Quantcast
Channel: DÜCANE CÜNDİOĞLU SİMURG GRUBU
Viewing all 497 articles
Browse latest View live

UMUT

$
0
0
Ekim 2016





Umut insanın özüdür, çünkü gelecektir. Umut varoluşun tüm sıkıntıları karşısında insanın direnişini olanaklı kılan biricik yetisi; şimdi’den kaçıp kurtulmanın anahtarı, gönlün anahtarı: yapabilmek demek. Umut istencin diğer adı, salt yaşamayı değil, iyi yaşamayı da istemenin adı. Temenni umudun değil umutsuzluğun eşanlamlısı bu yüzden. Temenni çabasız, emeksiz istenç, bir tür hüsn-i kuruntu, peki ama umut öyle mi, aksine, umut çaba ve emek demek, kötücül olan ne varsa ona karşı ayak diremek, direnmek, ölümü değil yaşamı, kötüyü değil iyiyi, yokluğu değil varlığı seçiyorum demek. Bilincin en bilinçsiz, en ilkel, en insanî hâli, zatenöğretilmiştir, asla sonradan öğrenilmesi gerekmez, çünkü umut, bir bebeğin dünyaya daha ilk adımını atarken savurduğu çığlık demek, sözün özü: umut demek yaşam demek.



* Ot Dergisi Ekim Sayısı





Facebook

MOTTO

$
0
0


Dücane Cündioğlu'nu yeni kitabı MOTTO çok yakında...


35. Tüyap İstanbul Kitap Fuarı

Söyleşi:

"İnsanca Şeyler Felsefesi"

Yer: İnterexpo Salonu
Tarih: 13 Kasım 2016
Saat: 12:00 - 13:00

İmza:

Yer:Kapı Yayınları ( 3. Salon No: 313)
Tarih: 13 Kasım 2016
Saat:13:00-14:00, 15:00-16:00


MELANCHOLIA

$
0
0

8 Eylül 2012






Hypotheses non fingo.

Newton, Philosophiæ Naturalis Principia Mathematicanın 1713 tarihli ikinci basımına eklediği notlarda kullanır bu ifadeyi.

Faraziye uydurmuyorum.




Çıplak olgulardan çıkarsanmayan her yargı teşebbüsünü deneysel felsefede yeri olmayan bir varsayım addeder bu bilimadamı. İddiasına göre, o önce tikel önermelerini olgulardan çıkarsamakta, ancak daha sonra tümevarım yoluyla bu önermeleri genel yargılara dönüştürmektedir.







Hipotez bu yüzden bir varsayım türü. Sanki olgulara ihanet. Geçici kabuller çünkü. Koşullu yargılar. Ama bir süreliğine. İspatlanana kadar. İspatlanana, yani subutiyeti açıkça gösterilene kadar.









Bilimsel umudun bir diğer adı hipotez. Bilimden çok, bilimadamının umudu. Soyutlamanın. Varolanla temasa geçmenin ayrıcalığı. Fizik’le. Doğa’yla. Varsayarak ilerlemek, farz u itibar ederek. Derken, bir süreliğine olsun zihinde varlığı kabul edilenin daha sonra dış-dünyada da varlığının gösterilebileceğini farzetmek. Hipotezler üretmek. Boşa çıkarsa eğer, yılmadan yeni varsayımlar geliştirmek ve her defasında gerçekliğe başvurmak suretiyle bu varsayımları olgular üzerinden biteviye sınamak.

Peki sözkonusu olan gelecek ise?

Varsayımların yerini tahminler alır bu sefer. Bilimsel tahminler. Olasılıklar, öngörüler, hatta önsavlar. Delili nedir? İstatistikler, yani biriktirilmiş gözlem ve deneyler. Öngörülerin dayanağı daha önce neyin ne kadar olduğudur. Bilinmelidir ki olgu, tekrarların ve dahi tekrarlardaki sıklığın vesatetiyle oluşur. Miktarla. Olasılıkların miktarıyla.

Tam da bu-ara-da, alkışlardan ne söylediği bir türlü anlaşılamamış bir dehanın, yani Goethe’nin, Newton’a, hiç değilse Farbenlehreda (1810), yönelttiği şiddetli itirazların, matematiğin o kavi ve muhkem surları karşısında yetersiz ve hükümsüz kaldığını hatırlamak gerekir. Hesabın ve tekniğin karşısında. Ne yazık ki henüz arkamızda bıraktığımız o koskoca yüzyıl içinde bu kavganın yaratıcı değerine işaret eden pek kimse çıkmaz. Kant ile Goethe’yi Discovering the Mind (1980) adlı eserinde iki karşıt kutba yerleştiren Walter Kaufmann’ı saymazsak, bir tek Heidegger istisnaymış gibi görünüyor. Bir Alman. Üstelik o da olup biteni yıllar sonra farketmek koşuluyla. Örneğin iki dünya savaşını da idrak ettikten sonra.

Goethe’yi yıllar sonra anlamaya başladığını (mit den Jahren lerne ich Goethe verstehen) itiraf etmekten kendini alamayan yaşlı filozofun görüşlerine ancak sevdiği kadına yazdığı 18 Aralık 1950 tarihli özel bir mektuptaki ürkek satırlar sayesinde muttali olabiliyoruz:

Sein Kampf gegen Newton für die Phänomene ist auf dieser geschichtlich gegebenen Basis der Scheidung des «Ästhetischen» und «Noetischen» dennoch in der Richtung angelegt, die Erde für die Welt gegen die bloβe Rechnung zu retten. [Estetik-Noetik ayrımının işbu tarihsel temeline istinaden Goethe’nin fenomenler hakkında Newton’a yönelttiği şiddetli itiraz, ancak evrenin hatırına yeryüzünü kılı-kırk-yarıcı hesap(çılık)tan kurtarmaya matuftur.]



Estetik-Noetik ayrımı, yani sezgisel ve akılsal arasındaki o çok güç kaynaştırılabilir ezelî karşıtlık, Goethe ile Newton’un dünya-görüşlerinin ufkunu da belirler kaçınılmaz olarak. Bilgeartık yerini bilgine terketmek zorundadır. Kılı-kırk-yarıcı hesap adamına. Mühendise.

Bundan böyle bedii-ilmî veya hadsî-aklîayrımının körüklediği kavga, ilkinin aleyhine sonuçlanacak, Goethe’nin direnişi bu süreci durdurmak bir yana yavaşlatmayacaktır bile. Oysa güzel’i kenarda durmaya zorlamak suretiyle yaşamın bütüncül yorumuna ulaşamayız.

Çözümleyici olanın hükümranlığı sezgilerimizden vazgeçmemize yol açmamalı. Direnmeliyiz. Bilimsel öngörülerin yerine, dikkatimizi bir an için kehanetin doğasına yöneltmeliyiz. Çünkü bilimadamı geleceğe bakarken geçmişe muhtaç olduğunun farkındadır. Öngörüde bulunurken asla geçmişten kaçınamaz. Doğanın geçmişinden.

