürüdüğü karmaşık yolu tüm aşamalarıyla serimlemesi zaten mümkün değildi. Ne o zaman, ne de şimdi.

Üstelik yazar bu talebinde haklı da değildi.

Her tümevarım işlemi, doğası gereği, örtük bir tümdengelim biçimidir çünkü.

Hiçbir akıl, gerçeklik sözkonusu olduğunda, tüme varmanın bir yolunu bulamamıştır.

Marx da.

Tümden geliyordu, ama okurundan o tümlüğe adım adım vardığını düşünmesini taleb ediyordu.

Ne yazık ki doğada (ve toplumda) bütünün kendisini bulamayız, sadece zihnimizde bulduğumuz bütünlüğü ona yakıştırırız.

Parçalar doğadan, bütünlük ise zihinden. Aradaki mutabakat (Übereinstimmung) gösterilebilir hâle geldiğinde, yargıların ‘bilimsel’ olduğu söylenir, o kadar! Tâ ki yeni bir mutabakat keşfolununcaya kadar.

Yeni bir mutabakat, demem o ki yeni bir bütün, yeni parçalar ve bu bütün ile parçalar arasında yeni münasebetler.
Siyasal iktisat kitabımı bitirmek için deli gibi çalışıyorum, çünkü böyle çalışmazsam ben kitabı bitirmeden sistem çökecek.
Das Kapitalin müsveddelerini yazmakla meşgul olduğu o zorlu günlerden birinde dostu Engels’e böyle yazar Karl Marx.

1857-58’lerde.

Devrim yaklaşmaktadır ona göre. Devrim gerçekleşmeden devrim’in manifestasyonunu gerçekleştirmelidir. Başka bir deyişle, bilincin doğası doğanın bilincine tekaddüm etmelidir.

Önce aydınlatma, sonra aydınlanma ve en nihayet devrim!

Ekonomi-Politiğin bu cerbezeli filozofu, bir şekilde kitabını bitirmeyi başardı, ama sistem çökmedi.

Umut, doğaya karşı insanın en etkin silâhı!

Umutsuzluk ise, hezimetin diğer adı. Zira insan dünyayı her defasında umuduyla yendi.

1 Nisan 1865.

İtiraf, Hollanda’ya gittiğinde, Marx’ın, kuzeni Nanette ile gerçekleştirdiği bir cilveleşme biçimi. Bir tür aşk oyunu.

Genç Nanette sormuş, yaşlı düşünür de cevap vermişti.

Şimdi gelin, bu hoş cilveleşmeyi bir de beraber okuyalım.

Tercih edilen nitelik? Sadelik 
Erkekte? Güç 
Kadında? Zayıflık 
Karakterinizin en belirgin özelliği? İnatçılık 
En sevdiğiniz uğraş? Nanette’e bakmak 
Nefret ettiğini özelliğiniz? Köle ruhluluk 
En kolay affedebileceğiniz özellik? Saflık 
Mutluluk anlayışınız? Mücadele etmek 
Sefalet anlayışınız? Boyun eğmek 
En sevdiğiniz şairler? Eschyle ve Shakespeare 
En sevdiğiniz nesir yazarı? Diderot 
En sevdiğiniz özdeyiş? İnsana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir. 
Sloganınız?Her şeye kuşkuyla yaklaş!
En sevdiğiniz renk? Kırmızı 
En sevdiğiniz isimler? Jenny ve Laura 
Mutluluğun tanımı? Margaux Şatosu 1848 
Mutsuzluğun tanımı? Dişçiye gitmek 

Erki erkeklere yakıştırır Marx. Zayıflığın da kadınlara yakıştığını düşünür.

Viktorya dönemi ahlâkı.

Şanslıdır, gelecek asrın devrimci (!) kadınlarıyla tanışacak kadar yaşamamıştır. Erkek gibi kadınlarla, güçlü ama hep yorgun kadınlarla, Margaret Hilda Thatcher'larla, Hillary Rodham Clinton’larla.

Sloganı ise: her şeye kuşkuyla yaklaş!

Ekonomi-politiğin eleştirisi için en vazgeçilemez ilke!

Elbette dünyamızda olup bitenleri anlamak isteyenler için.

Ve bir de Gazze’nin ekonomi-politiğini gözden kaçırmamak için.



Ah Gazze, yavrularını kanıyla emziren anne!

Gökten yağmur, dostlarından kan bekliyorsun, ama unutma, o bebeklerin süte de ihtiyacı var.

Umut, o kanın bir gün süte dönüşmesi.


Ek okuma için tıklayınız:



GAZZE ve ESTETİK

$
0
0

3 Ocak 2009


Estetik’in amacı, der Baumgarten, idrak-ı hissî’nin bizzat kemâlidir, bu kemâl de güzelliktir.

