Quantcast
Channel: DÜCANE CÜNDİOĞLU SİMURG GRUBU
Viewing all 497 articles
Browse latest View live

YEDİUYUYANLARIN DİLİNDEN (I)

$
0
0
 Eylül 2015


 



Türkiye'nin tarihi işitilmeyen çığlıkların tarihidir.
* * *
Kimse kendisini sevmeyeni sevmek, saymayanı saymak zorunda değil, lâkin insan olana nezaket ve zarafet gerek.
* * *
Farklı ve karşıt olana tahammülsüzlük siyasal aymazlığın son kertesidir. Düşman olan karşıt olandır ama her karşıt olan düşman mıdır?
* * *
Akla ihtiyacımız var, sağduyuya, kardeşliğe, huzur ve sükuna, demokrasiye ve özgürlüğe, sadece birazcık nefes alabilmek için.
* * *
Demokrasi bir ülkede birbirlerini yenen değil, birbirleriyle yenişemeyen zümrelerin uylaşımıyla derinleşebilir.
* * *
Demokrasi önce kelimelerle konuşur, sonra rakamlarla. Sanılanın tam da aksine, aptal olan rakamlara itibar eder, abdal olan kelimelere.
* * *
En üst ilke: topluluk değil toplum, azınlık değil yurttaş, bölge değil ülke, hükümet değil devlet, ama en önce insan, daima insan!
* * *
Siyaset ve ticaret önemli olana itibar eder, ilim ve irfan ise değerli olana.
* * *
Bir gazetenin tirajı, bir programın raytingi, bir ürünün satış oranı, bir partinin aldığı oy miktarı sadece nicelik bildirir, nitelik değil.
* * *
Siyasette esas olan iknadır, hukukta isbat, felsefede hakikat. İkna (politik gürültü) genellikle isbatı da, hakikati de geçersiz kılar.
* * *
Siyaset korkuların dozunu artırma sanatıdır, çünkü halk ya başına gelecek olanın gelmesinden korkar ya eline geçecek olanın geçmemesinden.
* * *
- İnsan konuştukça batar mı?
- Elbette, miting kürsüleri yukarılara kuruldukça insan konuşsa da batar, sussa da.
* * *
Halk siyasette tutarlılık aramaz, çünkü sadece karşıt olanı görebilir, çelişik olanı değil.
* * *
İnsan önce uyum sağlar, sonra bu hâl alışkanlığa dönüşür, sonra bağımlılığa, sonra esarete, derken insan kendi zindanında ölümü bekler: özgürlüğü.
* * *
Şarkta tarih daima bir olağanüstü hal (acil durum) tarihidir, iktidarların nezaket ve letafetten mahrum oluşunun asıl nedeni budur.
* * *
Yenilgiler ve yoksunluklar toplumlarda önce mağduriyet, sonra hınç duygusu uyandırır; bizde hamaset ve siyasetin temeli işte bu hınç duygusudur.
* * *
Siyasette istişare etmek aynada sadece kendini seyretmek, dağın zirvesinde sadece kendi sesinin yankısını duymak değildir. Önce tevazu.
* * *
İnsanın tapınma ihtiyacını kişisel otoriteler aracılığıyla karşılaması ve hep bir baba (lider) araması ne acınası bir yazgıdır.
* * *
Doğu'da üç varlık şerik (ortak) kabul etmez:
1. Tanrı
2. Lider
3. Koca
* * *
Güçlü kişilikler (lider, reis, şef, şeyh, hoca, koca) çevrelerinde farklı bir iradenin, yani haysiyetin varlığına tahammül edemez ezer; zayıf kişilikler ise ancak üstlerini memnun ederlerse güvende olacaklarını vehmederler, böylece emniyete kavuşurken haysiyetten olurlar.
* * *
Lidere tapınma zavallılığı -putperestliği de karakterize eden- soyutlama yeteneksizliğinin göstergesidir. Tek becerileri kula kul olmak!
* * *
Batıda lider yok, zira lider kurtarılmaya düşkün toplumların ürünü. Bizde sadece iki lider var, zira kurtarılmayı bekleyen iki toplum var.
* * *
Devleti insanîleştirmek varken hâlâ tanrılaştırmaya çalışmak kadim putperestliğin tezahürü, boyun eğme-eğdirme alışkanlığı, bir zavallılık.
* * *
Gerekçesi ne olursa olsun güçsüze karşı güçlünün sazını çalmak namussuz sayılmak için yeterlidir.
* * *
- Göbeğini kaşıyanlar, bidon kafalılar, çapulcular, ırgatlar...
- Kim bunlar?
- Ötekiler
- Ötekiler kim?
- Biz
- Siz kimsiniz?
- Halk
* * *
Ömrüm “memleket yıkılıyor” teranesini dinlemekle geçti, memleket filan yıkılmadı ama nedense yıkılan hep memleketin çocukları oldu.
* * *
Daima başkalarınca onaylanma (uyum) isteği ahmaklık, aşırı yadsınma (çatışma) isteği ise hastalık belirtisidir.
* * *
Kalabalıkların yaptığını yapmak istemiyorsan, kalabalıkların yap(a)madığını yap, hiç değilse biraz kendine vakit ayır, oku ve düşün!
* * *
Yığın psikolojisi aldatıcıdır, gevezelikten uzak durup kendini yetiştirmeye bak!
* * *
Her şeyin en iyisini yaptığına inanan siyasetçilerden de, her şeyin en doğrusunu bildiğini sanan entelektüllerden de uzak dur!
* * *


Gerekirse dünyadan vazgeç, ama asla kendinden vazgeçme!


*Ot Dergisi, Yediuyuyanların Dilinden (I), Eylül 2015

Takip et: @ducane


YEDİUYUYANLARIN DİLİNDEN (II)

$
0
0
Ekim 2015


 



Sahipleneni az diye hakikate hürmet etmekten vaz mı geçeceğiz?
* * *
- Biz hakikati nasıl görelim, üzerinde örtü var?
- Düşünmek demek karanlıkta görmek demek, örtü hakikatin üzerinde değil, gözlerinde.
* * *
Hiç tereddüt etme, Cenab-ı Hak sadece fillerin, kurtların, çakalların değil, karıncaların, arıların, kuşların da rabbidir
* * *
Öğrenilmiş hakikatlerin hakikat olup olmadığından kuşku duymaktır irfan.
* * *
Kuşkulanmak kuş gibi ürkek olmak demek. Ürkeklik düşünmenin haysiyeti, hakikatin kefareti, ilim-irfanınsa en has alameti.
* * *
Dikenlerden, ısırganlardan şikayeti bırak da yürü, ne istediğini bilen adamın önünden tüm âlem çekilir.
* * *
İnsanlar ancak büyük korkular aracılığıyla eşitlenirler, demek ki sürüye katılmak istemiyorsan korkmayacaksın!
* * *
Kurt sürüden ayrılanı kapar, ayrı olanı değil.
* * *
İnsanlardan beklentiyi azaltmak demek dertleri azaltmak demektir. Beklenti demek dert demektir çünkü.
* * *
Seni senden uzaklaştıran ne varsa ondan uzaklaş!
* * *
Çevresindekiler azaldıkça değil, kalabalıklaştıkça yalnızlaşır insan.
* * *
Putlarını terket, çünkü hepsi bir gün seni terkedecekler. Sen seni terketmeyecek olanı ara, ama öfke içinde değil, şefkatle.
* * *
Hakikatle yüzleşmedikçe geç kaldığını anlayamazsın.
* * *
Farkında mısın, zaman geçiyor, sen geçiyorsun, hakikat geçiyor.
* * *
Pişman olabileceği denli eylemlerinin sonuçlarıyla karşılaşma olanağı bulamayan kişinin irfanı olmaz, çünkü irfan yıkımın idrakiyle oluşur.
* * *
Olan olmalıydı. (Pişmanlığı bırak!)
Olacak olan olur. (Kuruntu yapma!)
O halde olan olur. (Telaş etme!)
* * *
Kimse kimseyi inanmadığına inandıramaz.
* * *
İnsan yaşarken değil, yaşadıklarını yorumlarken akla ihtiyaç duyar.
* * *
Yaşamın gizemi yalın oluşundadır; bu yalınlığı din kutsar, bilim sınırlar, sanat betimler, felsefe yorumlar.
* * *
Yarım kalmışlık yaşamın özüdür, telafi edilemez.
* * *
Üzülme, âlem senin kusur ve eksikliklerinle tamamlanıyor.
* * *
Aşk namus ister, haysiyet ister, ama unutma ey talib, aşk her şeyden evvel Leyla’ya evet değil, hayır demiş olmayı ister.
* * *
Sahip olmadığın şeyi terkedemezsin!
* * *
Kendisine bir neden, bir anlam icad etmedikçe, insan, varoluşun ödül mü, ceza mı olduğu sorusuna yanıt veremez.
* * *
Aptalsa insan yaşama daha kolay anlam verir.
* * *
Anlamak kendini ötekinin yerine koyman demek. Ne ki o yer ötekinde değil sende, gönlünde. Anlamak işte o yeri kendi gönlünde bulman demek.
* * *
Anlamak için önce durmalısın!
Episteme (yun.)
Understanding (ing.)
Verstehen (alm.)
Vakafe (ar.) gibi anlama'nın kökü hep durmak'tır.
* * *
Durmazsan ne huzur bulabilirsin, ne sükûn!
huzur ve sükûn sözcüklerinin kök-anlamı ‘durmak’tır:
Hazır ol (Dur!)
Sakin ol (Dur!)
* * *
İrfanın özüdür tevbe. Eksiklerini, yetersizliklerini, günahlarını kibirle örtmeye alışmış zekâlar nezdinde suçlu hep başkalarıdır.
* * *
Aklını özgürlüğe kavuşturmadıkça kula kulluktan kurtulamazsın!
* * *
Çekişmenin aksine rıza ve teslimiyette tuhaf bir kudret vardır, sırf karşı koymadığı için ateş İbrahimi yakmaz, bıçak İsmaili kesmez.
* * *
Adam olmanın sermayesi hüzündür.
* * *
Şımardıysan, artık başka bir düşmana ihtiyacın kalmamış demektir.
* * *
- Kibir ve şımarıklığın şifası kaybetmektir.
- Neyi?
- İnsanı ne şımartmışsa, onu: para, güzellik, şöhret, itibar, oy, vs.
* * *
Aklı olmayanın vicdanı olmaz.
* * *
Yaşamda öyle suçlar vardır ki kendileri zaten birer cezadır.
* * *
Tevbe etmek demek ayağa kalkmak demek, her düşüşünde yeniden ayağa kalkmak.
* * *
Küstahlık hakedilmemiş bir özgüvenin dışavurumudur.
* * *
Kendini meşgul edemeyeni başkaları işgal eder.
* * *
Bizi insan yapan hüzündür, çünkü sadece hüzünle en saklı yanımız ortaya çıkar: insan yanımız.
* * *
İnsanın yazgısı böyle, kendisiyle hep karanlıkta karşılaşır.
* * *
Dünyayı karşıma alamam, daima içindeyim.
İnsanı da karşıma alamam, daima içimde.


Karşıma aldığım bir tek “sen”sin, sensizim çünkü.



*Ot Dergisi, Yediuyuyanların Dilinden (II), Ekim 2015



ŞİMDİ

$
0
0
Kasım 2015


 



Şımarma, akşamı olan bir günsün sen!
* * *
Bağışlamak unutmaktır, unutmaksa vazgeçmek, suçtan ve suçludan: geçmişten. Lâkin vazgeçmek mangal gibi değil, su gibi yürek ister.
* * *
Başkalarını suçladıkça aynanın senden uzaklaştığını farketmiyor musun?
* * *
Dünyayı bir tek kendinden ibaret zanneden, sözcüklerin de bir tek anlamı olduğunu zanneder.
* * *
İnsan inanabileceği gerçek-dışılıkları inanamayacağı gerçeklere yeğler.
* * *
Zayıf zekaların bir konu üzerinde yeniden düşünebilme becerisi yoktur, bu nedenle dogmatik olmaları kaçınılmazdır.
* * *
Geçmişi yüceltmek, şimdi'nin hakkını veremeyenin tesellisi.
* * *
Hakikat hep mahcub’dur, hep perdeli. Nezaket ve zarafetten mahrum olanların hakikatten de mahrum olmaları kaçınılmazdır bu yüzden.
* * *
Çekiç olmayagörsün insanoğlu, tüm dünyayı çivilerden ibaret görür.
* * *
Ne günlere geldik, zavallı millet rahmetten, şefkatten, nezaketten, zarafetten iğrenir olmuş. Zamane dindarlığı kinden besleniyor sanki.
* * *
Kendini bağışlama alışkanlığından kurtul!
* * *
Daha iyi bir yarını düşlemeksizin kimse bugünü yıkmayı göze alamaz.
* * *
Tecrübe etmediğin hakikatleri savunmanı anlayabilirim, anlayamadığım, idrak bile etmediğin sözde günahların düşmanı olman!
* * *
Özgürlük hep efendilerden çok köleleri tedirgin etmiştir.
* * *
Devlet:Düşünme, vergini öde!
Ordu:Düşünme, eğitimini yap!
Din:Düşünme, inan! [Kant]
Ahlak:Düşünme, uygula!
Siyaset:Düşünme, destekle!
Felsefe:Önce düşün, sonra yap!
* * *
Doğa toprağın üzerinde nazlı nazlı gözlerini açarken, insan inadına betonun içinde uyumaya devam ediyor.
* * *
Türkiye elbette değişecek, kalkınacak, güçlenecek ama kültür ve vicdanın aldığı telafi edilemez hasarlar da hafızalarda hep saklı kalacak.
* * *
Hak gelecek nesillere sabır ihsan eylesin, korkarım ki bu gidişle tek işleri memleketi asfalt-beton görgüsüzlüğünden arındırmak olacak.
* * *
Yoksunu bulunduğumuz irfan, talibine ne kazandırır?
Önce letafet.
Sonra nezaket.
En son zarafet.
* * *
Kendisine hürmet etmedikçe bir nesnedeki ‘güzelliği’ göremezsin.
* * *
Bir şeyi güzel bulmak başka, güzeli bulmak daha başka! İlkinde yanılabilirsin ama ikincisinde asla!
* * *
Bil ki nezaket başkasını rahatsız etmemek değil, asıl başkası için rahatsızlık duymaktır.
* * *
İnsanlık sözcüğü iki anlama gelir:
a. insanın özü
b. nezaket
Bilmeli ki ikincisi yoksa, ilki de yok demektir.
* * *
İçtenlik ile nezaket birleşmedikçe zarafet, yetenek ile çaba birleşmedikçe marifetmeydana gelmez.
* * *
Ülkemizde her şey genişliyor ve büyüyor: bilgi, inanç, güç, servet, yollar, binalar, kalabalıklar. Ne tuhaf, küçülen bir tek insan!
* * *
Aldanış, insanın en büyük ihtiyacı.
* * *
Kapitalizm seni betona gömüyor ey talib farkında bile değilsin, hem de bu sefer sarığıyla, cübbesiyle, seccadesiyle.
* * *
Tercihini yap:
Şöhret: halkın sana verdiği değer
İtibar: seçkinlerin sana verdiği değer
Haysiyet: senin sana verdiğin değer
* * *
Ters düşme hakkını kullanmaktan çekinme:
İktidara karşı.
Halka karşı.
Kendine karşı.
* * *
Değerli bir şeyini kaybetmedikçe asla irfan sahibi olamazsın!
* * *
Kalabalıkların ortasında ısrarla kendi kendine konuşmaya çabalamanın adıdır irfan.
* * *
İnsan bazen sırf kendisi olmaktan bile yorulur.
* * *
Yalnızlık bazen şifadır.
* * *
İdrakine varılmamış bir yalnızlık hakkında konuşabilirsin ama yalnızlığının idrakine varırsan sükût etmekten başka çaren kalmaz.
* * *
Tek başına olaydım bir çaresini bulurdum hüznün, ne ki yalnızım.
* * *
Yorgunluk yalnızlığını idrak etmesine izin vermez insanın, yanısıra bir de gül çayı, kaparsan gözlerini, elveda bile diyemezsin.
* * *
Bu işler böyle gelmiş böyle gitmez, masalına inanabilmeyi ne çok isterdim.
* * *
En güzelin en çirkine dönüşebildiğini görebilecek kadar uzun yaşamakmış yazgım.
* * *