Kehanetin işleyişi çok farklıdır oysa. Deney ve deneyimin pek bir yararı olmaz. Geçmişin. Tekrarın. Sıklığın. Kehanetin kudreti bizzat kahinin masumiyetindedir. Kahin değilse, kahinenin bekaretinde. Ama her halukarda saflığında. Çocuk veya kız olmasa bile muhakkak kocakarılığında. Yinelenen çocukluğunda. İlla ki haz ve çıkardan uzaklığında. Deliliğinde. Cinnetinde.

Cadılığın kehanetle, büyüyle, keramet ve mucizeyle ilişkisi, kadınlığın doğayı temsil etmesi nedeniyledir. Ancak natura naturans anlamında değil, natura naturata anlamında. İlki erkeğin vasfı. Tanrı’nın. İkincisi mahlukatın. Doğanın. Kadının. Akıldan uzaklığın.

İmdi, akıl-esin karşıtlığının belirdiği yerdeyiz. Bilim ile Sanat’ın, Felsefe ile Din’in, Kemal ile Zeval’in, Erkek ile Kadın’ın.

Antik çağlarda histerinin, orta çağlarda melankolinin, modern çağda depresyonun kendisine yakıştığı, yakıştırıldığı biricik varlığın kadın olması asla tesadüf değildir. Akıldan uzaklığın nimetleri kadar külfetleriyle de başa çıkmak zorunda bırakılan kadın. Kehanetin mebdei. Nitekim Kassandra her kadında küllerinden dirilir. Bir daha. Bir daha. Her kadında. Her defasında. Görür ama kimseyi ikna edemez. Hakikatin bilgisi akıldan feragat edilmedikçe üstlenilemez. Delirmek, yani cinnet hikmetin biricik koşuludur. Ödülü değil, koşulu. Hakikatin bilgisinin. Hem de en önemli koşulu. En önemli ve en değerli.


Kadın, Lars von Trier sinemasının kaçınamadığı yazgı. Bütün filmlerinde. Belki kadını yok ama annesi var. Bir de kendisi. Yeterince kendisi. Kaçınamayacağı animası. Son filmi Melancholia (2011) işte bu yazgının en kalıcı uğraklarından. Üstelik Antichristin (2009) hemen ardından. Bu nedenle sağaltıcı.

Lars’ın birçok filmi gibi hak ettiği karşılığı görmedi. Anlaşılmadı çünkü. Skandal düzeyde irkiltici bulundu. Yönetmeni tebessüm ettirecek denli irkiltici.

İnsan anlamak ister, anlamayınca kızar, öfkelenir ve suçlar. Sonuçta elenir. Usulca elinden tutulur ve nezaketle yorumsamanın sınırları dışına bırakılır. Sırf yorulmadığı için. Anlamak için gereken asgari titizliği göstermediği için, sadece sanatçının cilvelerine, hatta kaprislerine değil, asıl sanatın o ikircikli diline nüfuz edemediği için. Simgelere. Çiftdeğerliliğe. Ambivalanceın özüne.


Antichrist Tarkovski’ye adanmıştı. Lars’ın hesaplaşmaktan bir türlü kendini alamadığı selefine. Antichrist gibi Melancholiada Tarkovski’yle hesaplaşmanın mahsulü. Hiç kuşkusuz. Bu nedenle Tarkovski’yle paralel okumaya tabi tutulmadıkça Lars’ın ne dediği kolay kolay anlaşılamaz, özellikle Tarkovski’nin ölmeden önce çektiği Offret (1986) adlı son filmiyle.





Aralarındaki en önemli fark, Tarkovski insana inanır, güvenir, iyimserdir bu yüzden, Lars ise kötümser. Elindeki malzemeyi birbirine sürterek çitiler, ezmeye, unufak etmeye çalışır. İzleyicisine müsamahasızdır. Ses almaya gereksinim duyar, alkışa değil. Övgüye hiç değil. Şefkat isteyen kiliseye gitsin, içinizde hakikat ateşini avuçlamak isteyen varsa buraya gelsin, der gibidir. Kendini, hakikatini, çocuksuluğunu küstahlığında gizler. İnadına.

Lars, bir söyleşisinde, ben 19. deliğin içindeyim, der. Limboda yani. Tamıtamına zindanda. Sanatçının, yazgısı gereği, asla içinden çıkamayacağı kuyunun en dibinde. Cehennemde. Cehennemin ilk halkasında. Ama zahirde. Gerçekteyse yaşamın zirvesinde. Putperestler meclisinde. Suçlamak ve yargılamak yerine önce anlamak gerek. Anlamak, yani hürmet etmek!


Melancholianın kahinesi, cadısı, azizesi Justine’dir (Kirsten Dunst). Bir tür Kassandra. Geleceği görür. Kıyameti. Yokoluşu. Bedelini de öder önceden görmenin. Çaresiz yalnız kalmak zorundadır. Gördükçe. Farkettikçe. Kazanmayı umursamaksızın fasulyelerin adedinin 678 olduğunu bilmekten büyük bir ıstırap mı vardır bu dünyada? Justine bilir ve acı çeker.




Patikalarda limuzinle dolaşılmaz.
Giriş sahnesinin gongu bu vuruşla çalınır ve teleskobun kehanet karşısındaki acziyeti kesinleşene değin bu vurgu hiç ama hiç azalmaz. Doğanın çalılıkları içerisinde aklın kesinliğinden, biliminse heybetinden beklenecek yararın sınırlı olduğu kabul edilmeli ve hürmetle sezginin önü açılmalıdır. İntuitionun. İlhamatın. Sırriyatın. Keşfiyatın. Fütuhatın.
Ancak hazırsanız tecelliye mazhar olursunuz. Dikkatle yönelmişseniz. Bekliyorsanız. Hira’daysanız.

Kuşku duymamalı, gaflet zuhura manidir. Mucizelere.

Filmin ilk bölümünde yönetmenin seyirciyi hayli yoran hareketli kameranın sert kullanımını tercih etmesi belki biraz acımasız ve fakat yerinde bir teknik olarak bir kenara kaydedilmeli. Çünkü böylelikle hem izleyicide duygu olarak yaşanmasına gereksinim duyulan baş dönmesi (motion sickness) büyük ölçüde sağlanmış olur, hem de gündelik korku ve kaygılar (furcht) ile varoluşsal daraltı ve gerginliğin (angst) yol açtığı iki karmaşa biçimi açıkça farkedilecek hale gelir. İlki metalik bir gürültü. Maddi. Kulak tırmalayıcı. Bedenen yorucu. A-ritmik. Düğün gibi. Diğeri ise, salt sükut darbesi. Tamamiyle ritmik. Düzenli. Sakin. Ancak ruhsal. Biri dış-dünyada (beyin) ağrılara yol açarken, diğeri içeride (kalp) sızılara neden olur.