Baumgarten’e göre estetik’in amacı bu, yani duyusal algının tamamlanışı. Duyusal algının bütünüyle gerçekleşmesi. Duyular aracılığıyla güzelliğin idraki. Güzelliğin tahassüsü. Kemâl-i hissî.

Bir adım daha atalım: hüsn-i idrak, yani eşyaya güzelce bakmak.

Peki ya kendisi?

Soru konusu estetik’in amacı değil, kendisi.

Nedir estetik?

Baumgarten bu soruyu 1750’de şöyle cevaplıyor:
scientia  cognitionis sensitivae (idrak-ı hissînin bilgisi)
Estetik Bilimi’nin kurucusuna göre, estetik, duyular düzeyinin bilgisi. İç ve dış duyuların, ama her hâlukârda duyular düzeyinin.

Amacı da bu düzeyde kemâlin, yani güzelliğin bilgisine ulaşmak. Ancak duyular aracılığıyla kavranılabilen hazzı (lezzet-i hissiye’yi) bilmenin konusu hâline getirmek.

Baumgarten, Estetik Bilimi’nin tanımları arasında —açıklanmadıkça sorunlu kalacak— ilginç bir tanım zikrediyor:
ars analogi raitonis (teşbih-i aklî sanatı)
Elimdeki Almanca tercümede de Kunst des Analogons der Vernunft karşılığı verilmiş.

Malum â, akıl ya tümdengelim, ya tümevarım, ya da benzetme (teşbih/analoji) yoluyla düşünür, yani ya bütünden parçaya, ya parçadan bütüne, ya da parçadan parçaya doğru yürür.

Demek oluyor ki Estetik, parçadan parçaya hareket eden bilincin bilgisi. Teşbihin, benzetmenin bilgisi. Parçalar arasındaki ilginin bilgisi.

Estetik, hemen bir kenara kaydet ey tâlib, eşyaya güzelce bakmanın bilgisi.

Hüsn-i idrak.
Köln’deyim, bir otel odasında. Tam bir hafta oldu.

10 günlük bir ders programı münasebetiyle işi gücü bırakıp Köln’e geldim, bir yandan Üniversite öğrencilerine ders veriyorum, öte yandan da odama çekildikçe Alexander G. Baumgarten’in Aestheticasıyla hemhâl oluyorum. Dagmar Mirbach’ın Almanca çevirisi aracılığıyla. Koca iki cilt. Yeni ve güçlü bir çeviri. Latincesi ve Almancası yanyana. (Felix Meiner Verlag. Hamburg, 2007)

Tam çeviri. Bulunması, bulunsa bile alınması zor bir metin. Neredeyse maaşımın yarısı. (Eserin pahalılığından değil belki de, maaşımın azlığından.)

Lâtife sayılmaz, evet, neredeyse uzunca süredir bedelini dert edindiğim nitelikte bir eserdi iki ciltlik Aesthetica.

Adı vardı, ama kendisi yoktu. Nazlı bir sevgiliydi.

İzmir Müftüsü Akkirmani’nin tercüme ettiği, Osmanlı medreselerinde, hikmet-i nazariye (teorik felsefe) derslerinde okutulan Hidayet’ul-Hikme ve şerhlerinin Türkçesi İklil’ut-Teracimle yaşıttı Aesthetica.

Aestheticanın sayfaları arasında iştâhla dolaşacağım anları uzunca bir süreden beri hayal ediyordum, o saatlerce sürecek halvet anlarını...

Güya onu birkaç yıldan beri emek verdiğim İklil sayfalarıyla karşılaştıracaktım.

Ona güzelce bakacaktım.

Ne ki Gazze’ye düşen bombalar yüzünden bir anda kan bulaşıverdi elimdeki kitabın sayfalarına, her tarafımda kan vardı, gözümde, gönlümde, bir de o çocukların haykırışları, annelerin ve çocukların çığlıkları.

Varlığa hep birlikte güzelce baktığımız kardeşlerimin çığlıkları, kadınlarımızın, çocuklarımızın.

Yahudi estet Adorno, Auschwitz’ten sonra şiir yazmaya kalkışmanın barbarlık olduğunu söylemişti.

Yahudilerin katledildikleri o kampı, o kamptaki katliamı gördükten sonra nasıl şiir yazılabilirdi?

Haksız mıydı?

Elbette hayır!

İnsanlıktan her çıkışında, insanlıkdışı cürümlere her tanıklık edişinde, insanoğlu, güzeli/güzelliği terennüm etmeyi beceremiyor, güzeli, kan revan içindeyken bir türlü düşünmenin önüne getiremiyor.

Güzelce bakamıyor.

Nasıl baksın?