Tanrı’ya inanan adam olmak kolay, asıl zorluk, Tanrı’nın inanacağı adam olmakta.



*Ot Dergisi, Şimdi, Kasım 2015



ŞİDDET

$
0
0
Aralık 2015






Gözlerini kapamazsan göremezsin!
* * *
Yaşamı bir araç olarak değil, bizatihi amaç olarak kavramak, hikmet ve irfan’ın özümsenmesi en güç mertebesidir.
* * *
Yaşamın iki amacı vardır:
a. yaşamak (yaşamda kalmak)
b. iyi yaşamak (yaşamın hakkını vermek)
Şehir kültürü ikinci aşamada ortaya çıkar.
* * *
Köylü doğa’ya (zorunlu’ya) karşı savaşır, şehirli ise insan’a (olanaklı’ya) karşı. Zekayı incelten insanın benzeriyle savaşmasıdır: kendisiyle.
* * *
An insanın kaybedeceği tek şey, çünkü hakkını vermesi koşuluyla sahip olduğu tek şey.
* * *
İnsan bilinçsel varoluşunu unutma (ihmal) yetisine borçludur: nesne ve olguları dilde, dili ise düşüncede unutur. Unuttuğu daima yaşamdır.
* * *
İrfan itirafla başlar; eksiklik, yetersizlik ve günahlarını boş büyüklenmelerle telafi etmeye alışmış zekalar için suçlu hep başkalarıdır.
* * *
Erdem bir değere sahip çıkmak değil, o değere sahip olmaktır.
* * *
Gerçekte erdemli devlet, erdemli toplum olmaz, erdemli kişi olur: insan erdemli olur, bir erdem ki hayvanı insana dönüştürdüğünde erdem ola.
* * *
Yaşama başkalarınca ve önceden verilmiş bir anlamı üstlenmek zor değil, zor olan ona kendince ve yeniden anlam verebilmek.
* * *
İnsan yaptıklarıyla değil, asıl yapmadıklarıyla, yapamadıklarıyla insandır.
* * *
İnsanın trajedisi nereden gelip nereye gittiğini bilememekten değil, kabullenememekten kaynaklanır.
* * *
Kendini nerede kaybettiysen yine orada bulabilirsin, aklında veya kalbinde, ancak orada!
* * *
Bazı şeyler öğretilemez, ama eğer istenirse öğrenilebilir.
* * *
Vaktini ziyan etme, hakikat belki öğrenilebilir, ama asla öğretilemez.
* * *
Bilgisizlik bilmişlikten yeğdir, çünkü ilkinin çaresi vardır, ikincisinin yoktur.
* * *
yalanın adı:
felsefede: safsata
edebiyatta: mecaz
siyasette: propaganda
ticarette: reklam
gazetecilikte: haber
gençlikte: aşk
* * *
Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var, yaşam karşısında bize mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere.
* * *
Sürahi eğilir, bardak değil; derin olan, dolu olan, usta olan boyun büker, çırak değil.
* * *
İhanete uğraman seni hain yapmamalı, zulme maruz kalman seni zalim kılmamalı, hiçbir haklı gerekçe hakikate bağlılığını zayıflatmamalı.
* * *
Sanılanın aksine, insanlar birbirlerini pek anlamazlar, bu alemde öğrenilemez diller vardır çünkü.
* * *
Değişmez yasadır, sloganlar ve klişeler güçlendikçe zekâ geriler.
* * *
Küstahlık hakedilmemiş bir özgüvenin dışavurumudur.
* * *
Hırs ve ihtiras güçlendikçe zaman ve mekana mutlaklık atfetmek kolaylaştığı için o mertebede her zavallı kendini tanrıgibi hisseder.
* * *
İnancı zayıfladıkça müminin hoşgörüsü azalır, horgörüsü artar.
* * *
Sakın olduğun gibi görünme, göründüğün gibi de olma, yoksa incitirler seni!
* * *
Şükretmenin hakkını verirsen, bu âlemde kimseye eyvallahın olmaz!
* * *
Uzlaşmaz karşıtlıklara düşkünlük zekanın zayıflığındandır.
* * *
Düşünmenin eşlik etmediği her inanç şiddet yüklüdür.
* * *
Şiddet incitir, incinmişlik kırılganlığa, kırılganlık öfkeye, öfke şiddete yol açar ama yine de şiddetin gerekçesi şiddeti aklamaz.
* * *
İnsan için, hep haklı olduğuna inanmak kadar büyük zavallılık düşünülemez.
* * *
Şiddetin zekası vardır, aklı ve vicdanı yoktur, o yüzden irfanı da yoktur. Savaş için belki zeka, ama barış için akıl gerekir.
* * *
Ülkemizde siyasal özeleştiri tevbesi olmayan bir günahtır.
* * *
Savaştan korkmayıp kitap okumaktan, film seyretmekten, düşünmekten korkmak için geçerli tek neden: ufuksuzluk.
* * *
Hep bir olağanüstü hal içinde, daima bir acil durum düzeyinde, sürekli bir varlık-yokluk kavgasının ortasında nasıl düşünebilir insan?
* * *
Yalnızlığa hazır değilse, bu gök gürültüsüne, bu yağmura, bu doluya, bu fırtınaya, bu karanlığa nasıl dayanır insan?
* * *
Düşte dua eder gibiyim, uyanmaksa ölümden beter.
* * *
Vicdanı insana ne düşünmesi gerektiğini söylemez, ne yapması gerektiğini söyler.
* * *
İrfan, kişinin kendi yolunda yürüyebilme becerisidir.
* * *
Mahzun olma, Cenab-ı Hak sadece fillerin, kurtların, çakalların değil, karıncaların, arıların, kuşların da rabbidir.
* * *

Yürümeye devam et, yol insanı terbiye eder.


*Ot Dergisi, Şiddet, Aralık 2015



Peyami Safa ve Hitler

$
0
0
26 Haziran 2004


  


Adolf Hitler'in siyasî bir lider olarak Türkiye'de nasıl algılandığı, hatta bu ismin yakın tarihimizde siyaset ve fikir adamlarını hangi düzeylerde etkilediği veya etkilemiş olabileceği sorusu, sanırım, hâlâ cevabı aranması gereken sualler arasında yer alır. Nitekim Niyazi Berkes, hatıralarında “Naziliğin Türkiye'de etkinliğini artıran bir neden de Hitler gibi bir şefi olmasıydı” der ve ekler:

— “Hitler kükreyen bir arslandı; nutuk attığı zaman yalnız Alman halkı değil, bütün dünya korku içinde dinlerdi. Hitler gibi bir adamın oniki yıllık bir uğraşmadan sonra, Almanya gibi bir ülkenin cumhurbaşkanı olan mareşalinden ordusuna, parlamentosuna ve halkının büyük çoğunluğuna kendini benimsetmesi bir ‘mucize’ gücü taşımaktaydı. Bu demokratik yollarla iktidarı elde etme geleneği bulunmayan ülkelerdeki iktidar özlemi çeken kişilere çok çekici gelen bir yoldur.” (“Unutulan Yıllar”, s. 162, İstanbul, 1997)

Hitler'in nutuklarının, diktatörlük özlemi çeken kesimleri etkilediğini düşünen Berkes, onun nutuklarından etkilenenler arasında —Nadir Nadi'nin hatıralarına istinaden— Peyami Safa'yı da zikreder.

— “Onun açıklıktan uzak, kuşku ya da korku verici sarsak söylevlerini dinleyen bir ülke için Hitler bir harikaydı. Özellikle Peyami Safa gibi histerik kişiler ya da onun tersi olan palavracı tipler, onun nutuklarını dinledikleri zaman kendilerinden geçerlerdi.”

O halde Nadir Nadi'nin hatıratına başvuralım ve meselenin tafsilâtını kendisinden öğrenelim:

— “19 Eylül'de Hitler ilk defa olarak Danzig'i ziyaret etti. Bir ay önce sarıldığı gamalı haç kefenleri arkasında bir tek yapısının ne rengini, ne de biçimini göremediğim şehri o günkü haliyle zihnimde canlandırabiliyordum. Führer'in söyleyeceği büyük nutku bütün Alman istasyonları verecekti. Biz arkadaşlar matbaada toplanmış, Danzig'de yapılan muazzam töreni radyodan izliyorduk. Mızıkalar, marşlar, coşkun bağırışmalar arasında Hitler söze âğaz eyledi. Elektrikli destere ile kereste biçer gibi sinir bozucu, histerik bir sesi vardı. (...) Bununla beraber rahat konuşuyor, çabuk konuşuyor, uzun ve durmaksızın konuşuyordu.”

Nadir Nadi bu diktatörün “sinir bozucu sesine” daha fazla tahammül edemeyip oradan ayrılırken, kendinden geçmiş bir halde Hitler'in “histerik sesi”ni dinleyen Peyami Safa'yı farkediverir. Anlattıkları hakikaten ilginçtir.

— “Sıkıldığım için radyo başından ayrıldım. Odama gitmek üzere kapıyı açarken, tek kelime Almanca bilmeyen Peyami'yi bir köşede büzülmüş, heyecandan yüzü sapsarı, kendini kaybetmişcesine, parazitlerin daha da bozduğu o histerik sesi dinler gördüm. Biraz sonra arkadaşlar onu ispazmoza tutulmuş bir halde, bütün kasları gerilmiş olarak yarı baygın odama getirecekler ve telefonla acele bir sinir doktoru çağıracaklardı. Bir kelimesini anlamadığı Danzig nutku ile Peyami mest olmuştu. Çağımızın en büyük devrimlerinden birinin başarıldığına inanıyordu. (“Perde Aralığından”, s. 39-40, İstanbul, 2. bas. tsz.)

Niyazi Berkes'e göre Peyami Safa, kendisi de histerik bir kişiliğe sahip olduğu için yine histerik bir şahsiyet olan Hitler'in ve onun histerik nutuklarının etkisinde kalıyordu. Fakat biz biliyoruz ki Hitler'in kişiliğine yönelik ilgi, Peyami Safa ile sınırlı değildi ve Berkes'in tabiriyle hepsi de ‘palavracı’ sayılamazlardı.

Hitler'in bir zamanlar memleketimizde gördüğü alâkanın daha güçlü nedenleri olmalı değil mi? Meselâ Hitler'in kendileriyle savaştığı güçlü ülkeleri hatırlayalım: İngiltere, Fransa, Rusya. (ABD unsuru ise bir bahs-i diğer.) Almanya, I. Cihan Harbi'nde Osmanlı'nın müttefiki idi ve bu üç ülkeye karşı birlikte savaşmışlardı. Hitler Almanyası Lozan'ı delip bu ülkeleri hizaya getirdiği sıralarda, Lozan'ın bir diğer mağduru olan Türkiye'de Hitler'e ilgi gösterilmesinin psikolojik bir anlamı, hatta bir avuntunun, bir teselli bulma hissinin hiç etkisi yok mudur? Eh bir de unutmayalım ki Hitler iyi-kötü bir askerdi; askerî bir liderdi; üstelik ‘muktedir’di; hiç değilse iktidara yürüyüşü sırasında öyle görünüyordu. Bizde Napolyon'a yönelik ilgiyle Hitler'e yönelik ilginin kesiştiği nokta tam da burasıdır. Her ikisi de —en azından başlarda— gayet güçlü, becerikli ve tarihen bizim rakibimiz de olan ülkeleri dize getiren birer askerî lider idiler. Asker bir milletin (!) askerî liderlere —en hafif tabiriyle— ilgisini açıklamakta niçin zorlanalım o halde?