Filmin başlarında yer alan en etkileyici sahnelerden biri de ablası Claire ile arasında geçen tartışmanın akabinde Justine’nin tepkisidir. İnsan Marquis de Sade’ın Justineini hatırlamadan edemez. Sonuçsuz kalacak bir saflığı. Kirlenecek olduğunda bakılamaz hale gelecek olan gerçek altın sarısını. Nitekim Justine kızgınlıkla hemen ayağa kalkar ve kütüphane raflarında açılı halde duran sayfalarından Maleviç’in modern çağı ve makinalaşmayı kutsayan Siyah Daire (1913), Beyaz Kare (1915) vb. suprematist resimlerinin göründüğü sanat kitaplarını kaldırarak, onların yerine, hızlıca Yaşlı Bruegel’in Jäeger im Schnee (1565) veDas Schlaraffenland (1567),John Everett Millais’in The Woodsman’s Daughter (1851) ve Ophelia (1851-52), Caravaggio’nun ise Davide con la testa di Golia(1610) adlı resimlerinin bulunduğu kitapları koyar.



Justine’nin Maleviç’in yerine Millais’i tercih etmesi, sadece film afişinin de ilham kaynaklarından Ophalia tablosunun melankolinin simgelerinden birini teşkil etmesi sebebiyle olmamalı. Çünkü 1848’de Millais’in de kurucularından olduğu Pre-Raphaeliteler, John Ruskin’in rehberliğinde, sanayi devriminin etkilerine, makinalaşmaya, modernleşmeye şiddetle karşı çıkıyorlar ve Kitab-ı Mukaddes’in ve hatta mitolojinin saf ve berrak ruhuna geri dönülmesi çağrısında bulunuyorlardı. Raphael öncesine.






Maleviç (öl. 1935) ise, malum, tam aksi istikametteki bir söylemin temsilcilerindendir. İlerleme ve makinalaşmanın coşkulu taraftarlarındandır, tıpkı 1923’te aşağıdaki dizeleri yazan, Mayakovski’nin etkisi altındaki genç Nazım gibi.


Trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!

makinalaşmak istiyorum!
beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu

altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!
Trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!

makinalaşmak istiyorum!

Kitab-ı Mukaddes Batılı bilincin kurucu ögesidir. Gözardı edilemez temel. Bruegel’den ve Caravaggio’dan seçilen tabloların da bu temeli güçlendirmeye hizmet ettikleri kuşkusuzdur. Mesela Davud, nasıl olur da kendisinden çok güçlü olan Golyat’ın kellesini koparmayı başarır. Elbette iman gücüyle.

Hatırlanacak olursa, Offrette de Tarkovski, Leonardo da Vinci’nin Adorazione dei Magisinin (1481) simgesel gücünden yararlanır. İsa’nın gelişi karşısında boyun eğen bilimin tevazûu, benim çevirimle, kahinlerin arz-ı ubudiyeti ile tescil ve takdis edilir.

Kısacası, her iki filmde de bilim-kehanet, akıl-sezgi karşıtlığı her adımda açıklığını muhafaza eder, hem de hiç taviz vermeksizin. Ne ki sadece dikkatini esirgemeyenler için.

Filmin ikinci bölümünde ise, temel figürler üç kişiden ibarettir: Justine’nin ablası (Claire), eniştesi (John) ve yeğeni (Leo). Yani Justine dışında, Melancholia’nın dünyaya çarpma (kıyametin kopma) ihtimali karşısında tepkilerine yakından tanık olacağımız üç kişi.


Dünyaya en bağlı olanı John’dur. En paracı, en haris ve en hoyrat davrananı. O koca teleskobuyla her şeye hakimdir. Güya. Bütün hazırlıkları yaptığına inanır. Bilimin temsilcisi odur. İhtimallerin kesin sesi. İhtimaller tükenince en evvel o yaşamına son verir. Bencilce. Kimseye haber vermeden. Eşine ve biricik oğluna. Sorumluluklarını hiçe sayarak. Ölüm korkusu karşısında o kadar dayanıksızdır ki kimseyi düşünmez.

Claire de ondan pek aşağı kalmaz. Ancak o bir annedir nihayetinde. Natura naturata. Tereddütler yaşar. Yaşama hayli düşkündür. Ne var ki her defasında güçlü ihtimalleri değil, zayıf olanları seçer. Muhafazakardır. Her halukarda statükoyu korumaya çalışır. Sakin ve mutedil görünür. Vasat ve itidali gözetmek, mevcudu muhafaza etmenin en emin yollarındandır çünkü. Bu yüzden de ölmekten çok kaybetmekten korkar. Modern burjuvazi Claire’in çelişkilerinde tecessüm eder. Yaşama hakkını zor ele geçirmiştir, kolayca kaybetmeye dayanamaz.



Nedir yaşam?

Belki kendisine fazladan 19. deliğin de eklenmiş olduğu bir golf sahası.

Küçük yeğen Leo ise, teyzesine (kahine’ye) kulak veren tek kişidir. Stalker'a. Evde belki de inanan tek kişi. Masumiyeti Leo temsil eder. İnancı. Teslim olmayı. Güvenmeyi. Aldatılmaya hazır olmayı. Mucizeyi. Olup bitenlerden habersizdir. İnanır ve tevekkül eder. Hepsi o kadar! Bu yüzden huzur içerisindedir. Çelikkıran teyzesi (steelbreaker) onu her türlü kötülükten koruyacaktır.

Korur da. Hiç değilse önceden hiçbir kaygı duymadan gözlerini kapamasına yardımcı olur. Yaşamı terketmesine. Korkmadan. Paniklemeden. Tevekkül içinde. Gözlerini kapar ve bekler.

Nasıl?


Birkaç dal parçasını birbirine çatıp oluşturdukları derme çatma bir kulübe müsveddesinin altında elele tutuşmak suretiyle. Bilimin devasa teknolojik aygıtlarıyla değil, bilakis kalbe sükunet veren şefkat dolu iki eli ellerinde hissetmekle.




Modern dünyada din belki o derme çatma kulübe müsveddesi kadar yoksul görünür insana ama, unutulmamalıdır ki akademinin çatısı altında bulunmayan ne varsa, mabedlerde kendisine o sunulur. Kehanet, yani umut, yani mucize. İnsan insanı mabedde bulur. Yoksullukta.

Offretten ödünç alınan ne çok şey vardır Melancholiada.

İlkinde, Alexander, yaklaşmakta olan kaçınılmaz sonu görür. Nükleer savaşın korkunçluğunu. Bir tek o görür. Eşi Adelaide ise, tıpkı Melancholiadaki John gibi, ölüm korkusuna dayanamaz ve panik içerisinde krizler geçirir. Her iki filmde de dünyaya en düşkün olanlar, ne gariptir ki en önce dizleri çözülenlerdir.

Umudun sembolü olan Alexander, hiç tereddüt etmeden keffareti öder ve gidip büyücü kadınla yatar. Maria (Meryem) ile. Annesiyle. Doğanın kucağına döner yani. Makinelerin acımasız dünyasından doğanın şefkatli kucağına.