İslâm dünyası, eğer artık eskisi gibi eşyaya güzelce bakamıyorsa, bakmayı beceremiyorsa, sadece göbeğini kaşıdığından değil, her yanı kan içinde kaldığından, kadınlarının ve çocuklarının çığlıklarına kulaklarını tıkayamadığından.

Bu, Mehmed Akif’in Safahatında niçin şiir yok, demeye benziyor.

Kendine ağlayanın çığlığı şiire dönüşür, milletine/memleketine ağlayanın çığlığı ise destana.

Zavallı Akif, önce vatan, dedi, ve bu yüzden de memleketin hâline ağlamaktan kendi hâline ağlayacak fırsatı pek bulamadı.

Ey talib, sen, önce kendi hâline ağla! Sorumlu sensin, kendinden ve âlemden.

Yahudi zulmüne inat, sen Gazze’den sonra da şiir yaz!

Eşyaya hep güzelce bak! Savaşırken bile. Ölürken dahî.

Gerekiyorsa, güzelce savaş ve güzelce öl!

Sakın tereddüt etme, çirkinliği çirkinlere bırak!

Zalimlere. Çocuk katillerine. İnsanlığın katillerine.

Güzelin ve güzelliğin katillerine...

Ah, de ey talib!

Güzelce.

Ek okuma için tıklayınız:


NİÇİN GÖNLÜM DEĞİL, YÜREĞİM CESUR?

$
0
0

4 Haziran 2006


Kalb 
Gönül 
Yürek
Bu üç sözcüğün üçünün de eş-anlamlı olduğu varsayılır.

Ne demekmiş kalb?

Kalb Arapça kökenli bir sözcük olup Türkçe’de bu sözcüğün karşılığında gönül veya yürek sözcükleri kullanılır imiş.

Şimdi soralım o hâlde:
Ey kalpsiz kadın!
Bu hitabda geçen kalpsizin yerine —anlamı bâki kalmak üzere— gönülsüz veya yüreksiz sözcükleri kullanılabilir mi?

Hayır!

Peki bu kullanımında kalpsiz sözcüğü ne anlama gelmektedir?

Elbette, vicdansız, acımasız, vs.

Şimdi de şu misâli gözden geçirelim:
Bizim çocuk bu işte pek gönülsüz.
Yani isteksiz.

Çünkü gönülsüz olmak, en nihayet isteksiz olmak, arzu duymamak demek.

Bir de şu misâle bir bakalım:
O mu? O, yüreksiz herifin biridir!
Bu cümlede geçen yüreksiz sözcüğünün yerine hem de hiç tereddüt etmeden ödlek, korkak, cesaretsiz gibi sözcükleri yerleştirebilirsiniz.

Özetleyecek olursak:

Kalpsiz: vicdansız. acımasız

Gönülsüz: isteksiz

Yüreksiz: korkak, cesaretsiz

Türkçe gönül sözcüğü sevinmek, mutlu olmak, istemek, arzulamak anlamında gönenmekten gelmekte olup ince duyguların hareketini ifade etmek bakımından isteme, arzulama, sevinme yetisi demektir.

Klasik Psikoloji’nin terimleriyle ifade edecek olursak, bu sözcüğün kullanımları, umumiyetle kuvve-i şeheviyenin fonksiyonları için geçerlidir. (Eros ilkesi)

Bu kuvve harekete geçtiğinde, gönlün kıpır kıpır etmemesi mümkün değildir. Gönlü sâkin, yani hareketsiz, yani isteksiz. Nitekim şehvet ve iştah sözcüklerinin aynı kökten geldiği unutulmadığı takdirde, gönül sözcüğünün nasıl olup da mide mânâsı taşıyor olduğunu açıklamak kolaylaşır. Türkçe’de gönlü bulanmak tabiriyle midesi bulanmak tabiri aynı anlama gelir ve kusacak gibi olmak demektir. (Platoncu tanımıyla "bitkisel nefs"in özellikleri hatırlanmalı.)

Bu arada istek yerine eskiden irade sözcüğünün kullanıldığı, irade’nin ise bir şey yapmayı istemek demek olduğu ve tabiatıyla irade’nin de ancak hareket eden canlılarda bulunduğu hatırlanacak olursa, gönlü sâkin veya gönülsüz tabirlerinin nasıl olup da isteksiz anlamına geldiği kolaylıkla anlaşılabilir sanırım.