Sanırım, siyasî ve askerî nitelikli kimselerin Napolyan'a veya Hitler'e ilgisini açıklamakta zorluk çekilmiyor, bilakis ciddi fikir adamlarının nasıl olup da böylesine güçten ve güçlüden yana eğilim gösterdiklerini kavramak bir sorun haline geliyor. Sadece bizim tarihimizde değil, bütün insanlık tarihinde de ciddi düşünürlerin çoğu güçlü siyasî liderlere ihtiyaç hissetmişler ve imkân bulur bulmaz da siyasî gücü, iktidarı desteklemekten geri durmamışlardır.

Platon'un Syrakusa macerasını hatırlamayanımız var mı?

Bu vesileyle Mark Lilla'nın “Felsefe'yi Siyasete Alet Edenler” üstbaşlığıyla Gelenek Yayınları'ndan çıkan “İlkesiz Deha” (İstanbul, 2004) adlı incelemesini dikkat çekelim. Çünkü Lilla, bu eserinde birçok çağdaş düşünürün, düşüncenin siyaset ve iktidarla olan irtibatı noktasında sergiledikleri tutumu analiz ediyor. Lilla'nın analizlerini naif bulmakla birlikte, biz kendi tarihimizden örnekler vermeye devam edeceğiz ve bakışımızı bir başka fikir adamının, Nurettin Topçu'nun Hitler'e olan ilgisine çevireceğiz.

Yarını beklemeye değer!



Nurettin Topçu ve Hitler

$
0
0
27 Haziran 2004





İsmail Kara'nın Dergâh dergisinin önümüzdeki sayısı için kaleme almış olduğu “Bir Kâseden Bin Neşve Peydâ” adlı yazısı, bize, hatıralarla örülmüş bir Nurettin Topçu tasviri sunuyor. Bu önemli fikir ve ahlâk adamının eserlerini okuyan, fikirlerini takib eden kimselerin, İsmail Kara'nın yazısında Nurettin Topçu'ya dair birbirinden ilginç anektodlar ve ayrıntılı gözlem kayıtları bulacaklarından kuşku duymuyorum.

Ben burada ister istemez mezkur yazının en netameli kısmını, yani merhum Nurettin Topçu'nun Hitler'e olan ilgisini resmeden satırları öne çıkaracağım. Buyurunuz, birlikte okuyalım.

— “Uzunlamasına küçük bir oda. Camekân kısmında büyükçe ve güzel bir Akif fotoğrafının yer aldığı alttan çekmeceli bir büfe, pencerenin karşı duvarında alt kısmı çift kapaklı ahşap mütevazi bir kütüphane (bakınca ilk farkettiğim kitap İzmirli İsmail Hakkı'nın eski harflerle basılmış iki ciltlik Kur’an meâli), ciltsiz kitapların çoğu kırmızıya çalan kağıtlarla kaplı, bu duvarda Hüseyin Avni Ulaş'ın, pencere tarafındaki duvarda Hitler'in fotoğrafı asılı. Hitlerin fotoğrafı bildik asker kıyafetli, gamalı haçlı fotoğraflardan değil; yandan çekilmiş, nisbeten gençlik yıllarına ait, yakası açık, soluk yüzlü bir fotoğraf. Evet, birbirlerine bakan, Nurettin Bey'in ise hepsine baktığı üç fotoğraf: Akif, Hüseyin Avni, Hitler.”

Merhum Nurettin Topçu, başına bir gaile açması ihtimali olduğu zamanlarda bile Hitler'in resmini, bulunduğu o yerden aslâ kaldırmaz.

— “60 İhtilali'nin akabinde Nurettin Topçu'ya yakın olan birkaç kişi, duvardaki Hitler fotoğrafını indirmesi için hususi ve samimi ziyaretlerde bulundular; duyumlarını ve tedirginliklerini aktardılar: Askerler arasında konuşuluyormuş, hatta sadece bu fotoğraf gerekçe gösterilerek evi aranacak, kendisi de tutuklanacakmış... Nurettin Bey bunları dinledi, menfi veya müsbet bir karşılık vermedi, bazılarını tebessümle karşıladı, fakat fotoğraf diğerleriyle birlikte hep yerinde kaldı.”

Topçu'nun bu resmi, oturma odasına, hem de Akif ile Hüseyin Avni merhumların resimlerinin yanısıra asmış olması, tanıyanları nezdinde de hep merak konusu olmuş.

— “Oturma odasındaki üç fotoğraftan biri hep merak ve tartışma konusu olmuştur. Soru hep aynıdır: Hitler'in orada ne işi vardı ve hoca bu adamın nesine hayrandı? Yahudilere karşı yürüttüğü mücadele mi, milliyetçiliği mi, yoksa kuvvetli iradesi ve azmi mi onu oturma odasındaki üç fotoğraftan biri yapmıştı?

Bu sorunun cevabı tam olarak bilinmiyor. Kendisine soranlara da espriler dışında tam bir cevap vermemiş; en azından benim dinlediklerim öyle.”

Anlatılanlardan anladığımıza göre, eldeki tanıklıklar, merhum Topçu'nun Adolf Hitler'e hangi sebeple ilgi duyduğunu ve niçin resmini oturma odasının duvarına astığını açıklamakta yetersiz kalıyor. Bu bakımdan İsmail Kara'nın kendisi bazı yorumlar yapıyor:

— “Hafızam beni yanıltmıyorsa yazılarında Hitler hiç geçmiyor, ne müsbet, ne de menfi olarak. Buna karşılık Mehmed Akif ve Hüseyin Avni hakkında kitap hacminde yazılar yazdı, onları bir fikir ve mücadele adamı, bir millet mistiği olarak tebcil etti. Bana kalırsa, Hitler'in Alman idealist ruhuyla meczolmuş iradesine, hareket adamlığına ve mücadele azmine hayranlık besliyor olmalıydı. Nurettin Bey'de dinî, siyasî ve ahlâkî vecheleri olan derin/felsefî bir yahudi düşmanlığı, bunun paralelinde kuvvetli bir kapitalizm ve masonluk karşıtlığı da vardı; dönemsel unsurlar yanında belki bunlar da hayranlığı besliyordu.”

Burada iki temel sebebe işaret ediliyor: Birincisi, Hitler'in ‘irade’, ‘hareket adamı’, ‘mücadele azmi’ gibi sözcüklerde ifadesini bulan “güçlü lider” imajı; ikincisi bu imajın “derin bir yahudilik ve masonluk karşıtlığı” ile birleşmesi. Her ne kadar farklı düzeylerde tanımlıyor olsalar da “milliyetçilik” de burada bir irtibat noktası olarak zikredilmelidir.

Nurettin Topçu'nun Adolf Hitler'e olan ilgisinin sadece bu resim aracılığıyla belirginleşmesine mukabil, yazılarında Hitler adının hiç geçmemesi çok ilginç! Ancak Topçu merhumun çıkardığı derginin adı, “Hareket”tir ve ‘hareket” (Die Bewegung) sözcüğü Nazi jargonunun anahtar terimlerinden biridir. Unutmamalı ki Heidegger'in, bir dersinde sırf bu sözcüğü kullanmış olması bile Naziliğinin derinliğine delil arayanlar için yeterli görülmüştü. Tabii bir de “Milliyetçi Hareket” tamlaması var ki bu da tartışmalı bir mesele.

Acaba Nurettin Topçu'nun “Hareket”i, Almanca'daki “die Bewegung” terimine değil de Fransızca'dan geçen ‘Aksiyon’a karşılık geliyor olabilir mi? (Hatırlanacak olursa Ziyaeddin Fındıkoğlu bu sözcüğü ‘iş’ diye çevirmiş ve bir de ‘İş Mecmuası” neşretmişti.)

Düşünce hareketlerinin siyasî hareketlere dönüşmesi veya her düşünme çabasının bir noktada ister istemez siyasî amaçlarla kesişmesi ya da düşünme'nin insan hayatında kendine karşılık bulabilmek maksadıyla siyasete el vermesi kaçınılmaz bir durum gibi. Nitekim “Bilge-Hükümdar” tamlamasındaki ‘bilgelik’ ile ‘hükümdarlık’ pek bir kişide bir araya gelmez ve fakat ‘bilge’ ile ‘hükümdar’ ayrı olsalar da hep birbirlerine elvermek ihtiyacı hissederler.

Kısacası, bilgi'nin gücü bilgin'i güçlendirmekle kalmıyor, bilgin ayrıca siyasetin gücüne, siyaset de bilgi'nin ve dolayısıyla bilgin'in gücüne ihtiyaç duyuyor. Sizin anlayacağınız, güç, gücü çekiyor.



ALDANIŞ

$
0
0
Ocak 2016





Kayboldum diye üzülme sakın, seni arayan biri vardır.
* * *
İnsan tanrının sesini yalnızken duyar: kimsesizken.
* * *
İdrakine varılmamış bir yalnızlık hakkında konuşabilirsin ama yalnızlığının idrakine varırsan sükût etmekten başka çaren kalmaz.
* * *
Bizi insan yapan hüzündür, çünkü sadece hüzünle en saklı yanımız ortaya çıkar: insan yanımız.
* * *
Çevresindekiler azaldıkça değil, kalabalıklaştıkça yalnızlaşır insan.
* * *
Yenme ve yenilme edimleri birer vehimdir, zihnin dışında hiçbir hakikatleri yoktur.
* * *
İnsanı iki şey kaygılandırır: nedenini bil(e)medikleri veya nedenini bilse bile üstesinden gelemedikleri.
* * *
İnsanlar bencil olmaktan değil, bencil görünmekten utanırlar.
* * *
İnsan sadece ihtiyaç duyduğunu özler.
* * *
Kendini unutma, sen varsan âlem var, yoksan yok!
* * *
Bazıları yaşamı bir alacaklı gibi severler, bazıları bir borçlu gibi.
* * *
Düşünme sahicilik kazandığında, ilk iş olarak, varolandan şikayet etmeyi bırakır.
* * *
Hayalkırıklığı aymazlık belirtisidir, çünkü kavrayış eksikliğinin sonucudur.
* * *
Dervişe, Allah’la aran nasıl, diye sormuşlar, nasıl olsun, hep onun dediği oluyor, demiş.
* * *
Geçmişi yüceltmek, şimdi’nin hakkını veremeyenin tesellisi.
* * *
Kurt sürüden ayrılanı kapar, ayrı olanı değil.
* * *
Derdine çare olmayı düşünmeksizin bir dosta nasılsın diye sorulmaz.
* * *
Kınamamalı, insan bazen kendinden usanır.
* * *
Bir ıstıraptır yaşamak, yaşayan bilir; ne ki bir umuttur da yaşamak, insan olan bilir.
* * *
Yaşamın cilvelerindendir, istek varken imkân olmaz, imkân varken istek olmaz
* * *
Dervişe, buyurun bize gelin, dediklerinde, durun hele, önce bir kendime geleyim, demiş.
* * *
Sevgi ile aşk, tıpkı bağlılıkile bağımlılık gibidir, ilkini kaybedince bir parçanı, ikincisini kaybedince kendini kaybetmiş gibi olursun.
* * *
Evlilik akitle, aşk ahitle geçerlilik kazanır. Akit tanık, rıza, onay ister, ahit istemez, ahde vefa edecek bir yürek olsa kafidir.
* * *
Kırılmak istemiyorsan kimseye ‘ayna’ olma!
* * *
İmrenmek: onun var benim de olsun
Kıskançlık: benim var onun olmasın
Çekememezlik: benim yok onun da olmasın
Cömertlik: benim var onun da olsun
* * *
Kirlendiğini hissetmedikçe masumiyet nedir bilemezsin.
* * *
Aldanış, insanın en büyük ihtiyacı.
* * *
İnsanın nankörlüğe eğilimi zayıflığından kaynaklanır, çünkü minnetin yükü ağırdır.
* * *
Sırat köprüsünden jeeple geçilmez.
* * *
Unutma hakkını kullanamasaydı insanın çıldırmaktan başka seçeneği olmazdı.
* * *
Bağışlamak unutmaktır, unutmaksa vazgeçmek. suçtan ve suçludan: geçmişten. Lâkin vazgeçmek mangal gibi değil, su gibi yürek ister.
* * *
Sürahi eğilir bardak değil, derin olan dolu olan usta olan boyun büker, çırak değil.
* * *
İnsanın güç gösterilerinin ardındaki neden kudret taşkınlığından çok iktidarsızlıktır.
* * *
Bizim sadece hatırlamaya değil, unutmaya da ihtiyacımız var.
* * *
Çevrenin farkına varmak ancak kendini unutmakla olanaklı. Kendini bir hatırlamayagör ey talib, herşeyi unutursun!
* * *
Sen’i bilmeyen cahil, bilen âlim
Ben’i bilmeyen gafil, bilen ârif
İkisini de bilmeyen nâdan, bilen zarif
* * *
Bir şiir bir mısraı için okunur; yüzlerce kötü örneğini denemeksizin iyi bir insanı, iyi bir kitabı, iyi bir filmi bulmanın imkanı yoktur.
* * *
Yaşamı boyunca herkes ‘birini’ bulur, ama ‘birbirini’ bulmak çok az insana nasip olur.
* * *
- Kişi sevdiğinden ne zaman ayrılır?
- Onu sevme nedenini ondan daha çok sevdiği zaman.
* * *
İki sevgili arasında hatırlanmaya değer tek gün: ilk tanıştıkları gün.
* * *
Az-çok sevebilirsin, az-çok beğenebilirsin, az-çok hoşlanabilirsin ve fakat aslâ az-çok âşık olamazsın.
* * *
 “Şimdi” kayboluyor diye sakın umudunu kaybetme, umut “gelecek”tir çünkü.
* * *

Yaşamın cilvesidir, iyi giden şeyler yavaş gider.