VE bela bir anda defolur. Dünya kurtulur. Yaşam. İnsan. Önce söz vardı, diye başlayan film aynı mottoyla sona erer. Aynı ayetle. Umutla. Alexander nasıl ağaca su verdiyse, oğlu da babasından öğrendiği gibi aynı ağaca su vermeyi sürdürür. Ve film boyunca tek kelime etmeyen çocuk son sahnede konuşur. İlk kez. Önce yaşam vardır. Her daim yaşam. Oysa Justine’nin çalıştığı şirketten gelen genç halefiyle uluorta birlikte olması hiçbir şeyi değiştirmez. Çünkü iş dünyası masumiyetin bikrini izale etmekte istisna gözetmez.






Tarkovski iyimserdir demiştik ya, işte bundan. Oysa Lars, Melancholia’yı elleriyle dünyanın üzerine fırlatır ve film finalde o büyük çarpışmanın efektleriyle sona erer. Kıyamet kopmuştur. Kaçınılmaz son gelmiştir. Umut tek kelimeyle palavradır. İzleyiciler sinema salonunu bu duygular içinde terketmek zorundadırlar. Baş ağrısıyla.











Hatırlanacak olursa Dogvillein (2003) finalinde hayatta kalan tek canlı bir köpekti. Açıkçası Köpekistanın istinadgahı. Adı ise Musaydı. Kısaca Yasa. Töre. Kanun. Amacıysa adalet. Göze göz, dişe diş. Evet, merhamet değil, adalet. İsa değil, Musa. Amerika’nın kurucusu. Köpekistanın.




Lars izleyicisini şaşırtmaktan hoşlanır. Melancholiadaki ata verilen isim de aynı derecede ilginçtir: İbrahim. Köprüyü geçmeye direnen İbrahim. Justine’nin biricik yoldaşı, tek dostu.






Ölüm karşısında bilimin çaresizliği muhayyilenin gücüyle dengelenmiş ve yaşamın bu kahredici çelişkisinden insanlık birkaç yorum denemesiyle uzaklaşmaya çalışmıştır. Mesela bedeni feda edip karşılığında ruhu kurtarmanın daha teselli edici olduğu kesindir. Ne de olsa ölüm, her defasında, karşılaştıklarının en korkuncu olarak çıkar insanın önüne.
Der Tod, wenn wir jene Unwirklichkeit so nennen wollen, ist das Furchtbarste, und das Tote festzuhalten das, was die gröβte Kraft erfordet.
Gayet sade bir söyleyişle, malumu i’lam eder Hegel, ve haklı olarak gayr-ı vaki’nin, gerçek-olmayan’ın bir diğer adı olmak itibariyle ölümden daha dehşet verici ne vardır bu âlemde, diye sorar usulca. Ardından da ekler:




Ölüyü sıkıca tutup kavramak çok büyük bir güç gerektirir. Fevkalade bir güç.





Bir hamlede ölümden (der Tod) ölü’ye (das Tote) geçer. Zihinden zihin-dışına.

Önerisi ise aufhebung yoluyla müdrike’nin (verstand) ikiliğe geçit veren o çözümleyici gücünün ötesine geçip sentezi kuran akl’ın (vernunft) maverasında mutlak’ın sözde sükunetine ulaşmak. İkilikten kurtulmaktan başka hedefi yoktur bu büyük ustanın. Efendi-köle diyalektiğinden. Tüm varlığıyla birliğin susuzluğunu çeker. Dizgede herşeyin çözüleceğine inanır. Sistem dahilinde. Bütünlükte. Çözümlemeile çözmeyi birbirinden ayırt etmeyi bir türlü başaramaz.

Hegel’in bir tür yüksek bilinçlilik (die höhere vernünftige Bewegung) dediği, açıkça söylemek gerekirse, bizim geleneğimizde gafletin ta kendisidir. Aklın aldanışından ibarettir. Bilincin kibir ve gururu, çok ilginçtir, faraziye uydurmuyorumderken bile faraziyeler deryası içinde yüzdüğünü saklar insanoğlundan. Yanıldığını görebilmesi için herkesin biraz beklemeye gereksinimi vardır. Daha yeni ve daha keskin faraziyelerin zuhurunu beklemeye.

Yokoluşun kendisinden çok, duygusu sarsıcıdır. Algısı. İdraki. Bu sarsıcı hakikati aşmanın yollarından biri olarak ruhun ölümsüzlüğü teorisi, kabul edilmelidir ki en eski ve en etkin yorumlar arasında yer alır. Farklı bedenlerde dolaşan ölümsüz bir ruhun selametiyle yetinmek. Arındıkça kendine daha iyi bedenler bulmak. Her defasında. Sonsuza değin.

Bedenini arayan ruhlar kadar, ruhunu arayan bedenler de var. Mumyalar. Güya yokolmaz bedenler. Sihirli bir güç tarafından birgün canlandırılmayı bekleyen dondurulmuş cesedler. Buna mukabil, bir de öte-dünya inancı. Semavi dinlerdeki ahiret itikadı. Ruhun ölümsüzlüğü, bedenen dirilme, vb. semavi dinlerin kendi alimleri arasında bile tartışmalı konular olmakla birlikte, insan yaşamının ölümle sonuçlanması ihtimaline en güçlü başkaldırış en nihayet bir öte-dünya inancından ibaret. Hangi koşullarda olursa olsun öte-dünyada (cennette veya cehennemde) varolmaya duyulan güçlü inanç. Ne tuhaf değil mi, bir bakıma, yaşamı küçümsemenin farklı bir tarzı.

Miguel de Unamuno ruhun ölümsüzlüğü sorununu uzun uzun tartışan çağdaş yazarlardan biri, belki de en önemlisidir. Del sentimiento trágico de la vida (1913) adlı eserinde, yaşamın en trajik duygusu, insanın ölmeye yazgılı oluşunu bilmesinden ibarettir, der. Nitekim Heidegger de daha sonra insanı Sein-zum-Tode olarak tanımlayacak ve varoluşçuluğu Kuzeyli Germenlere özgü bir ölüm-felsefesi haline getirmekten çekinmeyecektir.




İnsan... katlanması çok zor ama, öleceğini bilen tek canlı! Trajedinin kökeninde de bu var, önceden bilmek.







Trajedinin, yaniPrometeus olmanın kökeninde. Önceden bilmenin. Prometeus’un sözcük anlamı, önceden bilen, öngören demek. O bir erkek bilici’dir. Kassandra’nın yoldaşı. Prometheus desmotes. Zincire vurulmuş ve hergün yeniden ölmeye mahkum edilmiş adam. Prometeus’un bir de kardeşi vardır, adı Epimeteus. İlginçtir onun da anlamı, sonradan gören demek, ancak her şey olup bittikten sonra gerçeği kavrayabilen manasında. Epimeteus gafili temsil eder. Aymazı. Mankafayı.

Tehlikeyi gerçekleşmeden önce görmek zorundayız. Önceden görmek, yani bedeli ne olursa olsun Prometeus olmak ve Epimeteus’un düştüğü çukura düşmemek. Gaflet çukuruna.