Buna mukabil yürek sözcüğü, hareket etmek anlamında yürmekten (yürümek) türemiş olup şecaat (cesaret güdüsü) anlamına gelir. Yine Klasik Psikoloji’nin terimleriyle söyleyecek olursak, Türkçe’de bu sözcüğün kullanımı kuvve-i gazabiye’nin fonksiyonlarına tahsis edilmiştir. Nitekim gönül’e nisbetle daha erkeksi, daha sert vurgular taşımasının bir nedeni de budur, zira hiddetli ve şiddetli duygular sözkonusu olduğunda sert adımlara ihtiyaç olur. Duyguların sert adımlarla yürümesini mümkün kılan işbu yetiye yürek adının verilmesi sebepsiz değildir. [Brave Heart (1995) bu nedenle Türkçe'ye Cesur Gönül, Cesur Kalp olarak çevrilemezdi.]





Depresif, melankolik, içine kapalı kişilikler yaptıklarını genellikle gönülsüz olarak yaparlar. Kendilerinde gönül açıklığından, yani neşeden, ferahlıktan eser yoktur. Gönülleri kıpır kıpır etmediği için, böylelerinin gönül darlığı çekmeleri, iç sıkıntısına düşmeleri  gayet tabiidir.

Yüreklilik, atılgan olmayı gerektirir ve cesaret ister. Meselâ yüreği soğutmak gerçekte öfke ateşini soğutmaktan ibarettir. Dehşet verici durumlar karşısında kalan bir kimse hakkında, kanı dondu, denir.

Biz de bu teşbihe bağlı kalarak soralım: Kanı donan kişi ne yapar?

Hiçbir şey yapmaz, hareket edemez, öylece kalakalır. Fakat kanı donmaz da deli deli akarsa, âdeta bir deli-kanlı gibi davranırsa, bu takdirde o kişi harekete geçer, bir şey yapar, bir tepki verir, cesaret göstermiş olur, vs.

Depresif kişiliklerin tam da aksine agresif kişilikler, kuvve-i gazabiyeleri faal kimseler arasından çıkarlar. Gazabiye ise, gazab’dan gelir ve tahmin edileceği üzere öfke anlamı taşır.

Modern Psikoloji’de, bilhassa Psikanaliz’de saldırganlık dürtüsü denilen şey, işbu kuvve-i gazabiyedir. Bugün kuvve-i şeheviye karşılığında cinsellik dürtüsü (libido) gibi terimler kullanılıyorsa da gerçekte bu, insan nefsi hakkındaki bilgimizin zamanla genişlediğini değil, bilâkis daraldığını ispatlamaktan başka bir şeye delâlet etmez. [Kalb kelimesine gelince, burada sadece, kalb'in düşünme organı olmak itibariyle Kur'an'da kullanıldığını ve Klasik Psikoloji'nin eskimiş tabiriyle kuvve-i nutkiye anlamı taşıdığını hatırlatmak isteriz.]

Duyguların hareketinin esasında kan dolaşımının hızıyla, yani kanın hareket hızıyla (!) alâkalı olduğu asırlardır bilinir.

O halde şimdi şu sorulara cevap verelim:

Kanın hareketini (hareket hızını) hangi organımız düzenliyor veya etkiliyor, bir diğer tabirle, kanın hareketinden en çok hangi organımız etkileniyor?

Kanımızın hareketi yavaşladığında, bizlerin birdenbire gönülsüz, yüreksiz, kalbsiz kişiler haline geldiğimiz bir gerçek değil mi?

Gerçek bu değil mi?

Ne kalbi, ne gönlü, sanırım erkeğin bir tek yüreği cesur ey talib!


BİR SERABIN ARDINDAN

$
0
0

25 Mart 2006


18-19 yaşlarında idim. 12 Eylül’ün üzerinden henüz çok uzun bir süre geçmemişti. Ceketimin solüst cebinde biriktirdiğim yalın deneyimlerin etkisiyle olacak, kendi kendime şöyle bir karar almıştım:
Bundan böyle, kabul veya reddettiğim hiçbir şeyi bilmeden ne kabul, ne de reddedeceğim.
Tam çeyrek yüzyıl sonra, bugün, bu kararım üzerine yeniden düşünmek imkânı bulduğumda, boyumdan büyük bir lâf ettiğimi anlamakta, doğrusu pek zorlanmıyorum. Bu nedenle, kişinin kabul veya reddettiklerinin tümünü eksiksiz bir biçimde sayıp sıralamasının ve dahası, içlerinden seçtiklerini sadece bilme koşuluna bağlı olarak zihninde alıkoymasının, sanılandan çok daha güç bir işlem olduğunu itiraf etmeliyim.

Önce işbu bilme koşulunu açıklığa kavuşturmam, yani evvelâ bilme’nin ne anlama geldiğini bilmem, bilmiyorsam öğrenmem gerekiyordu. Oysa ben, bilme’nin kendisini bilinmiş olarak farz etmiştim. Bilinen veya bilinecek-olan bir şey veya olgu hakkında bilgitoplamak ile o şey veya olguyu bilmek arasındaki fark, benim için neredeyse tamamen farkedilmemiş olarak kalmıştı, daha da kötüsü, hemen hemen her genç gibi bilme’yi bilgi toplamak’la, bilgi toplama’yı ise salt okumak’la karıştırmıştım.