OT Dergi Ocak Sayısı

Aklın Onuru: Aristoteles

$
0
0
Şubat 2016




“Aristoteles'in Nefs Üzerine(Peri Psûkhe) adlı kitabını iki yüz kere okudum.”
Bu açıklama ünlü müslüman filozof Farabi’ye (öl. 950) ait, tıpkı şu açıklama gibi:
Aristoteles'in Fizika'sını kırk kez okudum, ama hâlen yeniden okumaya muhtaç olduğumu görüyorum.”
Bugün bir kitabı bile baştan sona dikkatlice okumaya tahammül edemeyen, hakikat tutkusunu yitirmiş bizler için böylesi açıklamalar biraz abartı gibi gelebilir, ama abartı değil, aynıyla hakikat. Gerçekte tanrıyı, doğayı, yaşamı, insanı anlamak isteyen her büyük zekânın çırpınışlarının bilindik öykülerinden biridir okumak, defalarca okumak, sırf anlamak için bir ömür boyu inadına okumak.
* * *
Yaşamdan payını eksiltmeyi göze almadıkça, insan, hakikatin merdivenlerini tırmanamaz. Bu, ne yazık ki kalabalıkların tanımadığı bir başka yaşamın, bios theoretikos’un yazgısıdır, vita contemplativa’nın. Nitekim bir başka müslüman filozof, İbn Sina da (öl. 1037) bize benzer bir öykü anlatacaktır:
“Aristoteles'in Metafizikaadlı eserini ezberleyene değin kırk kez okudum ama yine de anlamadım,  maksadını da kavrayamadım.”
Aristoteles’in başyapıtıyla ilgili bu kişisel öykü biraz daha ayrıntılı olarak aktarılmayı hak ediyor:
“... sonra ilahiyat’ı tahsil için Metafizika’yı okudum. Bu kitabı anlayamıyor, yazarın maksadını bir türlü kestiremiyordum. Tekrar tekrar okudum. Tekrarlarım kırkı bulmuş, artık kitabı neredeyse ezberlemiştim. Fakat yine de anlamıyor, kitabın hangi amaçla yazılmış olduğunu kavrayamıyordum. Tam ümidimi kesmiş, bu kitabın anlaşılmaz olduğuna karar vermiştim ki bir ikindi üzeri sahaflar çarşısındayken satıcının biri bana elinde bulunan bir kitapçığı gösterdi. Metafizika’ya dair olduğunu farkedince, bu ilmin bana bir yararı olmayacağı düşüncesiyle kitabı hemen elimden bıraktım. Satıcı “Bu kitabı al, çok ucuz, size üç dirheme veririm, zaten sahibinin de bu paraya ihtiyacı var” diye ısrar edince kitabı aldım. Biraz gözden geçirdiğimde, onun Farabi’nin Metafizika’dan maksadın neler olduğunu bildiren eseri olduğunu gördüm. Aceleyle eve dönüp hemen heyecanla okumaya başladım. Önceden Metafizika’yı ezberlemiş olduğumdan bu sefer maksadının ne olduğunu derhal kavradım. Ertesi gün sevincimden Tanrı’ya şükranlarımı sunmak amacıyla yoksullara çokça sadaka verdim.”
Uzun yıllardan sonra Gazalî (ö. 1111) Platon ile Aristoteles’in, ama özellikle izleyicilerinin Feylesûf-ı Mutlak (mutlak filozof) ve Muallim-i Evvel (ilk öğretici) sıfatlarıyla niteledikleri Aristoteles felsefesini eleştirmek için kalemi eline aldığında, hedefe sadece iki kişiyi yerleştirecektir, çünkü ona göre, İslam dünyasında,
“Aristoteles’i en iyi aktarıp inceleyen iki temsilci, Farabi ile İbn Sina’dır.”
* * *
Aristoteles’e göre, insanın en sağlam bilgi edinme yollarından biri, belki de ilki deneyimdir, sonra sanat ve sonra teorik bilim. Deneyimlerimize güveniriz, deneyimli kişilere de, ne ki deneyim sağlam olduğu ölçüde öznellik ve kişisellikle yaralıdır, düşünceden aldığı pay yok gibidir, çünkü deneyimle şeylerin ne olduğunu biliriz, niçin ve nasıl öyle olduğunu değil. Bu nedenle de deneyim aktarılamaz, başkalarına öğretilemez. Oysa şeylerin nasıl ve niçin öyle olduklarının bilgisi olarak sanatlar ile bilimin ayırıcı vasfı “öğretilebilir” olmaktır. İslam dünyasında Aristoteles’e ilk öğretici (muallim-i evvel) denilmesinin en önemli nedeni de budur, çünkü o çok çeşitli alanlara yayılmış bilgileri kendisinden öncekilerle karşılaştırılamayacak biçimde düzenlemiş, ilkelerini, amaç ve yöntemlerini belirlemiş ve böylelikle daha en temelinde onları öğretilebilir kılmıştır.
Felsefe tarihinin en vazgeçilmez kişiliklerinin başında gelen bu büyük filozofun takipçileri, ilk öğreticilerini yüceltmekte neredeyse sınır tanımamışlar, hatta onu asırlarca tartışılmaz bir otorite olarak kabul etmekte tereddüt bile etmemişlerdir. Öyle ki müslüman, hıristiyan veya yahudi felsefeciler onun görüşlerini kendi inançlarıyla uzlaştırmak için her türlü yolu denemişler, başarılı olamadıkları meselelerde ise ya ister istemez ona yine ondan öğrendikleriyle karşı çıkmışlar ya da bu sefer Platon’dan öğrendikleriyle.
Bu bağlamda Şehristanî’nin (ö. 1153) şu sözleri, ancak bazı çekincelerle birlikte doğru kabul edilebilir:
Sonrakiler Aristoteles’e hiçbir görüşte muhalefet etmemişler, hiçbir hükümde onunla tartışmada bulunmamışlardır, bir bakıma onun mukallidi olup daima ona teveccüh etmişlerdir. Oysa hakikat hiç de onların zannettiği gibi değildir.
Felsefe tarihinin anaçizgileri gözönünde tutulacak olursa, tartışmalar genellikle Aristoteles’le Platon’un uzlaştırılmasıyla sonuçlanmıştır. Helenistik Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ, hatta Modern Çağ’da bile felsefeciler ya Platoncudur, ya Aristotelesçidir, ya da hem Platoncu, hem Aristotelesçidir, ancak felsefe ve bilimin katettiği bunca yoldan sonra günümüzde bile, en temelde, gerçek anlamıyla ne Platoncu, ne Aristotelesçi olan bir tek filozof bile bulmak olanaksızdır. Galileo ve Descartes gerçek bir Aristoteles muhalifiydi, ancak o denli de birer Platoncu. Locke ise adını pek anmaksızın Aristoteles’in zengin mirasını yağmalayanlardan.  Kant da, bu büyük usta, Ortaçağlardaki seleflerini şaşırtmayacak şekilde sahici bir uzlaşmacıydı. Hegel’e gelince, bu dehaya “Alman Aristoteles” dendiği unutulmamalıdır. Ya Marx? Marx bu Alman Aristoteles’e olduğu kadar, asıl Aristoteles’e de borcunu hiç inkar etmemiştir. Tereddüt edenler, lütfen Das Kapital’in sayfalarına dalmayı ihmal etmesinler! Peki Heidegger? Birikiminin büyük kısmı Aristoteles’e adanmış yılların, ki en az 10 yıl, bir hasılasıdır.
Şimdilik bu kadarı yeter!
* * *
Aristoteles’in en önemli yorumcularından, III. asırda yaşamış olan Ammonius Saccas (İslam dünyasında Arapça çevirisi Farabi’ye de atfedilen bir risalesinde), bir felsefe öğreticisinin Aristoteles’i anlatırken nasıl davranması gerektiğine ilişkin olarak şöyle der:
“Öğreticinin Aristoteles’e olan sevgisi, onu hakikatten üstün tutacak dereceye varmamalı ve fakat Aristoteles’e duyulan güveni sarsacak kadar da onun aleyhinde bulunmamalıdır.”
Karşıtlarını bir kenara bıraksak bile izleyicileri için bu hassasiyetin her zaman gösterildiğini söyleyemeyiz. Örneğin Beyrunî (öl. 1048) gibi bir bilimadamı yazdığı bir mektubunda, hem de hiçbir komplekse kapılmadan, İbn Sina’ya şu sözleri yazmaktan kaçınmayacaktır:
“Eski devirlerin tanıklığı, dağlardaki yeniliğin ortaya çıkmasıyla nasıl batıl olmuşsa, Aristoteles’in dayandığı eski bilgiler de öylece batıldır.”
Üstadına yönelik bu yıkıcı eleştiriye İbn Sina’nın yanıtı çok sert ve bir o kadar da acımasız olacak, Beyrunî’ye sırf bir başka Aristoteles eleştirmenine, John Philoponus’ın arkasına saklandığı için çok ağır bir tepki verecektir.
Farabi de Platon’la Aristoteles arasında bir tercih yapması gerektiğinde Aristoteles’ten yana olmakta bir an bile tereddüt etmez, ünlü tabib Galen’in Aristoteles eleştirilerini yanıtlarken o da benzer bir tepki vererek Platon’u (Raffaello’nun Atina Okulu freskinde elinde tuttuğu şu) ünlü eseri Timaios’le özdeşleştirip şöyle bir tavır ortaya koyar:
“Görülüyor ki Galen’in Aristoteles’e muhalefet ettiği her yerdeki görüşü gerçekte Timaios’e ve Platon’a ait, çünkü Galen Aristoteles’e göre doğru olanı bilmekten acizdir. Oysa doğru görüş Aristoteles’inkidir, Timaios’un değil!”
Bir tabib olarak Galen, bu büyük Aristoteles eleştirmeni, Orta Çağ’a özgü uzlaşım denemelerini sekteye uğratacak, bu yüzden de hakkında söylenmedik kötü söz kalmayacaktır. Örneğin XI. yüzyılda yaşamış bir tabib, Ubeydullah b. Cibrâîl el-Buhtişu, çaresiz şöyle demek zorunda kalacaktır:
“Bizler tabib olarak meseleleri öğrenmede idrakimiz yetersiz kalıp onların hakikatini kavramada aciz kalırsak, bu durumda Hipokrat ve Galen’i takip etmemiz gerekir. Felsefeci olmamız bakımındansa Platon ve Aristoteles’i benimser ve savunduğumuz fikirlerde hakem olarak onları izleriz.”
Ortaçağ Platon ile Aristoteles’i karşı karşıya tasavvur etmek istemez, çünkü inanç temellerini ancak bu iki filozofu bir arada tutarak temellendirmeyi başarabilirler. Ne ki bu iyimserliği sürdürmek olanaklı olmadığında eklektik davranarak bazen birini, bazen diğerini seçerler. Bu nedenle izleyicileri her ne kadar bizzat Aristoteles’e toz kondurmak istemeseler de düşünmenin doğası gereği bilerek veya bilmeyerek onunla ters düşmemeyi başaramadıkları zamanlar da olmuştur. Nitekim İbn Haldun (ö. 1406) bu açıdan iki büyük Aristotelesçi arasında şu ayrımı yapar:
“İbn Sina pekçok meselede Aristoteles’e muhalif olup kendi fikri üzre gitmişse de İbn Rüşd Aristoteles’e muhalefeti hiç tercih etmeksizin onun kitaplarını özetlemiş veya şerh etmiştir.”
İbn Rüşd bir başka fasıl, üzerinde ayrıca durulması gerek! Neredeyse bir tek müslüman öğrencisi olmamış ızdırap dolu bir zekâ, çünkü sahici bir Aristoteles öğreticisi! Hiç abartmaksızın söyleyelim: Rönesansın gerçek hazırlayıcısı! Öğrencileri ise, Paris Üniversitesi’nden ya Sigerus de Brabantia, Dacia’lı Boethius (hatta Padova’lı Marsillius) seküler Latin İbn Rüşdçüleri, ya kendisine muhalefet etmiş de olsalar asla talebeleri olmaktan kaçınamamış Hıristiyan Aristotelesçiliğinin babaları: Albertus Magnus ve Thomas Aquinas. Ve tabii bir de ona hürmet etmekten kendini alamayan Dante Alighieri!
* * *
Çoğunlukla Aristoteles’i anadilinde okumaya hiç gerek duymamış, duyduğunda da denememiş, deneme olanağı bulamamış sevdalı insanların öyküsü bu! Uzun bir öykü, hem de çok uzun, bedeli de o denli büyük bir öykü. Dili bir engel olmaktan çıkaracak denli ızdıraplı bir öykü. Çünkü bir bilim tarihçisi olan Alexandre Koyré’nin (öl. 1967) de dediği gibi:
“Aristoteles'i ya da Platon'u anlamak için Yunanca bilmek yetmez -klasik filologların sıkça içine düştükleri bir yanılgıdır bu!- felsefe de bilmek gerek!”
XIII. yüzyılda Aristoteles’in öğretilmesini tümüyle yasaklamaya çalışan Kilise zihniyetini, özellikle Paris Psikoposu Etienne Tempier (öl. 1279) gibilerini artık hatırlamıyoruz, doğrusu hatırlamak da istemiyoruz. Aksine düşünmeye hürmeten düşünüre hürmet etmeyi bir görev addediyoruz. Öyle ya, kimdi Aristoteles, denirse, Heidegger’in dediği gibi sadece şöyle diyoruz:
“Doğdu, düşündü, öldü.”
* * *
2400 yıl sonra 2016 Aristoteles’e adandı, bu yazı da bu büyük filozofa bir hürmet borcunun ifadesi. Bu yüzden Kindi’nin çağlar ötesinden yankılanan sesiyle sonlanması en uygunu:
“Felsefede Yunanlıların seçkin kişisi olan Aristoteles ne güzel söyler: “Bize hakikat adına bir şey getirenler bir yana, onların atalarına da teşekkür etmeliyiz, çünkü onlar bunların varoluş nedeni, bunlar da bizim hakikate ulaşmamızın nedenidirler.” Nereden gelirse gelsin, isterse bize uzak ve karşıt uluslardan gelsin, hakikatin güzelliğini benimsemekten ve ona sahip olmaktan utanmamalıyız, çünkü hakikati arayan için hakikatten daha değerli bir şey yoktur. O halde hakikati eksik görmek ve onu söyleyeni ve getireni küçümsemek yakışık almaz. Hiç kimse hakikati küçümsemez, aksine herkes ondan şeref duyar.”