Bilmek, ıstırapların yegane kaynağı. Gafletse ezeli şifa. Ahmakların tesellisi. Her daim önüne bakmak. Şimdiye. Unutmak. Yadsımak. Uyurduk uyardılar, diriye saydılar bizi, diyememek. Rıza lokmasını kusup farklı formlarda sunulan çağdaş prozac’lardan medet ummak. Melankoli, imdatdemenin modern karşılığı. Çökkünlüğün. Haz kaybını telafi etmek uğruna bini-bir-para tekniklerle oyalanmak. Olmazsa, Justine’in o derme çatma kulübe müsveddesine sığınmak, ve kendine tutacak/tutunacak bir çift el aramak.

Bu ölüme-doğru-varlıkın yokoluşa direnişinin hiç kuşkusuz ki başka yolları da var. Daha seküler biçimleri. Bunların en yalın olanlarından biri, İsveçli yazar August Strindberg’in Fadren (1887) adlı dramasında yer alır.

Kendisine ihanet ettiğinden kuşkulandığı karısı Laura’yla tartışan Yüzbaşı, teessüf içinde ona şöyle der:




Başka bir dünya inancı taşımadığımdan, benim için bu çocuk, ölümümden sonra benim hayatımın devamı olacaktı. Belki bu gerçekler dünyasında karşılığı olan tek ölümsüzlükkavramı.




Kimileri çocuklarında, kimileri eserlerinde ölümsüzlüğü ararlar. Başka bedenlerde bile olsa yok olmayı kabullenemezler. Yapılan her açıklama, yaşanan her çelişki, öne sürülen her yorum ölümü kabullenemeyişin bir sonucu. Öyle ki ölüm denince, Leonardo da Vinci bile şaşırtır insanı. Sanatçıya göre ölüm, ruhun değil, bedenin özgürleşmesi demekti, çünkü o, ruhun bedenin esareti altında olduğuna değil, bilakis bedeni asıl elinde esir tutanın ruh olduğuna (per l’anima) inanıyordu.

Kullandığı tüm sarsıcı tekniklere karşın, Lars’ın, ölüm karşısındaki tavrının, belki görünürde daha rijit ama daha sakin bir kabullenişin göstergesi olduğunu söyleyemez miyiz? Örneğin, Claire gibi çırpınıp direnmek yerine Justine gibi teslimiyet, panik yerine rıza. Bu-ara-da sıraya girmek, sürüye katılmak yerine çıldırmayı seçmek. Çıldırmayı, yani yakınlaşmakta olanın dehşeti karşısında ölmeden önce ölmeyi. Fakat en nihayet Batılı tarzda. Opheliagibi. Bilinçsizce.





Malum, Dante Alighieri’nin Divina Commediada (1308-21) inşa ettiği öte-dünya üç farklı kısımdan oluşuyordu: paradiso, inferno, purgatorio, yani cennet, cehennem ve araf.





Cehennemin ilk halkasına verdiği ad ise limbo idi. Hani şu, Lars’ın içinde yeraldığını söylediği 19. delik. Putperestler meclisi. Dante’nin sadece Homer, Virgil, Horace, Sokrates, Aristoteles ve Öklid’i değil, İbn Sina’yla İbn Rüşd’ü de içine koymaktan çekinmediği zindan.Tanrı’nın rahmetine asla nail olamayacakları düşünülen suçsuz ve fakat günahkar putperestlerin yurdu. Sırat köprüsünden düşmelerine bile izin verilmeyecek olanlar. Ortakkoşucular. Ellerinde, ihtiyaç duydukları o rehber (İncil) bulunmadığı için, hakikate sadece akılla, salt akılla ulaşmak için çırpınan zavallılar. Bu yüzden de bu dünyada esin ve sezgiden, öte-dünyada ise hakkın cemaline bir anlığına olsun nazar ve rüyetten mahrum bırakılanlar.





Anlamak çok mu zor, Lars’ın sanatı golf sahasındakilere seslenmiyor. Kurtulabilecek olanlara. Masumlara da, günahkarlara da. 

Sırat köprüsünden geçmek veya düşmek hakkı olanlara değil, bilakis sadece 19. deliğin sakinlerine.





Duvar diplerinden yürüyenlere.

Uğultulu sözcüklerin peşinden gidenlere.

En diptekilere.


Facebook

NYMPHOMANIAC

$
0
0

BİR SİNEMA DELİSİNİN ÖYKÜSÜ

Felsefe’nin Sanat’la Söyleşisi

Açıklamayı üstlendiği nesneler konusunda her bilimin iki temel yükümlülüğü vardır: ilki sözkonusu ettiği nesnenin var olduğunu göstermek, ikincisi ne olduğunu betimlemek.

Sözkonusu gösterme ve betimleme edimlerinin hangi koşullarda birer kanıtlama değeri kazandıkları veya kazanacakları sorusunun sadece doğabilimlerinin zorunluluk ve kesinlik ölçütleri dolayımında yanıtlanabileceğini ummak, bugün bile, birtakım ideolojik önkabullerin örtük desteğinden yararlanmadıkça, yanısıra bu desteğe pekin bir felsefî yoksunluk eşlik etmedikçe, sanırım fazlasıyla naif bir iyimserlik olarak görünecektir.

Umudun nedeni sadece insanın kadim güvenlik arayışı değil elbette, aynı zamanda bir teselli ihtiyacı (consalation), bir inayet beklentisi (providentia), alelade bir köprü değil, tamıtamına bir kıstak! Şimdinin işvelerinden yaka silkmiş aşık-ı sadıkların geçmişi denetlemek, geleceği belirlemek tutkusuyla bilinen ile bilinmeyen arasında çılgınca at sürdükleri aşılamaz dar geçit, hem talih (fortuna) bu yüzden, hem kader (fatum), sanıldığı gibi yaşamın değil ama, insan yüreğinin yazgısı. Zorunluluklar ile iradesi, ruhu ile gövdesi, aklı ile kalbi arasında kalanın ezeli ve ebedi yazgısı.

Ah şu kesinlik, yüzyıllardır insan yüreğinin sayılabilir ve ölçülebilirin bilimi olmak itibariyle matematiğin sinesinden çekip almak için yanıp tutuştuğu nazenin dilber! Zorunluluğun yavuklusu, bu nedenle hep umudun konusu. Düş’ün. Düşlem’in.

Doğabilimlerinin tam da aksine iki bilimde, örneğin Tanrıbilim’de tanrının, Ruhbilim’de ruhun varlığının kuşkulu görünebileceğinden söz eden Hegel, haklı olarak, sanat’ın kendi çağına özgü biçimlerini tek tek sıralarken, ister istemez maddi olandan ayrı, kendi içinde bağımsız, öznel bir varlığın mevcudiyeti sorununu da tartışmak zorunda kalır:







Şayet nesneler öznel türdense, yani sadece Ruh’ta varolup dışsal olarak idrak edilen nesnelerden değilse, biz Ruh’ta ancak Ruh’un kendi öz-etkinliği tarafından meydana getirilen bir şey olduğunu biliriz.