Bu özel karar sebebiyledir ki fikir hayatımın ergenleşme dönemi, bilme’nin ne olduğunu bilmeden, bilinen’i bilme koşuluna bağlayışımın yüksek maliyetini ödemekle geçti. Yorucuydu ama yine de çok zevkliydi.

Yunus'umuzun, bilmek bilmeyi bilmektir / bilmek kendini bilmektir mealindeki mısraları, farklı bir bilme türünü, tanıma’yı tanımlamaya çalışır, yani uzun yıllar boyunca önüme almayı başaramadığım türden farklı bir bilme etkinliğini.

Sanırım bu da çok doğaldı, zira o yıllarda benim görece bilgisizliğim, bilgi toplamak (malumat edinmek) ile bilmek (=ilim) arasındaki farkın farkedilmemişliğine ilişkindi, bilmek (ilim) ile tanımak (=irfan) arasındaki farkın farkedilmemişliğine değil. Nasıl olabilirdi ki zaten, o yıllarda tanıma’nın kendisi ve kavramı bir yana, sözcüğüyle bile doğrudürüst tanışmamıştım.

Ne pahasına olursa olsun, bilmeliydim, bilmek içinse okumalı, sormalı ve öğrenmeliydim. 

Bilgi toplamak suretinde bile olsa, bilmek, önümdeki karanlığı aydınlatmak bakımından ışık saçıcı olduğuna inandığım tek araçtı. Ben de bu araca sıkı sıkıya sarılarak yoluma devam ettim. Yalnızdım. Garip ama, ölçütlerimi inceltmeyi denedikçe daha da yalnızlaşmıştım. Başkalarınca döşenen raylarda giden bir tren katarına binmektense, yürüyerek gitmek, belki daha maliyetli ve yorucuydu ama hiç kuşku yok ki çok daha güvenliydi. Kaybolmak pahasına, dilediğim arasokağa özgürce sapabilirdim.

Niçin saklayayım, o günlerde, ben kendi sokağımda kaybolmuştum.

Malumatım arttıkça ve yol deneyimi kazandıkça dikkatimin yavaş yavaş bilinen’den (malumat’tan) bilme’nin (ilm’in) kendisine doğru kaydığını farkettim.







Şimdi düşünüyorum da sanırım bu sonuç kaçınılmazdı. Çünkü bilinen’in niteliği —ister istemez— değişince ve her adımda bilinenleri yeniden gözden geçirip düzenlemek ihtiyacı başgösterince, bilme’nin kendisi bilinen’in önüne geçiyor.


Gençken elimde bir yığın hazır (olumlu ya da olumsuz) yargı vardı, tabiatıyla bu yargıların bazıları doğru, bazıları ise yanlıştı. Bense yargılarımın doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmak istiyordum.


Peki ama, hiç değilse kendi adıma böyle bir emniyeti nasıl sağlayabilirdim?


Elbette —nasıl tanımlamam gerektiğini bile bilmediğim— bir bilme çabası aracılığıyla.






Bilme’nin kendisi meçhulüm kaldığı için bilgilerimin doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmamam gerekirdi oysa. Ne var ki genç zihnim bir gün bu emniyetli duruma kavuşacağına çoktan inanmıştı bile. Gerçekte zamanla farketmeye başladığı bilme’nin otoritesine yönelik güveninden değil, bilme çabalarının yoğunluk ve sürekliliğine olan güveninden.

Öyle ya, çölün ortasında ciğerlerim yanarken —serap dahi olsa— içtiğim o suyun lezzetinden kim beni kuşkuya düşürebilirdi ki?

Kimse!

Tâ ki bilgi’nin kendisi de bir perdedir uyarısıyla karşılaşıncaya kadar.

Çaresiz, yeniden en başa dönmüştüm.