İmdi, 2016’da, Aristoteles yılında bizler de üzerimize düşeni yapmalı ve hiç değilse gerçekte ödenemeyecek bir borcun özrünü dile getirebilmeliyiz.

*OT Dergi Şubat Sayısı



2016 Aristoteles Yılı

BİR SERÇENİN KANATLARI ALTINLA KAPLANIRSA...

$
0
0

Mart 2016



Paris’te bir Türk ailesinin evine davet edilmiştim. Yemek sırasında, babası, içeride annesine yardım eden 11-12 yaşlarındaki küçük kızını işaret ederek, biraz da gururla, amcası, dedi, kızım çok başarılı, okulunun birincisi, bütün derslerinden 10 alıyor. Fransızlar bile hayran kendisine!

Ben hiç düşünmeden, eyvah, diye cevap verdim, çocuğunuzun ne sorunu var?

Masadakilerin tuhaf tuhaf baktıklarını görünce de ilâve ettim:
Bu yaşta bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duyduğuna göre, muhakkak bu çocuğun kendisini başa çıkmak zorunda hissettiği ciddi bir sorunu olmalı!
Masadaki sessizlik uzun sürmedi, baba, ne sorunu olsun beyefendi, hiçbir sorunu yok, gayet normal bir çocuk, diye karşılık verdi.
Huysuzluğum tutmuş olmalı ki ben de, mümkün değil,diye mukabele ettim,
Değil bir çocuk, bir yetişkin bile, normal olduğu takdirde, yüksek başarıların peşinden koşmak ihtiyacı hissetmez. Mutlaka fark etmediğiniz bir sorunu olmalı!
Meselâ, dedim, arkadaşlarıyla arası nasıl? Çok arkadaşı var mı? Oyun oynamayı seviyor mu?
Baba önce nasıl cevap vereceğini bilemedi, sonra, var tabii, kabilinden bir şeyler söylemeye çalışırken, eskiden beri ailenin yakını olan doktor arkadaşım, hay Allah, nasıl da farketmemişim. Dücane Bey haklı. Gerçekten de onun doğru dürüst arkadaşı yok. Pek oyun oynamayı da sevmez. Ben ne zaman çocukları lunaparka götürmek istesem, o gelmek istemez, odasına kapanır, televizyon seyretmeyi tercih ederdi,şeklinde açıklamalar yapmaya başladı.
Hikâyenin devamı o kadar önemli değil. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki beni şaşırtacak farklı bir neticeyle karşılaşmadım.
Eskiden beri, göz alıcı başarıların öykülerini hep kuşkuyla karşılarım. Ne zaman başarıyla övünen biriyle karşılaşsam, acaba bu zavallının ne sorunu var ki bu denli başarılı olmaya ihtiyaç duymuş, diye düşünürüm.
Başarının türü önemli değildir. Bedeli zor ödenmiş her başarı, her yükseliş, gerçekte bir kaçıştır. Kimsenin kuşkusu olmasın ki başarıların yegâne yararı, geride/içte saklı bir şeyleri örtmeye matuftur.
- Başarmak kolay değildir. 
- Başarı kazanmak zordur. 
- Her başarının bir maliyeti vardır.
Bu cafcaflı açıklamaları duyunca sormak gerekmez mi:
İnsan niçin bu maliyeti öder?
Zorluklara katlanmayı gerekli kılan nedir?
Kişi niçin durup dururken zorluklarla uğraşmak ister?

Cevap acaba şu mu: 

Başarılı olmak istiyorsan, bedelini ödemelisin!

Başarılı olmak için ne yapmak,  hangi sıkıntılara katlanmak gerektiğini konuşuyor olsaydık, hiç değilse kolay başarılardan söz etseydik, belki bu cevabın bir mânâsı olurdu. Oysa bizim cevabını merak ettiğimiz sorular şunlardı:
— İnsan niçin başarılı olmaya ihtiyaç duyar? 
— Başarı arzusunu ortaya çıkaran eksiklik duygusu acep ne ola ki?
Başarıya ihtiyaç duymuş olan birinin, arzusuna ulaşmak için gerekli maliyeti ödemeye yanaşıp yanaşmaması farklı bir şey, bu maliyeti göze alabileceği başarılara talip olmak zorunda kalması ise başka bir şey!
Başarı, basitçe eksikliğin giderilmesi değil, eksik olanın ihtiyaç fazlası olacak kadar biriktirilmesidir. Bu bakımdan yeterince eksiklenmeyen insan yüksek başarılara ihtiyaç duymaz! (Tırmanmanın istikameti doğal olarak aşağıdan yukarıyadır. Aşağıda olmayan, niçin yukarıya tırmansın?)
Azm u irade, gayret, çaba, vb. faaliyetleri küçümsediğimi sanan akl-ı evveller, bu sözcüklerin yerini, hem de bir çırpıda hırs, ihtiras, tamâ gibi sözcüklerin alabileceğini de hesaba katmalıdırlar.
Bu yer değiştirme, eylemin türüyle değil, amacıyla ilgili olup kabaca çok çalışma olarak tanımlanabilir. Siyasî hırslar, sanatsal ihtiraslar, ticarî tamahkârlıklar, kolaylıkla azim ve gayret’le ilişkilendirilebilir.









Başardım, başarılıyım, gibi boş lâfları bırak da söyle bakalım ey talib, mutlu musun?










Ben başarılı ama mutsuz çok insan gördüm. Keza bir o kadar da başarısız ama mutlu insan.
Başarı insanı memnun eder, nefsine haz verir ama eğer aptal değilse aslâ mutlu olmasını sağlamaz! (Yeri gelmişken, bazı ünlü sanatçıların yaşamları burada hatırlanabilir. Zekî, başarılı ve hâlinden memnun sanatçıların. Göründüğü kadarıyla mutlu olamayanların.)
İyi ama kişi hem başarılı, hem mutluolamaz mı?
Olamaz, çünkü bir serçenin kanatları altınla kaplanırsa, o serçe artık semâlarda yükselemez.
Unutmayınız, başarı altın gibidir. Çökertir. Mutluluksa her halûkarda toprağa ihtiyaç duyar, bir vasata yani.

*OT Dergisi Mart Sayısı

HÜSRAN

$
0
0
Nisan 2016
  


İnsanın tinsel yaşamının en temel anlatımıdır güvenlik(emn).
Önce güven duymak isteriz, ayakta durmaya ve olanaklı olduğu ölçüde ayakta kalmaya çalışırız, dolayısıyla en temel gereksinimimiz olarak, çaresiz, hep bir şeye, bir yere, birine dayanmayı seçeriz, en güçlü, en sarsılmaz, en dayanıklı olana. İnsan olduğumuz için isteğimizi türdeşlerimize de yansıtır ve gücümüzü kazandıkça, dayandığımız kadar dayanılır, güvendiğimiz kadar güvenilir olmak da isteriz. Dayanışma işbu güvenlik gereksiniminden doğar, pek doğal olarak yardımlaşmada.
Güvenliğe yönelik bu tinsel eğilimin Ortaçağ’da yadsındığını ve nedense pek kabul görmediğini bilmek ilgi çekicidir.
Tek başında güvende olma duygusunun insanı şımarttığı ve büyüklenmesine yol açtığı türünden açıklamalar bir yana, emn’in ve emniyet’in hakikatte bir yanılsama, bir ideal olarak kavranılması ve bu yolda yorumlanması nedeniyle Aristotelesçi ahlak yazarları daima bir itidal beklerler muhataplarından ve onlardan ölçülü olmalarını ve uçların ortasında dengeyi bulmalarını isterler.
Önce, uçların genel belirlenimini görelim:
Bir uçta güven (emn) vardır, diğer uçta karamsarlık ve/veya umutsuzluk (ye’s).
İlkinin karşıtı korku’dur (havf), ikincinin karşıtıysa ümit (reca).
Bu tablonun başat yorumunca, dört kavram arasında ya-ya da seçeneğinden kaçınılması gerektiğinden tek başına güven de, umutsuzluk da olumsuzlanır, yani bu durumda ne güven makbuldür, ne umutsuzluk. Keza karşıtları da tek başına kabul görmezler, istenen ikisinin bir arada birbirlerini dengelemeleridir, yani hemkorku, hemümit, eşdeyişle bir beraberlik, bir ile ilişkisinin kurulması beklenir: korku ileümit.
Oluş’un en temel niteliği akışolarak belirdiğinden olan’ın yerini olacak olan, şimdi’nin yeriniyse gelecek alır. Bir içdarlığı olarak kaygı’nın, daha doğru bir deyişle daraltı’nın kökeni gelecek’tir, geçmiş’in içinde bir yerlere saklanmış bile olsa daima ‘gelecek’.
Yaşamın akışışimdi’yi ne denli geçersiz kılmaya çalışırsa çalışsın, insan geleceği mütemadiyen karanlık ve tehdid edici olarak kavrar ve zora düştüğünde şimdi’ye bir son anlamı yükler, öyle ki bittim, tükendim diye diye geleceği, yani yarını düşleyemez hale gelir ki ümitsizlik olarak adlandırılır. Kişi için, artık yarın yoktur. Kaçınılması gereken ilk seçenek de budur, çünkü oluş varsa akış, akış varsa yarın olacaktır. “Var vardır, yok yoktur; var yok olamaz, yok var olamaz” biçimindeki Parmenidesçi ya-ya da karşıtlığı bu yüzden bir umutsuz bilincin, eşdeyişle bir “salt özdeşlik” bilincinin ürünü olarak akışın umut dolu diyalektiğini zorla sonlandırmaya çalışır. Umutsuzluğun karşıtı olarak güvenin de aynı biçimde bir hakikatolarak kendini öne sürmesi, akışın, yani düşe-kalka yürümenin doğasına aykırıdır. Yaşamın kendisi bir savaşımdır ve uçlardan tekine asılı kalmaya asla izin vermez.
İnsan düşmekten korkar, korkmak hakkıdır, biteviye düşer çünkü, ama yeniden kalkar, kalkabilir. Umut işte bu –bilirekinden kaynaklanır, istem ve güç’ten, olmanın ve olmamanın zorunluluğuna karşın olabilir’in o kendine has olanağından.
Spinoza, insanın özü arzudur, der: cupiditas est ipsa hominis essentia. İnsan arzular bu yüzden, biteviye arzular, daima bakışını geleceğe çevirir ve deneyimlediği her hazzı yinelemek, olanaklıysa da yenilemek ister. Dünyayı, gözünde bir olanaklar dünyası olarak tasarlar. Umut doludur, çünkü arzu doludur. [Arzu (cupiditas), bilincin eşlik ettiği iştah (apetitus) anlamında kullanılmaktadır.]
Ümit, burada, arzuların gerçekleşme olanağını ifade eder. Olanak zorunlu olmayandır. İnsan varlığı veya yokluğu zorunlu olanı arzulamaz, olması için dua da etmez. Arzunun gerçekleşme alanı daima olanaklar alanıdır: varlığı da yokluğu da zorunlu olmayan nesneler alanı, kaçınılmaz hazların ve kaçınılmaz acıların uzağında elde edilebilir ve kaçınılabilir olanın alanı.
Arzunun gerçekleşme nedenlerinin çoğu varsa, biliniyorsa ve olup olmayacağına dair bir tereddüt de bulunuyorsa hemen orada ümit veya korku duyguları belirir, ancak nedenlerin çoğu yoksa hemen gururve hamakat yüzünü gösterir, bilinmiyorsa temenni (hüsn-i kuruntu).
Tümü de gerçekte birer beklenti’den ibarettir, birer intizardan. Biz sadece bekleriz, arzularımızın gerçekleşmesini ümit eder, gerçekleşmemesinden ise korkarız. Gerçekleşirse sevinir, değilse üzülürüz ve tekrar yola düşeriz. Ne ki eğer olanın ve olmayanın (zorunlu) nedenlerini biliyorsak, kendimizi asla hüsrana uğramış olarak duyumsamayız, çünkü ümit’te beklentilerimize bilinç eşlik eder, tereddüt bile bilince özgü doğal bir belirsizliğin sonucudur. Oysa temenni’de bilincin payı çok az, gurur ve hamakat’ta ise hiç yoktur, dolayısıyla hüsran da bu tür bilinçsiz beklentilerin sonucudur.
Hüsran tamıtamına bir hayal kırıklığı, arzularımızın gerçekleşme sürecine ilişkin bir bilinçsizliğin ürünü, başka deyişle gerçekleşemeyecek olanı istemenin ya da gerçekleşmesi zorunlu olandan kaçınmaya çalışmanın bedeli.
Doğayı, yaşamı ve insanı bilme ve tanıma çabalarını küçümseyenlerin yazgısıdır hüsran. Ümidi beklentiyle, olanaklıyı zorunluyla karıştıranların kaderi. Sözümona talihle yaşayanların.
Hüsrana uğramaktan mı korkuyorsun, elde edemeyeceğini arzulama o zaman! Ne gurura kapıl, ne de kendini boş temennilerle kandırıp ahmak yerine koy! Lakin her şeye rağmen yine de yaşamın sürprizlerine karşı hazırlıklı ol ve sakın ümidini kaybetme!

Bil ki temenni’nin ilacı ümit, hüsran’ın şifası irfandır.

* Ot Dergisi Nisan Sayısı

YAŞAMI SANATLA FARKETTİM, FELSEFEYLE KAVRADIM

SIKINTI

$
0
0

17 Mart 2016



İki tür sıkıntı vardır: geçim sıkıntısı ve can sıkıntısı. İlki elin sıkıntısıdır. El, insanı karakterize eden biricik organ, bir instrumentum, bir alet, Aristoteles’in deyişiyle:aletlerin aleti (οργανων εστιν οργανων).İnsan diğer tüm aletleri eliyle kullandığı için el aletlerin aletidir. Amaç değil bu yüzden, araç, hatta gereç: yapan-eden, işleyen-çalışan bir gereç. Eli işte olmalı insanın. Eli oyalamalı, çalıştırmalı, uğraştırmalı. Peki ne için? Son tahlilde hep bir tek amaç için, geçim sıkıntısının üstesinden gelmek, geçim darlığından kurtulmak için, kısaca bir tek ‘yarar’ için. İnsan ne yapıp edip üretmeli, yaşamını sıkboğaz edebilecek engelleri önünden eliyle kaldırmalı, darlığı genişliğe çevirmeli, ama hep eliyle, elinin emeğiyle. Ödülüyse şimdiden belli: geçim sıkıntısı çekmemek.