Sıradan bir ifade gibi görünüyor: im Geiste sei nur, was er durch seine Tätigkeit hervorgebracht hat.

Dilersek, geistsözcüğünün batılı tarihini dikkate alarak bu son cümleyi pekala şöyle de okuyabiliriz: zihinde ancak zihnin kendi öz-etkinliği tarafından.

Sanat işte bu öz-etkinliğin mahsulü. Engellenemez içsel sürüklenişlere, karşı konulamaz dalgalanmalara, yaşamın bitmek bilmez o can acıtıcı cilvelerine maruz kalan ruhların ısrarla görünüşe çıkma çabası. Dışsallık ve nesnellikse bu süreçte sadece bir zuhur ve tecelli vasıtası, dolayısıyla sanat eserinin kullanım değeri yerine değişim değerine odaklanan nâdanın bir türlü görmeyi başaramadığı nice tikel ve içsel maceranın ancak çarmıhtan duyulabilen iniltisi. İncir ağacının altından. Hira’dan.

Sanat tecelli ettiği yerde, zahirinde, gövdesinde kavranamaz bu yüzden. O, muhatabını her defasında tecelli ettiği yerden çok tecelli edişine, zahirinden çok bâtınına, gövdesinden çok ruhuna atf-ı nazar etmeye davet eder ve ısrarla ondan ufka uzattığı parmaktan çok parmağının gösterdiği yere bakmasını ister, fenomenine değil, zatına, özüne. Nitekim sanat sözkonusu olduğunda varlık sorusunun anlamını yitiriyormuş gibi görünmesinin bir nedeni de budur, çünkü sanat bizatihi nesnesini vurgulamaz, ona sadece işaret eder, eserinin değil teessürünün dikkate alınmasını ister ve fakat buna karşın tecessüm etmedikçe, bedenlenmedikçe, üç boyut içinde varolmadıkça gerçekliğini duyumsayamayacağı için ete kemiğe bürünmekten de asla kaçınamaz, dışsallık yazgısıdır, hem de tüm öznelliğine ve içselliğine rağmen.

Kimi zaman ürkütücü boyutlara ulaşmış olsa da, sanat, tarih boyunca maruz kaldığı o bildik küçümsemelerin, aşağılamaların, burun kıvırmaların yoğun baskısı karşısında geri adım atmamış, her halukarda, gerçekleşmiş gerçeklik ile gerçekleşmemiş gerçeklik arasındaki ikircikli bölgede ikamet etme seçeneğini kullanmaktan hiç ama hiç vazgeçmemiştir, başından bu yana daima iki denizin birleştiği yerde yaşamıştır, hep arada, duyular ile akıl arasında salınmış, hep kendi yurdunda, muhayyile’nin hükümran olduğu bereketli topraklarda gezinerek bilincin kovuklarından biteviye akıp duran iki nehrin arasında varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Sanatı bilim’den ziyade felsefe’ye yakın kılan tarafı da burasıdır, çünkü kendisini ısrarla hakikat alanının dışına itme çabalarına karşın ikili-birliğine hürmet edecek muhatablar arayan yaşlı gözlerindeki o ezelî hasret bir türlü dinmek bilmemiş, onları yargılamadan önce anlamaya, beylik açıklamalara kalkışmadan önce tecrübe etmeye davetten asla usanmamıştır.




Bir sanat eserinde başka hiçbir şekilde ulaşılamayacak bir hakikatin tecrübe edilmesi, her türlü rasyonelleştirme girişimini alteden sanat’ın felsefî anlamını meydana getirir.






Gadamer’in sözünü ettiği bu felsefî anlam (die philosophische Bedeutung der Kunst), sanatın, haklı olarak muhatabından aklını bir süreliğine kenara koyup sezgileriyle dahil olmasını istediği bir hakikat tecrübesinde idrak edilebilecek bir öz içerir. Mayası tutkudur bu özün. Ölümüne tutku. Mozart’ı 33 yaşında, Rafaello’yu veya Van Gogh’u ya da Fassbinder’i 37 yaşında, Kafka’yı 41 yaşında toprağa götüren bir tutku. Yaşam adına yaşamı sonlandıran bir hakikat tutkusu. Hallac’lara, Sühreverdi’lere, Nesimi’lere, Maşuki’lere işkencelerden işkence beğendiren o mecnunca aşk gibi, yolcusunu uğrunda deli-divane eyleyecek bir tutku. Hiçbir rasyonelleştirme teşebbüsüne geçit vermemesi de başka bir nedenden dolayı değil, sırf bu onulmaz tutku yüzünden! Ne ki tutkusu yazgısıdır sanatçının, hem gücü, hem zayıflığı.




Sözün özü, istenirse görülebilir ama zorla gösterilemez hakikatlerin, evet, bir tek kendisinin tecrübe edebileceği hakikatlerin varlığının en büyük kanıtı ve tanığı yine insanın derûnu. 






Bezirgan tezgahlarında bekleyen sözde-sanat ürünlerine düşkünlük hadi şöyle dursun, bilim’in sözümona yere göğe sığdıramadığı dışsallık ve nesnellik hevesi dahi nazikçe mabedin dışında tutulmalı ve asla eşikten içeri adım atmasına izin verilmemeli, böylelikleüzerine eğildiği nesneleri iç doğalarının zorunlulukları dolayımında incelemek ve ağacı tohumunda teşhis etmek suretiyle sanat eserinin özünü bilincin açıklığına getirmekle yükümlü felsefe’nin kadim dostuyla sürdürdüğü ebedî söyleşi hiçbir surette kesintiye uğratılmamalıdır, çünkü şairin dediği gibi, mülklerin en tehlikelisi olan dil gibi sanat yetisi de bunun için verilmiştir insana, sırf kendisinin ne olduğuna tanıklık edebilsin diye (damit er zeuge, was er sei).

Sanat ve İtiraf
Yıllar var ki düşüncelerimin tek konusu kendim (moi) oldum, sadece kendimi (moi) sınayıp inceliyorum, başka bir şeyle ilgilensem bile, çok geçmeden bunu kendime (moi) uygulamak, bir şekilde kendime (moi) indirgemek için yapıyorum.
Bu kısacık pasajda ben/kendimsözcükleri toplam sekiz kez geçmekte, çünkü XVI. yüzyılın sonlarına doğru, Yeni Çağ’ın başlangıcında hiç tereddüt etmeksizin doğrudan ben/kendim diyebilen belki de ilk kalem sahibidir Michel de Montaigne. Kendisiyle başı belada bir serazad, kelimenin tam anlamıyla delişmen bir zeka, kendini kurcalamaktan, hatta delik deşik etmekten kaçınmayan cevval bir tabiat. Engin bir kültüre sahip. Devrin, taliplerinden beklediği merak ve tecessüse fazlasıyla malik bir hikmet aşığı. Yaşamı sevdiği kadar, hatta, mesleğim ve sanatım tümüyle yaşamaktan ibaret, dediği kadar, sırf ölüme alışmak amacıyla ona yaklaşmaktan çekinmemiş, toplumsal yaşamında gösterdiği itidale karşın bilincinin sınırlarını son kertesine değin yoklamaktan vazgeçmemiş güçlü bir kişilik. Hep kendisinin peşinde olmuş. Kimbilir belki de nedeni, annesi Antoinette de Louppes de Villanueva’nınİspanya kökenli Sefarad yahudilerinden olması. Bir tür aidiyet ikilemi. Kendini korumak için kullandığı yegane kalkansa ironi, yani gerçekte söz ustalığının şahikası. İtiraflarında yapmacık yönler bulunması da belki bu yüzden. Neş’e ile hüzün arasında bir yolculuk onunkisi. Essaisise başyapıtı.