EVET-HAYIR

$
0
0
Mayıs 2015





Quid est veritas?
Devletin sorusudur bu. Mahiyeti gerçekte hiç merak edilmediği için yanıtı açıktan verilmemiş ve asla verilmeyecek bir soru.
İktidarın sorusu.
Güç ve tahakkümün.
Imperiumun.
Güya yaşama ve ölüme karar verebileceklerini sananların sorusu. Dokunulmazlık zırhını kuşanmış olanların. Sözde egemenlerin. Mülk sahiplerinin sorusu.
- Hakikat nedir? (Yuhanna, 18: 38)
Bu bir valinin sorusu. Romalı bir valinin. Bir valinin, veya her valinin.
Valiler hakikati bilmezler ve çaresiz, her defasında hakikat nedir diye sormaktan kendilerini alamazlar. Sorarlar ama yanıt alamazlar, çünkü bakarlar ama göremezler.
Bu yüzdendir ki bu soru, Pontius Pilatus’un sorusu.
Hani şu, “Düşümde görmüşem, sakın incitme onu!” diye o masum hakkında hüzünle kendisini uyaran Procula’nın kocası Pilatus. Siyaset ile hakikat arasında kalan bîçare. İktidar ile hakikat arasında. Kılıç ile âsa arasında.
Sorulan ama yanıtı alınamayan bir soru. Çünkü bu, İsa’ya sorulan bir soru. Hakikatin bilgisine sahip olana, bilgisi de ne, kendisine sahip olana. Bizatihi hakikat olana. Kısacası, olana ve, hakikate tanıklık etmek için dünyaya geldim, hakikatin yanında olanlar beni duyar, diyene.
* * *
Siyaset değerli olanı değil, önemli olanı tercih edenlerin sanatı. Nedir sorusunun değil, nasıl sorusunun yanıtını arayanların. Amaçla, gayeyle, gökyüzüyle sadece işi değil, değerler alanında gücü de olmayanların.
Siyaset nedirsorusunun yanıtını merak etmez, çünkü hakikatin ne’liğinden önce varlığını da merak etmez.
Siyaset hakikati bilmez, bilmek de istemez, değerli olanı tanımaz çünkü. Pilatus’un sorusu bu nedenle yanıtsız bırakılacaktır, duymaya layık olmadığı kendisine söylenilmeyecektir.
Hakikatin sırrı, ona ihtiyacı olanların kulağına fısıldanır. İsa’nın dediği gibi, sadece hakikatin yanında olanların kulağına.
Hakikat’in yanında olan duyar beni.
İyi ama nasıl?
Nasıl ve niçin?
Niçin Pilatus duymuyor da eşi Procula onu düşünde görebiliyor? Hakikat her defasında niçin aptallara değil de abdallara malum oluyor?
Öyle ya, hakikatin yanında olmak da ne demek?
Zaman zaman varlığından bile kuşkuya düştüğümüz halde, kendisini görmekten mahrum bulunduğumuz o hakikatin yanında olup olmadığımızı bizler nasıl bilebiliriz? Sesini bile duyamadığımız sevgilinin yanında nasıl yer alabilir, ona nasıl dokunabiliriz?
* * *
Mesele hakikate sahip olup olmamak meselesi değil, hakikatin yanında yer alıp almamak meselesi.
Bilme sorunu değil, tavır sorunu. Aranan da ilim değil bu yüzden, irfan. Genişlik değil derinlik, avuçlamak değil değmek, görmek değil sezmek, galip gelmek değil belki mağlup olmak, ama her defasında hakikatin yanında yer almak, vicdanın sesine kulak verip belli belirsiz izini sürmek, ısrarla, çaresizce, tuhaf ama böyle, çoğu zaman nedensizce peşinden sürüklenmek.
Hakikatin yanında olmak için ilim gerekmez, bilakis yoksunların ve yoksulların sızısını yüreğinde hissetmek insan olana yeter.
Çok mu zor, bir masumun acısına ortak olmak? Sanki vurulan senmişin gibi yere düşmek? Sanki o yavrucağı sütüyle besleyen anne senmişin gibi hıçkırıklara boğulmak? Daha da acısı, babası senmişin gibi hiç ağlayamamak, hep metin olmak, hep içine atmak ve fakat yazgıya boyun eğsen bile siyasetin burçlarından gelen yıldırımlara asla boyun eğmemek? Sanki yıkılan yuvalar senin yuvanmış gibi geceleri gözüne uyku girmemek?
Söylesene ey talib, çok mu zor insan olmak?
Hakikatin yanında olmak demek güçlüden değil zayıftan yana, zenginden değil yoksuldan yana olmak demektir.
Hakikatin yanında yer almak demek, önce insan olmak demek! Daima ve hiç düşünmeden insanın yanında yer almak demek.
* * *
Kadim hikmet ehli, hakikat arayışında dört soru kipi (metalib) tanır:
mı?
• ne?
nasıl?
niçin?
Bilmeli ki ‘mı’ soru edatının amacı en temelde varlığı sormak ve soruşturmaktan ibarettir: , yani var mı?
Varlık sorusu soruların sultanıdır. Zata ilişkindir, bi’z-zat’tır.
Ve ardından nedir, nasıl, niçin?
Ama her halukârda önce ontoloji, önce varlıkbilim, kadimlerin diliyle önce metafizik.
Varlık sorusu hakikatin ne’liği ile ilgilenmez, önce varlığını, hakkında konuşulabilir kılmak ister. Bu nedenle hakkında konuşmaya başlamadan önce hakikatin yanında yer almaya davet eder. Var-Yok’un alanına. Evet-Hayır’ın.
Sic et Non. Türkçesi ve yok, çünkü var ve yok, daha doğrusu var veyayok.
Bir yargıyı doğrulamanın, onaylamanın, bir hakikatinin olup olmadığını ifade etmenin değişmez koşulu öncelikle doğru veya yanlış (evet veya hayır) diyebilmek, çünkü hakikate dair konuşmanın biricik dilsel biçimi logos apophantikos (kelam-ı ihbarî).
Zihinde ve dilde belirenin varlığa nisbetine yanıt mı vermek istiyorsun, yola evet veya hayır’la düşeceksin.
* * *
Felsefe tarihinin zahiren en kısa, gerçekte ise en uzun konuşmalarından biri İbn Rüşd ile İbn Arabî arasında gerçekleşir. Kurtuba’da. Bir zamanlar dünyanın tam da ortasında.