Oysa geçim sıkıntısı ortadan kalkar kalkmaz bu sefer canı sıkılıverir insanın. Ten rahata kavuşmayagörsün, o zaman, tin ne yapacağını bilmez hale gelir, kendinde önünü alamadığı biçimde bir tasarlama, imgeleme, düşünüp akletme gereksinimi duyar, ama yeterince eğitilmemişse, yetilerini oyalamayı öğrenememişse, tin neyi gereksindiğini bile bilmez ve hemen sıkılıp daralır. Stagira’lı, nefsi (psûkhe) ‘el’e benzetir ve fakat “insan elleri olduğu için en akıllı canlı değildir, en akıllı olduğu için elleri vardır” demeyi de ihmal etmez. Yarar kadar hazzı talep etmesinin nedeni de belki budur, çünkü el çalışmak, göz oynaşmak, dil ise söyleşmek ister. Can’a gelince, o önce kendisini meşgul edecek bir cânan, o cânan’dan ise sıkıntısını defedecek bir haz talep eder. Lakin böylece, Fuzuli gibi, sükûna erip asla daha ötesini istemez: “gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem / sorsa cânan bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir?”






*Ot Dergisi Mayıs Sayısında 


KÖLELİK: TİNSELLİĞİN İNTİHARI

$
0
0
 Mayıs 2016
  


İnsan yaşamında en öncelikli, en değerli şey nedir?
Elbette önce yaşamın kendisi.
Bu nedenledir ki yaşamın iki amacı vardır: ilki yaşamak, evet, ne pahasına olursa olsun yaşamak, yaşamda kalmaya çalışmak, ikincisiyse iyi yaşamak.
Yaşamın ilkesi ve amacı bizzat kendisidir bu yüzden, Spinoza’nın deyişiyle conatus.
Conatus, yani yaşamı sürdürme güdüsü ise iştah ile arzunun (apetitus ile cupiditas) biricik temeli, tensel ve tinsel tüm isteklerin kökenidir.
İnsan tekleri görünüşte yaşamlarını sürdürmek, yaşamda kalmak isterler ve fakat bu kalıcılık (beka) isteği, onlardan önce, ‘üreme’ yoluyla türün isteği olarak gerçekleşir. Belirleyici olan türün kalıcılığıdır çünkü, bireyin değil. Bu yüzden yaşam öncelikle doğal yaşamdır, toplumsal ve kültürel biçimlerin öznelliği daima ikincil niteliktedir.
Bencillik olarak küçümsenen, aşağılanan, hatta yadsınan da nitekim yaşamın bireysel, hatta kişisel biçimleridir, doğal ve toplumsal biçimleri değil. Türe rağmen bireyin, doğaya rağmen kültürün, topluma rağmen kişinin, kişiliğe rağmen kendiliğin öznel istekleri her çatışma evresinde olumsuzlanır, çünkü kapsama alanı daraldıkça üstte olan altta olana nisbetle düpedüz bencilcebulunur. Kimlik kişiliği ezer, kişilikse kendiliği.
Eskiden benliğin hüviyet(kimlik), şahsiyet (kişilik), ferdiyet (kendilik) olarak adlandırılan kategorilerinin düşük yoğunluklu katmanlarının ister istemez birer olumsuzluk tınısı taşıması boşuna değildir. Tarih boyunca yaşamda kalmak demek bir topluluğa ait olmak, bir kimlik sahibi olmak demekti. Kadın erkeğe, köle efendiye, çocuk aileye, aile klana, kişi zümre ve sınıfa (modern dönemlerde ise zümre ve sınıf bir ulusa) ait olduğu sürece ancak yaşamda kalabilirdi. Bağlılık demek yaşam demekti çünkü. Öznel ve kişisel olansa bizzat ölüm.
Asırlarca töreler ve gelenek bağlılık ve güvenliğin, öznel ve kişisel belirlenimlerde ısrar etmekse bağımsızlık ve yıkımın alâmetiydi. Ait olmak daima bir töreye ve geleneğe bağlı yaşamaktı, aksi düşünülemezdi bile. Daha en başında, Greklerin o köleliği doğal gören çağında, doğasıgereğibir ζῷον πολιτικόν, bir toplumsal canlı olarak tanımlanması insanın bir kütleye, bir kitleye ait olmaksızın yaşayamayacağının en esaslı kanıtıydı, ve bu bağlamda “Sen kimsin?” sorusunun hiçbir anlamı yoktu, asıl yanıtlanması gereken “Sen kimlerdensin?” sorusuydu. İnsana çağlar boyunca “birileri”nden olmaksızın yaşama hakkı tanınmadı, insanca yaşama hakkı aslında toplumca yaşama hakkından ibaretti.
Bu nedenledir ki köle olmanın en aşağılayıcı [inadına, sûfilerce en üstün] yanı, bir aidiyetten yoksun olmaktır. Kölelik yaşamda kalma dürtüsünün en saf biçimidir, çünkü insanın sırf yaşamda kalabilmek adına görece tüm kimlik, kişilik, hatta kendilik özelliklerinden (haysiyet) bir başkası adına vazgeçmesidir. Kitleye boyun eğmenin, aidiyetten yoksun kalmanın en yalın anlatımı köleliktir. Kölelik tinselliğin intiharıdır, çünkü niteliksiz olmaktır. Kendiliği kişiliğe, kişiliği kimliğe, ama her halukârda insanın özüne dair olan ne varsa onu (özgürlüğü) başkasına ve başkası için feda etmektir. Kölelik kula kulluktur.
Kısaca efendilere ve gücü elinde bulunduranlara söylenen şudur:
- “Sana her şeyimi veririm, yeter ki bana yaşamımı bağışla!”
Yaşamın asıl trajedisi de bu değil mi zaten: alınan yaşam hakkı karşılığında tüm kişisel ve öznel nitelikleri efendilere vermek? Bu, benim işte, ben böyle düşünüyorum, benböyle inanıyorum, ben böyle hissediyorum diyememek? Tüm sözde ittifaklara, tüm bağlılıklara, tüm alışkanlıklara karşı, tüm aidiyet ve mensubiyet çağrılarına rağmen ben hakikatim (ene’l-hakk) diye haykıramamak? [Sufiler, köleliği mecazen ve tam da bu yüzden yüceltirler.]
Doğanın ve toplumun yanıtı bellidir: Sen hakikat olamazsın! Hakikat bağlılıktır, hakikat aidiyet ve mensubiyettir, hakikat bireyin kişisel ve öznel nitelikleriyle görünür olmamasıdır, hakikat boyun eğme ve bağlanma yoluyla bütüne katılmak, salt yaşamak adına ve yaşam uğruna kitlede ve kütlede erimektir, İbn Haldun’un terimleriyle, toplumsallaşma ve dayanışma (ictimave teavün) adına soyun, soyluluğun, eşdeyişle kalabalığın ortak değerlerini üstlenmektir: asabiyet.
İtaatin yasallığını devşirdiği köken gerçekte aidiyet ve mensubiyet gereksinimidir, yani bir himaye altına girmektir. Üst kategoride varolduğu düşünülen bir başka’nın ve/veya başkalar ortaklığının sahipliğini, mülkiyetini kabullenmek, kişiselliğin ve öznelliğin sınırlarını daraltmak, hatta olanaklı olduğu ölçüde bu öznelliği yok edip özgürlükistemini bastırmaktır.
Peki sağ elimizle uzattığımız özgürlük istemi karşılığında sol elimize konulan nedir, erimenin, yokluğa ermenin, kendimizden uzaklaşmanın bedeli?
Bu bedel şu biçimleri alır: boyun eğmek, itaat etmek, yaşamın bize özgü lütuf ve ihsanlarına arkamızı dönmek, kısaca bir HAKİKAT değeri taşımamak.
Biz’e dahil olmanın ve ben’den vazgeçmenin kaba bilançosu budur.
İnsanı özgürleştiren aklıdır: her ne pahasına olursa olsun yargıyı elinde bulundurma ve eleştirme gücü. Sanıldığı üzere güdüleri, duyu ve duyguları, hatta hayalleri bile değil, bizatihi aklı. Çünkü aklı dışında insanın diğer bütün yetileri doğaya ve yaşama bağlıdır, kendini kendine nesne olarak alamaz, kendinde ve kendi için (var)olmayı başaramaz, yola çıkar ve yalancı bir sonsuzluk içinde yolda kalır, ilerleyemez, öyle ki güdüler ve tasarımlar düzeyindeki belirlenimlerini hakikat sanma hatası işler. Oysa bir tek νόησις, yani sadeceakletmedir ki kendine yeniden dönmeyi (reflexion) başarır, ve kendisini kendisine nesne olarak alır. Nitekim düşünmenin bu düzeyini tanımlarken çağlar öncesinden Aristoteles’in onda tanrısal bir tını bulması boşuna değildir: νοήσεως νόησις, yani düşünmeyi düşünme, düşünen ile düşünüleni birliğe getirmek suretiyle doğadan edinilen tüm tasarımlardan âzade kalmayı başarma.
Metafizik bir zamanlar özgürlüğün bilimiydi, yani bir olumsuzlama, bir yadsıma tekniği olarak göklere yükselme sanatıydı, sonra fizikten koptu ve köleliğin bilimi oldu, yaygın sanıları olumlamanın ve yasallaştırmanın en tekin aleti olarak mutsuz bilincin eline geçirdiği aklı köleleştirici bir demir ağa dönüştü. Sözcüğün tam anlamıyla bir “fiziksiz metafizik” oldu.
Ama durmak gerek!
Asla!
Evet, asla bu noktada durmamalı ve sağduyunun bu kısıtlayıcı temennisini yadsıyarak insan olabilmenin ilk koşulunu, yani aklı yaşama dahil etmek suretiyle bizzat kendi kendimize koyduğumuz bilincin sözde sınırlarını yeniden ve sürekli aşabilme yetisinden özgürce yararlanmalıyız.

Düşünmek öncelikle yadsımak demektir çünkü.

* Ot Dergi Mayıs sayısı



ZAVALLI

$
0
0
Haziran 2016




Geçmiş bilinci yenilgilerle oluşur.
Önce yenilgi, sonra zafer.
Yenilgi tatmamış hangi nefis zafer duygusuna ihtiyaç duyar?
Her zaferin, her zafer isteğinin ardında unutulması güç yenilgiler vardır, telâfisi güç yenilgiler, başarısızlıklar, yetersizlikler, eksiklikler.
Geçmiş bilinci, öncelikle yenilginin, yenilgilerin bilincidir, sonra o yenilgiler nedeniyle kendisine ihtiyaç duyulan zaferlerin.
Zayıflıktan veya zayıf olmaktan değil sadece, zayıf görünmekten bile korkar böyleleri.
Zafer kazanma isteği bu yüzden pathetiquetir. Hastalığı hastalıkla tedavidir. Zıddıyla.
Varlık sıkıntısı.
Güçsüzlük korkusu.
Yıkılmadım ayaktayım, zavallılığı
Kimse bugünü için geçmişe ihtiyaç duymaz. Geçmiş ihtiyacı, bizatihi gelecek içindir, tıpkı tarih gibi.
Tarihe de bugün için değil, gelecek için ihtiyaç duyarız. Gelecek için, yani umut edebilmek için.
Geçmişin mevcudiyeti, geçmişe ilişkin bilinçli bir tavrın mevcudiyeti demektir. Geçmişini bütünüyle kavramaya ihtiyaç duyan her bilinç, hakikatte, geleceğini yeniden modellemeye ihtiyaç duyuyor demektir.
Tarihsizlik, anda yaşamaktır. Gelecek ve geçmişten mahrum bir hâlde yaşamaktır.
Kim ne derse desin, tarihsizlik, mutlu bir hâlde yaşamaktır.
Evet, geçmişten ve gelecekten mahrumiyet, aslında mutluluk sebebidir.
Hâlinden memnunsan, ne geleceği bilmeye ihtiyaç duyarsın, ne de geçmişi.
Tarihsiz olanın derdi de olmaz çünkü. Olsaydı, tarihi de olurdu. Tarihi, yani geçmişi, ve dolayısıyla geleceği, hatıraları, iyi ya da kötü hatıraları, kısacası kayıtları.
O kayıtların insanoğlunun ayağını dünyaya perçinleyen vidalara dönüşmesi işten bile değildir.
Kişi, şu veya bu şekilde eksikliğinin farkına vardığı an, hemen kollektif bir geçmişe mensub olduğunu/olması gerektiğini hatırlar ve bütünlüğünü, o kollektif geçmişin üzerinden ele geçirmeye çalışır.
BEN işe yaramazsa oralarda bir yerlerde bekleyen bir BİZ vardır her zaman. Yoksa bile kolayca icad edilir ve bir çırpıda Ben’in geçmişinden Biz’in geçmişine geçilir.
Tarih zincirinin hem zaaf, hem kudret anlamına geldiği noktadır burası.
Birbirine sımsıkı bağlı muhkem halkalar, ah o ne büyük kudret!
Bir yaşam boyu, o muhkem halkalardan birine bağlanmış olmak, ah  ne büyük zaaf!
Halkalar, yani insanın geçmişinden ve geleceğinden kurtulmasına izin vermeyen kayıtlar.
İzafet ve kayıt düşkünlüğünün ardında zeval korkusu vardır, zeval bulma korkusu.
Kemâl yetkinlik ve tamlık demektir. Karşıtıysa zevâl.
Zevâl da eksiklik ve noksanlık demektir. (Daha teknik bir karşılık vermek istesem, karşılık olarak düşkünlük sözcüğünü seçerdim.)
Kemâl sahibi, sözde yetkinliğe, tamlığa ulaşmış, yani bütünlük dairesinin tepesine çıkmış olan demektir. Zevâl sahibi ise, bu bütünlük dairesinin dibine düşmüş olan.
İkisi aslâ birbirinden bağımsız düşünülemez. Çünkü zevâlsiz kemâl, kemâlsiz zevâl olmaz.
Kişi zevâldeyken kemâli arzular ve tabiatıyla kayd u izafetaracılığıyla tamamlanacağını zanneder; aid olmakla, mensub olmakla, yani bir bütüne/bütünlüğe aid ve bir bütüne/bütünlüğe mensub olmakla.
Geçmiş bilinci, yenilgilerle oluşur, demiştik. Ben’in bilinci de, Biz’in bilinci de.
Üç semavi din de insanın yeryüzündeki mâcerasını bir yenilgi anlatısıyla başlatır, Adem-Havva anlatısıyla.
Bu yenilgiyi bir başka yenilgi izler: Kabil hikâyesi.
Sonra zaferler gelir, birbiri ardısıra galibiyetler ve mağlubiyetler.
İnsanoğlu bu süreçte, bütünlük dairesinin bazen tepesine çıkar (kemâl), bazen dibine düşer (zevâl).
Nitekim zavallı kelimesinin kökeninde zevâlin bulunması ve düşkün anlamını taşıması, hiç de sebepsiz yere değildir. İnsan zavallı (düşkün) bir varlıktır. Çünkü öncelikle bu dünyaya düşmüştür ve düşüşü bu dünyada da hâlen devam etmektedir.
Komik olanı şu:
Bazı insanlar sadece bazı insanların zavallı (zeval’lı) olduklarını düşünüyorlar. Oysa bütün insanlar zavallıdırlar.