Rehberi kim dersiniz?

Pek tabii ki Sokrates. Ustasının izinden hiç ayrılmamış, hep kendi peşinde olmuş çünkü. Dış dünyaya inat kendini kendinde tanımaya ve tanıtmaya çalışmış, hem de iddia ettiği üzere kendini en küçük parçalarına ayırıncaya kadar.
Ben bütünüyle kendimi sergiliyorum, bir iskelete baktığınızda damarlar, adeleler, kiriş kemikleri, her parça nasıl yerli yerinde görünüyorsa, aynen öyle.
Kendisini, nasılsa öyle, olduğu gibi, dürüstçe anlatmak konusundaki bu iddialı teşebbüsünde Montaigne yalnız kalmayacak, iki asır sonra, ünlü İtiraflarına eşşiz bir tat katmak amacıyla, Jean-Jacques Rousseau, benzer bir iddiada bulunarak, kendi tabiriyle, o devirde eşi benzeri görülmemiş bir işe kalkışmak ve kimsenin taklid edemeyeceği bir teşebbüsü gerçekleştirmek niyetiyle, sözümona, okurlarına tüm çıplaklığıyla bir insanı (un homme dans toute la vérité de la nature) tanıtmaya çalışacaktır. Kendisini. Sadece kendisini.

Her vaadin bir teminatı olmalı, acaba yazarın bu cömert vaadinin teminatı ne ola ki?

Pek tabii yine kendisi. Görüp tanıdığı hiçbir insana benzemediğini ve hemcinslerinden, daha iyi olmasa bile, tamamen farklı olduğunu iddia ettiği kendisi. Sadece kendisi.

Oysa hangi yiğit kendisini böylesine açık ve yalın biçimde başkalarının önüne fırlatıp atabilir? Kim, üstelik halkın huzurunda kusurlarını itiraf ederken kendini koruma güdüsünü bütünüyle baskılamayı becerebilir? Evet, gerçekten de kim, Cemil Meriç’in o güzel deyişiyle, hafızasının aynasında sadık akisler bulabilir?

Dilerseniz bir de yaklaşık 2 bin yıl önce Seneca’nın Annaeus Serenus’tan aktardığı gibi soralım:
Kim kendine hakikati söylemeye cüret edebilir ki? Kim, etrafı şakşakçı dalkavuklar sürüsüyle çevrili bile olsa kendi kendisinin en büyük pohpohçusu olmaktan kurtulabilir?
Bu sorulara olumsuz yanıt vereceğimiz için mazur görülmeliyiz, çünkü itiraf ve açıklık sözkonusu olduğunda, hiç kimse, evet hiç kimse, öznelliğin o kendine özgü ince stratejilerinden, bilincin, sahibine bile saklı labirentlerindeki istemdışı kımıltılarından emin olamaz, kendisi bu haldeyken doğaldır ki başkalarını da temin edemez. Bu nedenle Montaigne’in itiraflarına eşlik eden neş’enin hakkı verilmeli ve kendisinin, okurlarının karşısında, Rousseau’nun meydan okuyuşundaki o görkemli tavra nisbetle daha alçakgönüllü bir üslub kullandığı bilhassa belirtilmelidir:







Kendini betimlemek kadar zor ve bir o kadar da yararlı bir şey yok, ancak görücüye çıkmadan önce hazırlanıp kendine çeki düzen vermek de gerekli (encore se faut-il ordonner et renger pour sortir en place).







Bir zamanlar Delphi tapınağının girişinde ziyaretçileri karşılayan ünlü kendini tanıbuyruğuna kulak veren hakikat taliblerine has nefsi tanıma çabalarının, övünmelerin gizlenmesine karşın bir rahib karşısında kusur ve günahların itiraf edilmesi biçiminde ve Katolik inancına özgü bir kurumlaşma aracılığıyla gelenek haline dönüşmesinin öyküsü hiç kuşkusuz ki çok gerilere gider. Nitekim yüzyıllar önce, daha IV. yüzyılın sonlarındayken kaleme aldığı, dünya edebiyatının bu konudaki ilk (Wittgenstein’a göre “en ciddi”) belgesi sayılan İtiraflarında Aziz Augustinus tüm samimiyetiyle okurlarını nefsin cilvelerine karşı uyarmış, bu sert hakikati bir dervişe has zariflikte dile getirmekten çekinmemiştir:
Bu yüzden ya Rab, ben de sana herkesin işiteceği şekilde itirafta bulunuyorum, ama doğruları itiraf edip etmediğimi kanıtlayamam (quibus demonstrare non possum, an vera confitear).
Bu çaresizliğin nedenini yine bu hak ve hakikat aşıkının kendisinden öğreniyoruz:
Ben kendimin yargıcı değilim. Beni dinleyenler bunu böyle bile! Benim yargıcım sensin ya Rab. Evet, doğru, hiç kimse insanı, insanın özelliklerini bilemez, içindeki ruh müstesna (nisi spiritus hominis, qui in ipso est). Ama insanda başka bir şey daha var ki bunu içindeki o ruh bile bilemez.
İtiraflarının taşıdığı hakikat değerine işaret ederken kendi yargıcının kendisi olamayacağını, çünkü o hakikat bilgisinden kendisinin bile mahrum olduğunu söyleyen Aziz Augustinus’un gösterdiği bu alçakgönüllü tavır, Yunus’un deyişiyle, bir ben vardır bende benden içeru yorumu, bir tek Hristiyanlığa özgü olmayıp Yunanlı kökleri Epikuros’dan geriye doğru Pythagoras’a kadar uzanır, Helenistik dönemde ise iyice saçaklanarak Cicero, Seneca, Epiktetos, Plutarkhos, Marcus Aurelius, Galenos, Plotinos gibi isimlerin sürdürdüğü felsefi bir duruş tarafından da öncelenir.

Kısacası, kendini tanıma çabası daima kendine karşı hakikati söylemek (παρρησία) gibi bir tavra yol açmış, karşılığında tehdid veya cezanın olmadığı rahatlatıcı itirafların aksine her türlü işkence ve katledilme ihtimali göze alınmak suretiyle hakikati başkasının yüzüne haykırmak, kendi tekilliğinde sınırlanan bir ölümlünün halini (confession) temsil etmekten çok, neredeyse, sadece tekilin değil, tikelin de sınırlarını aşan bir ölümsüzün haline (parrhesia) dönüşmüş, en nihayet “her bilenin üstünde başka bir bilen vardır” biçiminde Kur’an tarafından dile getirilen kadim ilkede de yankılanarak evrensel bir hakikatin ifadesi olmuştur.