— Evet.
— Evet!

— Evet.
— Hayır!

— Evet.
— Hem evet, hem hayır!
* * *
Tüm yaşamın özü bir evetile bir hayır, bazen sadece evet, bazen sadece hayır, bazen de hem evet hem hayır, lakin yaşamın uzak durduğu yegâne form ise: ne evet ne hayır, yani yargının askıya alınması, bir tür karar verilemezlik, gerçekte kararsız ve istikrarsız olanın tercih edilmesi, düzenin çözülmesi, düzenin istinad duvarlarının çökmesi: kriz ve anarşi (an-arche).
İlim ile irfanın yolları tam da burada çatallanır, bilmek bir yana düşer, görmek bir yana. Nitekim şimdi logos apophantikosun (kelam-i ihbarî’nin) logossemantikosa (kelam-ı inşaî’ye) dönüştüğü yerdeyiz, hem de her şeyin salt bir soru ile bir yanıta dönüştüğü yerde:

— Her bildiğimi görüyor musun?
— Evet.
— Her gördüğünü biliyor muyum?
— Hayır.
— Bildiğim ile gördüğün aynı mı?
— Hem evet hem hayır.

* * *
Hiçbir iktidar hakikatin ne’liği ile ilgilenmez, çünkü varlığını ele geçiremeyeceği, sahip olamayacağı hiçbir şeyle ilgilenmez. Siyaset varlığın mülkiyetini talep eder, erilliği gereği sadece kendisini kendisine teslim edeni onurlandırır, daima dişil olanı.
Hakikat, ele geçirilemeyecek olanın adı oysa. Kesin tanımların dışında kalanın. Belli belirsiz olanın.
Siyasetin pençeleri hakikate değemez, o da çaresiz öfkesini onun yanında yer alanlara yöneltir, hakikate değil, bir tek ehline.
Hakikatin yanında yer almak için hakikati bilmek gerekmez, sezmek, hatta sezinlemek kâfi. Öyle ya, İsa’nın yanında yer almak için kaç kütüphane devirmek gerekir? Bir Petrus, bir Andreas, bir Filipus olmak için?
O halde bırak şu hesap kitap işlerini de —Gülşen-i Raz’da Şebüsterî’nin dediği gibi— Eymen Vadisi’ne gel, ki ağaç bile sana ben Hakikatim (ene’l-Hak) desin!

Yürümeye devam et ey talib, yol insanı terbiye eder.


*OT Dergisi, Evet-Hayır, Mayıs 2015



ABDAL ile APTAL

$
0
0
Haziran 2015




Abdal, (hali) değişendemektir, aptal değişmeyen, o nedenle ilki evrilir, ikincisi devrilir.

Abdala malum olur, aptala bir şey olmaz.

Aptal önemli olana değer verir, abdal değerli olana.

Aptal hep haklı olmayı marifet bilir, abdal hep haklı olmamayı.

Abdal nedene bakar, aptal sonuca, bu yüzden ilki ayılır, ikincisi bayılır.

Kendine gelmek için aptal yerin sarsılmasına ihtiyaç duyar, abdal yüreğin sarsılmasına.

Abdalın bizi yoktur, aptalın beni.

Abdal us diye ısrar eder, aptal sus diye.

Abdal anlar ve susar, aptal anlamaz ama yine konuşur.

Aptal kendini bilmez başkasını bilir, abdal başkalarını bilmez kendini bilir.

Abdal sorularıyla tanınır, aptal cevaplarıyla.

Abdal durur ve düşünür, aptal düşünür ve durur, ne ki düşünen susar, duran susmak bilmez.

Aptalın hâli bardağın içinde kaşık gibi durmaktır, abdalınki ise çayın içinde şeker gibi erimek.