Senin anlayacağın ey talib, düşkün olmayanı olmaz insanın.


* Ot Dergisi Haziran Sayısı


HINÇ

$
0
0
Haziran 2016





Bellek iyi kötü tüm idraklerin, tüm yaşanmışlıkların içinde saklandığı biricik mekân, büyüklüğüyse göreceli, bazen bir tür kumkuma, kap, kiler, bazen bir tür korunak, depo, bazen de hangar, ama daima içinde gezilmesi güç bir labirent. Eskiler bu yüzden onu kuvve-i hafıza olarak adlandırmışlar; ama aynı zamanda o, anımsanacak ve gerektiğinde kullanmak üzere çıkarılacak ne varsa hepsinin tıkabasa doldurulduğu bir hazne. Bu işlevi nedeniyle aldığı adsa kuvve-i zakire. İlki saklama gücü, ikincisi anımsama gücü. Çünkü onda anımsanmak üzere bir kenarda tutulan idrakler kadar, bilinçten saklı kalması (unutulması) istenen idrakler de yer alır. Şiddet ürünü idrakler öfkeye, öfke kine, kin intikama dönüştüğünde bellek edilgen hâle gelir, bu-ara-da sadece unutma yeteneği değil, bastırma yeteneği de zayıflar.

Hınç işbu zayıflığın ürünü. Gömülü olduğu patlayıcıyı ne zaman tutuşturacağı kestirilemeyen bir fitilin sönmek bilmez alevi. Kendini mağrur ve mağdur olarak duyumsayanların biricik besini. Çaba ve azim suretine bürünen tüm hırs ve ihtiraslara ölümsüzlük kazandıran kara büyü. Tapınağının temeli içgüdüler, büyücüleriyse sözde ahlak âbideleri. Hınç bu yüzden etkinlik halinde tezahür eden bir edilgenlik. İktidarsız tinin din ve ahlak perdesi arkasından sırıtan sönmüş bedeni. Gayz ve nefretin cübbeli hali. Saf açlık. Azad kabul etmez kölelik. Muhatabından çok sahibini yakıp yıkan bir illet-i hased. Bu nedenle tedbiri akıl, ilacı vicdan, dermanı şefkat, şifası muhabbet.



* Ot Dergisi Haziran Sayısı


İNSAN NEFESİNE HASRET

$
0
0
Temmuz 2016






Çıplak olarak ölü bulunduğunda Romy Schneider'ın avucunda sıkışmış bir kağıt parçasından babası Wolf Albach-Retty'nin bir zamanlar kendisine yazıp bir yaş gününde hediye ettiği şu sözler okunuyordu:
Steck deine Kindheit in die Tasche und renne davon, denn das ist alles, was du hast!
Kısaca anlamı şu:
Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o!
İçine düştüğü gayya kuyusundan bir türlü çıkamayan, ne eli yüzü... her yeri yara bere içindeki yavrusuna bir baba bundan başka daha ne söyleyebilirdi?

Tam da rüya ile riyanın kesiştiği o noktada. Şöhretin zirvesinde.

Umudun yinelenişi.

Ufkun çizilişi.

Yolun.

Tutunamayanlara çığlık.

Gelmiş geçmiş zamanların en güzel tutunamayanına...

Romy Schneider'e...

Ne ki Orson Wells'in yönettiği ünlü Le Procès'deki (1961) şımarık kıza değil, Visconti'nin Boccacio '70'indeki (1961) mahzun dilbere...

Schneider'ın gözleri, sanırım bir kadına yakışabilecek hüznün en mahrem tecelligâhı...
Önce aşk acısı... sonra evlat acısı...

Onunkisi kendine bir türlü ulaşamayan bir kadının hikâyesiydi.

Kafka'nın Şato'su gibi. Kendine bir türlü ulaşamaz. Ne kadar yaklaşsa, o kadar uzaklaşır kendinden.
Penceredeki kadındır o! Camdaki kadın...

Pierre Granier-Deferre'in yönettiği filmdeki naif kadının ta kendisi!

Gerçekte bir ideolojiye, bir fikre, bir çıkara değil, sadece aşka inanan bir burjuva kadınının trajedisi... tüm yalınlığıyla....

Brigitte Bardot'nun tam da karşıtıdır bu yüzden.

Biri ne kadar beden, ne kadar şehvet, ne kadar et ise, diğeri de o kadar göz yaşıdır... mahzâ hüzündür... biteviye kaybediştir...

Tutunamayışın... düşüşün... zayıflığın.... güçsüzlüğün simgesidir Romy Schneider.

Kadın asaletinin simgesi...

Bu yüzden güzeldir.

Bir türlü çocukluğunu cebine sıkıştırıp yollara düşemez.

Yenilir.
* * *


... Le Café de nuit adlı tabloda cafeyi insanın yok olabileceği, aklını kaçırabileceği, cinayetler işleyebileceği bir yer olarak anlatmaya çalıştım. Kısacası, tatlı pembe, kan kırmızı ve şaraptortusu, XV. Louis'nin tatlı yeşili ile Verones yeşili arasındaki karşıtlıklarla, sarıya çalan yeşillerle maviye çalan yeşilleri karşı karşıya getirmek suretiyle bütün bunları cehennemî bir fırın ve soluk kükürt havasında birleştirip salaş bir cafe'nin o karanlık gücünü anlatmaya çalıştım.
Gece cafesi... bir bar, bir meyhane...

Önce dışı, sonra içi...

Kardeşine böyle tasvir eder. Kendisini görmek gerek. Suret ve tasviri...

İlki: café le soir, ikincisi: café de nuit...

Van Gogh bu sefer ikincisinden söz ediyor. Cafe'nin içinden...

Yaşlı bir mimarın genç mimara uyarısıdır: "Evlâdım!" demiş bir defasında, "bir binayı ayakta tutan payandaları değil, insan nefesidir."

Sanki o cafe'nin insan nefesinden nasıl da mahrum olduğunu göstermek istemiştir ressam.

İnsan nefesi... yani bir kadının nefesi...

Yaratıcının.

Buna mukabil mekân erkekçe... kasvetli... mumyalanmış bir hâlde...

İhmal âbidesi sanki... sırf turistler için...

Arles'da...

Geceyi siyahın yardımına başvurmadan gösterebilen adamdır Van Gogh.

Cafe'nin dışındaki gecede sâfi siyah yoktur.

Yeşilleri ise bir başka sever... Güneşin ışığındaki yeşilleri.... hatta gece lambası ışığındaki yeşilleri...

Duvarlar şarap rengidir... kırmızı... nefes alıp vermeyen bir kırmızı... kan kırmızısı...

Bir nokta-i nazardan nefs-i levvâme'nin rengi...

Keşkeler içinde kıvranan nefsin alâmeti...

Kırmızı ve sarı ve yeşil...

Boyanın temel renkleri değil, ışığın renkleri...

Cehennemî fırın.

Hiç mavisiz olur mu?

Maviler de müşterilerin hissesine düşmüş... ton... ton... renk... renk...

Fırında yananlara.... uyuyanlara.... sızanlara... ızdırablar içinde dolaşanlara...

Güneşin değil, gecenin sarısına razı olanlara...

Kirli sarıya...

Gece Cafesinde kasvet var, iç darlığı var.... daraltı... cehennemî fırın gibi yakıcı bir hava...

Bir kadının gözlerindeyse hüzün...

VE keder...

Hâl bu ise ey talib, ne diyebilirim ki sana?

Bir daha dene, pes etme, dünyaya inat sıkıştır çocukluğunu cebine kaç buralardan!

Hicranın kadrini bil, firak deyû çığlık atmak yerine ızdırabınla yüzleş.

Hasretinle.

Salaş bir cafenin kuytuluğunda.

Kankırmızı bir cafenin...

Hasretim, de, insanın nefesine.

Yaratıcının nefesine.


* Ot Dergisi Temmuz Sayısı


SINIR

$
0
0
Temmuz 2016





Sınır, çokluk uzamın sınırları olarak düşünülür, örneğin ülkenin sınırları: hudud. Bu çoğul sözcüğün içinde saklı had kökü görülebilirse, bir çırpıda uzamsal sınırlardan toplumsal sınırlara geçilmiş otur ve bu sefer hudud'daki nicelik hemen niteliğe dönüşür: haddini bilmek. Kişinin haddini bilmesi, özsel sınırlarını bilmesidir çünkü. Ne garip değil mi, eski çağlardan bu yana insanın özü hep bir uzam gibi, bir uzamdaymış gibi düşünülmüş ve bu uzamın sınırları da ister istemez onun belirlenimini, yani tam ya da eksik tanımını oluşturmuştur: hadd-i tam ve hadd-i nakıs. Belirlemek tanımlamak, tanımlamaksa sınırlamaktır çünkü. Bu yüzden definition sözcüğünün içindeki finitus (sınır) da farkedilmeli, çünkü ülke gibi, toplum gibi, bilincin bile topografik anlatımı toposları, yani yer ve sınırı dikkate almaktan kaçınamamıştır: önbilinç-bilinç-bilinçdışı.

Bir son ve sınır düşlemeksizin insan özgürlüğü duyumsayamaz. Aklınca sonsuzluğu önce gerçekliğin dışında arar, ürkse de bu kadarıyla yetinemez ve gerçekliğin kendisini bizzat sonsuzluk haline getirerek tıpkı. Spinoza gibi haykırmaktan kendini alamaz: omnis determinatio est negatio.

Her belirleme olumsuzlamadır, eşdeyişle değilleme, çünkü özdeşlik yasasının gereğidir çelişmezlik: ben ben isem kesinlikle sen değilimdir. O halde şimdi de sıra kendiliğinden determinationsözcüğünün içinde saklı terminuskökünü görmeye geldi: sınır tanrısı, tarlaları birbirinden ayırmakla kalmayan onların hududunu da koruyan bir tanrı, biraz daha derine kazılırsa: eşik tanrısı.Şu bildiğiniz kapı, tam da evin içiyle dışını ayıran sınır, ne iç ne dış, salt sınır ve fakat bu sefer başkasının sınırı. Kısaca limit, ünlü kullanımıyla finish,bir son, ama aynı zamanda başlangıç, çünkü iki yanın tam da ortası. Akılyürütme zinciri içindeki öğelerden en önemlisi: terminus medius, eskisi hadd-i evsat, yenisi orta terim. Sözcükler de birer sınır, kavramlar da, olgular da. Tümü de bir uzam içinde, ama hep içindekinin içinde: fihi-ma-fih.


* Ot Dergisi Temmuz Sayısı


15 TEMMUZ MANİFESTOSU: “TÜRKİYE’NİN RUHU”

$
0
0
Hürriyet, 7 Ağustos 2016





Bir siyasal ortaklık biçimi olarak Cumhuriyet, asla belirli bir toprak parçası üzerinde hasbelkader yaşayan insan kütlelerinin toplamından ibaret doğal bir şekilleniş değildir, aksine Cumhuriyet,

o toprak parçasının tamamını bir yurt,

o yurt üzerinde yaşayan nüfusun tümünü birer eşit ve özgür yurttaş,

o yurttaşların herbirini kendi yurtlarında kendi geleceklerini yine kendilerince belirlemeye ahdetmiş gerçek özneler haline dönüştürmeyi amaçlayan bir ortakiradenin adıdır, eşdeyişle bir tinsel biçimlenişin adı.

Bu yüzden ne belirsiz, köksüz, tanımsız sıradan bir başlangıç, ne de bitmiş, tamamlanmış rastlantısal bir sonuçtur, aksine Cumhuriyet, özü gereği gelişme, büyüme, serpilme arzusu taşıyan dirimli bir süreç, yönünü geleceğe çevirmiş bilinçli bir ilerleyiş, yaşamı daha iyi bir yaşama dönüştürme yolunda kesintisiz bir yürüyüştür. Ne ki tüm yalpalamalarına karşın amaçsız bir yolculuk, sıradan bir gezinti, bilinçsizce bir sağa sola savruluş değil, aksine kararlı bir yürüyüştür, kuşaklar boyu sürecek düşe kalka bir yürüyüş, öyle ki tarihsel olarak tek başına bir lider veya soyun yetenek ve öngörülerine, sırf ayrıcalıklı bir zümre, sınıf veya kurumun öznel becerilerine, sadece kendine özgü zenginlikleriyle ayrışmış bir bölgenin nisbî kazanımlarına hasredilemeyecek denli kollektif bir yürüyüş.





Bu aşamayı Tanzimat’tan, I. ve hatta II. Meşrutiyet’ten ayıran en belirgin ve üstün vasfı onun asıl bu yanında aranmalıdır: Cumhuriyet, kelimenin tam anlamıyla cumhurun, yani tümüyle bir halkın kendi yazgısını yine kendisinin belirleme konusundaki kararlılığının ifadesidir.

Cumhuriyet’i vareden ve yaşatan ortak irade, sanılmasın ki sadece bu iradeyi taşıyan maddi koşulların, sözgelimi nüfus ve toprağın, buğday ve arpanın, demir ve çimentonun, sanayi ve ticaretin, tank ve tüfeğin ürünüdür. Asla! Bu ortak irade, bu halkın en özsel yeteneğinin, yani bizzat kendi ruhunun eseridir. Ortak iradenin ete kemiğe bürünmesi anlamında Cumhuriyet böylesi bir ruhun, evet, doğrudan Türkiye’nin Ruhunun tecellisidir, bir tecelli ki tarih boyunca asla sadece yaşamda kalma ve yaşamı sürdürme gibi ilkel güdülerini doyurmakla sınırlı kalmamış, daima daha özgür ve eşit bir halk, daha bağımsız bir devlet, daha adil bir yönetim, daha onurlu bir yaşam talep etme hakkından asla vazgeçmemiştir. Nitekim “Gençliğe Hitabe” gibi 1927 tarihli kısacık bir metinde bile istiklalve cumhuriyet sözcükleri dörder kez ve her kullanımlarında yanyana geçerler. Bu yanyanalık, sadece Cumhuriyet’in temelinde halkın istiklal talebinin yer aldığını imlemekle kalmaz, ikisinin birbirinden ayrı düşünülemeyeceğinin tarihsel kanıtını da teşkil eder.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, kuruluşunun üzerinden çeyrek yüzyıl bile geçmeden yapılan ilk seçimle bir demokratik cumhuriyet haline dönüşmesi ve bu iki sözcüğün bundan böyle birbirinden ayrı düşünülemeyecek en aslî nitelikler olarak siyasal alanı belirlemesi kesinlikle bir rastlantı eseri olmayıp tüm farklılıklarıyla sivil toplumun kendi ortak yaşam idealini gerçekleştirme azminin doğal sonucudur, çünkü son tahlilde özgürce yaşama liyakatını kanıtlamış her halk kendi ruhunun yüceliklerine boyun eğer ve asla kendi iradesinin gereğini yapmaktan kaçınamaz, dolayısıyla bu halkın özgürlük ve bağımsızlığını bir armağandan, bir ihsandan çok bir hakolarak görmesi kimseyi şaşırtmamalıdır. Bu yüzdendir ki “hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl” dizesi şairane bir temenninin veya öylesine dile gelmiş bir hüsn-ü kuruntunun ya da yaşanmış onca felakete karşın umut vaad eden gelişigüzel bir dileğin değil, tarihen kanıtlanmış bir hakikatin en sahici ifadesidir.

Bizi aldatmak isteyen sivil veya askeri oligarşi heveslileri, bizi yine bizim ortak değerlerimizle aldatmak zorunda olduklarını gayet iyi bilirler. Nitekim kendi olanakları ölçüsünce yüzünü daha eşit ve daha özgür bir yaşama çevirmiş olan halkın bu yürüyüşü zaman zaman kimi müdahalelerle durdurulmak ve siyasal alanın sınırları namlu’nun talep ve korkularınca belirlenmek istendiğinde, bu teşebbüslere “cumhuriyet’i koruma ve kollama” gerekçesiyle meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış ve demokrasiye kasteden her çete, Türkiye’nin Ruhunu, her defasında ancak yine onun kendi özlemleri üzerinden ikna etmek zorunda kalmıştır. Ancak yine de her darbeden, her baskıdan, her tasalluttan sonra, daha ilk seçimde, bakışını daima ileriye çeviren halkın iradesi bu ruhun tecellisine aracılık etmekten geri durmamış ve asla Cumhuriyet’in ortak kazanımlarını feda etmeye yanaşmamıştır.

Varoluş mücadelesinin olduğu her yerde ya-ya da kipini kullanmak bir zorunluluk halini alır ve öyle bir an gelir ki insan, önünde “ya istiklal ya ölüm” demekten başka çıkar yol bulamaz. Ölüm ister istemez seçilmesi gereken bir yola dönüşür ve doğal olarak halk istiklalini kaybetmektense ölümü tercih eder, çünkü bilir ki kölelik ya da kula kulluk, yani halkın kendi iradesini ayrıcalıklı bir zümrenin veya grubun eline teslim etmesi, gerçekte ölümden de beter biçimde yaşamanın adıdır. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki yaşamanın “haysiyetlice yaşamak” anlamına geldiği yerdir burası. Köleci ve kölece bir yaşamı seçenler, bu yüzden sadece istiklallerini değil, haysiyetlerini de kaybederler.

O halde şimdi zaman, bakışımızı halkın vekillerinden, temsilcilerinden, liderlerinden çok bizatihi kendisine yöneltme zamanı. Siyasal önderliği önemsemediğimiz veya küçümsediğimiz için değil, halkın asaletine gösterilecek özenin kendisi bizi bu yola davet ettiği için.

Hiçbir parça, parçası olduğu bütüne galebe çalamaz, hiçbir uçak, hiçbir tank, hiçbir tüfek onları ellerine veren halkı can-evinden vuramaz, onun vicdan-evine ateş edemez. Vurursa, ederse, temsilcilerinden önce halkı karşısında bulur, bulmuştur da.





15 Temmuz gecesi gerçekleşen oligarşik darbenin düzenleyicileri her olasılığı tüm ayrıntılarına değin hesaplamış olsalar dahi, büyük bir gafletle hesap dışı bıraktıkları tek hakikattir Türkiye’nin Ruhu. Onları asıl durduran başlıca engel de, attıkları her bombaya, sıktıkları her kurşuna göğsünü siper eden de, kaldırdıkları F-16’lara kendi tarlalarını kendi elleriyle ateşe vererek direnen de esasen bu ruhtu: Türkiye’nin Ruhu. Lakin bu sefer bedeniyle birleşmiş bir ruh! Bedeniyle, yani halkıyla.

Bu gafletin belleklerimizden silinmemesi gereken en başat simgesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bombalanmasıdır, çünkü orası eşitlik ve özgürlük içinde yaşamak isteyen bu halkın kendi iradesinin en mukaddes tecelligâhıdır. Halkın sadece temsilcilerinin değil, bizzat kendi kalbinin de attığı yerdir ve bombalanması bir rastlantının değil, bu ülkenin geleceğine yönelik bir kasd-ı mahsusun eseridir. Orada sadece taştan duvardan bir bina değil, aksine bu ülkenin asırlarca kanından, canından, alınterinden, inancından inşa ettiği koca bir vicdan-evi bombalanmıştır.

O halde düşünmenin tam sırası: şu adına katılımcı demokrasi denilen şey de nedir? Seçimden seçime sandığa oy atmak mı, yoksa bir hülya, bir ütopya mı veya kılı-kırk-yarıcı kuramcıların reel-politikte karşılığı olmayan o bildik kavramsallaştırmalarından biri mi? Sahiden nedir katılımcı demokrasi?

Özellikle 15 Temmuz’dan itibaren, bu ülke halkının artık ne kitaplardan öğrenmesi gereken bir kavramdır katılımcı demokrasi, ne de sonu gelmez tartışmalara dalmış akademisyenlerin hayallerini süsleyen ütopik bir imge, aksine, bundan böyle hakikatini herbirimizin şahsen ve bizzat idrak ettiğimiz, hatta işte budur diye somut olarak tanıklık edebileceğimiz denli açık-seçik bir sahici olgudur. Katılımcı demokrasi, başkalarının zorlamasıyla veya önerisiyle bu halkın isteksizce boyun eğdiği ne idüğü bilinmez bir kurum veya kavram değil, aksine, Türkiye’nin Ruhunun, kendi ruhumuzun bize kazandırdığı geri dönüşü olmayan bir tarihsel aşamadır. Evet, ortak iradenin bu ülkede eşit ve özgür olarak yaşamayı hayal eden sivil toplum aracılığıyla tahakkuk ettirdiği emsalsiz bir aşama. “Cumhuriyet’i koruma ve  kollama”nın “demokrasiyi koruma ve kollama” anlamına dönüşmekle kalmayıp asıl şimdi halkın bilincinde gerçek değerini kazandığı bir aşama.

Ne ki savaşın amacı savaş değil, barıştır, yaşamın amacıysa salt yaşam değil, daha iyi, daha onurlu, daha erdemli bir yaşamdır; hangi ırktan, hangi sınıftan, hangi cinsten, hangi din ve mezhepten olursa olsun ülkenin tüm yurttaşlarının kendilerini daha eşit ve daha özgür hissedecekleri bir yaşam, kısacası Türkiye’nin Ruhuna yakışır bir yaşam.

Hiçbir halk, ruhsal değerlerini salt maddi koşullarından üretmeyi başaramaz, hiçbir zümre kendine özgü simgeleri sırf tek yanlı dayatmalarla yurttaşların geneline şamil kılamaz. Yine hiçbir halk, insanın özüne saygı duymayan, insanca farklılıkları hiçe sayan, sezgileriyle aradığı o yasaların yasasını: adaleti gözetmeyen kimi öznel heveslerin, kendi iradesiyle akdettiği “toplumsal sözleşme”yi çiğnemesine izin veremez.

Aydınların ve siyasetçilerin her zaman olduğu gibi halktan öğreneceği çok şey var:

Her ne pahasına olursa olsun karşılıklı konuşmanın, uzlaşmanın, anlaşmanın tüm yollarını, tüm araçlarını sonuna değin zorlamak. Nitekim her akşam Türkiye’nin her yerinde demokrasi nöbeti tutmak için biraraya gelen sivil toplumun tüm sahte zıtlıkları bir yana bırakarak Mehter Marşı ile Onuncu Yıl Marşı’nı peşisıra çalma aşamasına gelmesi bile, kendi arasına sokulmuş sözde karşıtlıklar üzerinde beliren yeni bir uzlaşma arzusunun ifadesi değil de nedir? Keza daha düne kadar çatışma dilini terketmeye yanaşmayan partilerin hep birlikte demokrasiyi güçlendirmek amacıyla düzenledikleri ortak mitingler üzerinden dalga dalga tüm ülke sathına yayılan olumlu havanın, barış içinde daha eşit, daha özgür, daha erdemli bir yaşam umudunu beslediğinde hiçbir kuşku yok. Yeni bir anayasa yapmak yükümlülüğüyle karşı karşıya olan bu ülkenin, öncelikle böylesi bir uzlaşma zeminini eşsiz bir kazanç sayarak hareket etmesi, henüz yetersiz de olsa bu gelişmeleri iç barışın tesisi bakımından kaçırılmaması gereken büyük bir fırsat olarak değerlendirmesi gerekir, çünkü zaman, ne mutlu ki bize, artık demokrasiyi kurmak değil, sağlıklı biçimde toprağımızda yerleştirmek zamanı.

Düşünmenin, özü gereği, en temel, en aşkın, en evrensel ilkelere yönelmek olduğunu bilen ve bu ülkenin geleceğine içtenlikle inanan her namuslu aydın, hiç tereddüt etmeksizin cemaatlerin değil cemiyetin, hükümetlerin değil devletin, cemiyet ve devlet karşısında ise bireyin, yani daima insanın yanında yer almayı bilmelidir, çünkü ülkenin içinden geçtiği bu zor günlerde hiçbir ayrım yapmaksızın evrensel değerlere sahip çıkmak, aynı zamanda Türkiye’nin Ruhuna sahip çıkmaktır.

Bu halk esarete yeteneksiz olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. O halde şimdi artık konuşma zamanı. Sesimiz kısılana değin, korkmadan, çekinmeden, tüm özlemlerimizi, tüm umutlarımızı sanki onları hemen yarın gerçekleştirebilirmişcesine tüm yüreğimizle tartışma zamanı. Birbirimize pazularımızın gücünü göstermekten çok gönlümüzün genişliğini açma zamanı. Bizi bir arada tutan en temel özelliklerimizin benzer yanlarımız kadar farklılıklarımız olduğunu da unutmadan sonsuza değin birbirimizle konuşmak ve birbirimize inanmak zamanı.

“Olması gereken” hakkında konuşmak, “olan”dan gaflet etmek anlamına gelmez. Olan olur çünkü, hem de daima olur. Fakat unutulmamalı ki bizler en insanî yanımızı, “olan”ın o soğuk ve katı gerçekliğinden dem vurmayı marifet bilmekle değil, “olması gereken”in o kırılgan ve naif hayalini yüreğimizde diri tutmakla hissederiz, insana inanmakla, umut ve özlemlerimizden vazgeçmemekle.

İnanmak güvenmek demek, insana, insanımıza.

Güvenmek, insana özgü üst-değerler sözkonusu olduğunda hayal kırıklığına uğramaktan korkmamak demek.

Korkmamaksa, bilincimizi, hiçbir hakikatin onu incitemeyeceği şekilde eğitmeyi sürdürmek, insana öncelikle Hz. İnsanolarak hürmet etmek demek.

İstiklal Marşımız niçin “Korkma!” diye başlıyor sanıyorsun ey talib, işte bundan.

O halde sen sen ol da insana, yaşama, geleceğe güvenmekten korkma, ve hiç tereddüt etmeden yürümeye devam et, yol insanı terbiye eder çünkü.

Şimdi, salt yaşamak, yaşamda kalmak değil, daha iyi yaşamak zamanı!



NTV, Yakın Plan

Viewing all 497 articles
Browse latest View live