Abdal anlamak, aptal anlaşılmak ister, oysa ilkinin anlaşılmaya, ikincisinin anlamaya ihtiyacı vardır.

Abdal düşünür uyuyamaz, aptal uyur düşünemez.

Abdallar genellikle kördür, yani gözleri dünyaya kapalıdır, bu yüzden aptalların, yani gözü açıkların göremediklerini görürler.

Abdal uzak görür yakın söyler, aptal yakın görür uzak söyler.

Abdal mesud olmayı marifet bilir, aptal memnun olmayı.

Aptal için başarmak önceliklidir, abdal içinse denemek.

Aptala deki derler, abdala peki.

Abdal sevdiğini beğenmek, aptal ise beğendiğini sevmek ister.

Abdal bir fikrin tarafı olur, aptalsa taraftarı, o nedenle ilki savunur, ikincisi savrulur.

Derin çelişkiler karşısında, abdal olan tarafsız kalır, aptal olan kayıtsız.

Aptal bir oylamanın sonucunun oy birliği ile alınmasına sevinir, abdal oy çokluğu ile.

İyiler aptal görünür, aptallar masum. Abdallara gelince, onlar görünmez.

Abdala koltuğu, aptala kapıyı göster, ilki meşgul eder, ikincisi işgal eder.

Abdal dünyadan kurtulmaya, aptal dünyayı kurtarmaya çalışır. En sonunda abdal kendine kavuşur, aptal dünyaya.

Aptal yaptığından nadim olur, yere çöker, abdal tevbe eder, ayağa kalkar.

Abdal olan güzelin peşinden koşar, aptal olansa çıkarın. Bu yüzden ilki acı çeker, ikincisi zarar eder.

Güzel deyince aptalın aklına kadın gelir, kadın deyince abdalın aklına güzel.

Abdal borçlu gibi sevdiğinden bedel ödemekten çekinmez, aptal ise alacaklı gibi sevdiğinden en küçük anlaşmazlıkta hacze gelir.

Aptal zamanın neolduğunu bilmez ama vaktin kaç olduğunu bilir, abdal zamanın ne olduğunu bilir ama vaktin kaç olduğunu bilmez.

Abdal yaptığı kötülükten yapmadığı iyilikten pişman olur, aptalsa yaptığı iyilikten yapmadığı kötülükten.

Aptal çoğu bulamadığı için üzülür, abdal azı bulduğu için sevinir. İlkinin nedeni hırs, ikincinin nedeni kanaat.

Abdal sultanlardan uzak durur, aptal duramaz, o nedenle durmayı bilmeyenin yazgısıdır kullanılmak!

Vazgeçmek için pes etmek gerekmez. Aptal yılınca pes eder, abdal yılmayacağını bildiği için vazgeçer.

Abdal vasat değildir ama vasatta durmayı bilir, aptal ise vasattır ama vasatta durmayı bilmez.

Abdal düşteyken uyarılınca uyanır ve utanır, aptal ise ne uyanır, ne utanır, sayıklamaya devam eder.

Aptal çok kişiye az, abdal az kişiye çok değer verir, çünkü ilki ne verdiğini bilmez, ikincisi bilir.

Aptal abdala aptalgibi davranır, abdal aptala abdalgibi.

Abdal aptalın yanına düşse susar, ama aptal yine aptal aptal konuşmaya devam eder.

Abdal abdalı bulunca susar, aptal aptalı bulunca aptal aptal konuşur.

Dervişliğin şanındandır, abdal olan aptal olanı bağışlar.

Abdal sözün hakikatinden etkilenir, aptal ise retoriğinden. Sen sen ol, aptal olma!

Abdal sık ama yumuşak bir şekilde yere düşen kar taneleri gibi sükûnetle konuşur, aptal ise hınçla yağan sert dolu taneleri gibi öfkeyle.

Maksadı ifade etmenin yolu üçtür: hakikat, mecaz, kinaye. Aptal hemen hakikatin üstüne atlar, abdal ise mecaz ve kinayenin ardına bakar.
Aptal Batı'ya veya Doğu'ya, ya hayranlık duyar ya nefret eder, abdal ise ne hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece anlamaya çalışır.

Tanrı var mı?
      Teist: var (%100)
      Ateist: yok (%100)
      Agnostik: olabilir (%50)
Aptal yanıtları, abdal soruyu anlamsız bulur.

 Bazı abdallar aptal, bazı aptallar abdal görünür. Abdal görünmek kolay, olmak zordur.


Niçin etrafına bakınıyorsun ey talib, abdal da sensin, aptal da!



*OT Dergisi, Abdal ile Aptal, Haziran 2015



Viewing all 497 articles
Browse latest View live