Nietzsche’nin aşağıdaki tanımı, bu yüzden, ancak parrhesia-confession karşıtlığı açısından okunabilecek bir mahiyet arzeder:
Bugün hangi aklı başında insan kendi hakkında tek dürüst bir söz sarfedebilir? Bunu yapmak, kendi canını tehlikeye atanların kutsal hâlesi içinde yer almaktır.
Tam da burada, İslam dünyasında roman geleneğinin olmayışını itiraf kurumunun yoksunluğuyla ilişkilendiren Ahmet Hamdi Tanpınar’ı hatırlamamak olmaz. Rus romancıların, bilhassa Dostoyevski’nin büyük hususiyetlerinin Ortodoks kilisesindeki alenî itiraf kurumuna çok şey borçlu olduğunu belirten bu edebiyat adamı, 1943’te, sözkonusu âdetin Batı insanına kendi içine eğilme yeteneği kazandırdığını söylemekten kendini alamamış, edebiyatta kahraman motifinin çıkışını doğrudan böylesi bir dışavurum geleneğiyle açıklamaya çalışmıştır:






Introspection, bu içe doğru çevrilmiş araştırıcı göz, günah çıkartma kürsülerinin dibinde gelişmiştir. Kadim Yunan’a Hıristiyan dünyasının üstün olduğu tek nokta burası, bu içe doğru dönüştür, onunla kadere karşı koyma fikri tamamlanır, yani kahraman hakiki mânâsında teşekkül eder.





İtiraf’tan kaçınma...

Acaba doğunun bilincinde tıpkı roman gibi psikanalizin de güçlü bir kabul bulamayışının asıl nedeni onun kendini kavrayış biçimine has bir tür özsavunma mı?

İnsanın iki dünyayı, hem dış (zahir), hem iç (bâtın) dünyayı eşzamanlı olarak idrak etmesi, nefsinde, bakışı içe yönelten (instrospective) bir farkındalık oluşturur, burası doğru, ama ne pahasına? Bazen en temel güdülerin bastırılması pahasına, bazen cinselliğin ve dolayısıyla bilinçdışının tümüyle varoluşun dışına itilmesi adına. Bedeliyse bir tür kölelik, çünkü bir tür iki-yüzlülük. Oysa parrhesianıntemelindeinsanı kölelikten kurtarıp özgür kılma düşüncesi yatar. Lakin hangi insanı?

Elbette her şeyden önce kendilik kaygısı (επιμέλεια εαυτού) taşıyanları, yasak meyveye el atma becerisi gösterebilenleri, bedeli ne olursa olsun gölge etme başka ihsan istemez diyebilecek cesarete sahip olanları, örnek vermek gerekirse, antik çağda Sokrates veya Diogenes gibileri.

O halde asıl şimdi sormalı, hangisi gerçek kahraman, gizlice itiraf eden mi, hakikati açıkça dile getiren mi?

Yanıt ne olursa olsun, hiç değilse bu aşamada bilinmeli kiher itiraf hamlesi dua niteliğinde ruhsal ve mistik bir deneyim kıymeti taşımadığı gibi, bir üstben karşısında günah çıkaran kimselerin kendi acziyetlerini hissetme ve arınma vasıtası olarak da görülemez. Özellikle Rousseau sonrası dönemde kaleme alınan günlükler, anı kitapları veya özyaşamöyküleri ya da romanların bir çoğu yazarın kendiliği hakkındaki yorumlarından değil, kendisi hakkında verdiği bilgilerden oluşurlar ve kesinlikle sembolik değil tam anlamıyla alegorik bir nitelik taşırlar, dolayısıyla uzun soluklu ruhsal ve mistik bir arınma deneyiminden ziyade, kişilerin kendilerine ve çevrelerine yönelik hesaplaşmalarının ayrıntılı bir tutanağına dönüşürler. Modern dünyada psikanalizin ve yanısıra psikolojik terapi okullarının ortaya çıkmasıyla birlikte ben bilincinin kazandığı bu dünyevi anlamın, itiraf olgusunu felsefi ve dini karakterinden büyük ölçüde uzaklaştırdığı, hatta ona tıbbî (patolojik) bir mahiyet kazandırdığı kuşkusuzdur. Nitekim kendisinden arınılması gereken ezelî suçluluk duygusunun yerini, çok geçmeden, nevrozlar almış, günah kavramının temsil ettiği duygu karmaşalarının çoğu yavaş yavaş ahlaki niteliklerini yitirerek kendilerine ancak çağdaş patoloji indexlerinde karşılık bulabilecekleri birer hastalık (ilnness), hatta birer bozukluk (disorder) olarak tanımlanmışlardır.

Sinema’nın bu gelişmelere sessiz kalabileceği elbette düşünülemez. Atıf yapılabilecek yüzlerce filmin arasında, Alfred Hitchcock, I Confess (1953), Ingmar Bergman, Nattvardsgästerna(1963) ve Persona(1966), Nicolas Roeg, Bad Timing: A Sensual Obsession (1980) vb. filmlere bir fikir vermek bakımından işaret edilebilirse de Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Rashomon (1950) adlı başyapıtının sadece konusuyla veya geleneksel Japon kültürünün özgün motifleri itibariyle değil, başvurulan yaratıcı anlatım teknikleriyle de hususi bir yerde durduğu muhakkak belirtilmelidir. Nitekim anılarında “En İyi Yabancı Film” dalında Amerikan Akademi ödülünü aldığı bu filmden söz ederken, Kurosawa, itiraf sürecinin barındırdığı tehlikelere atıfla şu tesbiti yapmaktan kendini alamaz:




İnsanlar, nefisleri sözkonusu olduğunda dürüstlükten yana gönülsüzdürler. Kendileri hakkında, yalanlara başvurmadan, allayıp pullamadan (without embellishing) konuşmayı kolay kolay beceremezler.




Montaigne’in deyişiyle, görücüye çıkmadan önce muhakkak hazırlık yapıp kendilerine çeki düzen vermek ihtiyacı hissederler.
Bu film, işte böylesi insanları anlatıyor, gerçekte olduklarından daha albenili, daha iyi ve üstün oldukları duygusunu tadabilmek için yalan söylemeden yapamayan insanları, hatta bu günahkâr pohpohlanma ihtiyacından mezarda dahi kopamayan insanları. Öyle ki karakterlerden birinin, öldükten sonra da, bir medyum aracılığıyla konuşurken insanlara yalan söylemeyi sürdürdüğüne tanık oluruz. Benperestlik, dünyaya geldiği anda insanoğluna musallat olan bir günahtır, kefareti ödenmesi en güç günah.
Sözün özü, pek istisnası bulunmayan bir vadide gezindiğimiz kesin. Hal böyleyken, dini veya dünyevi bir itiraf sürecini ciddiye alan hiçbir tanık, hiçbir yargıç, hatta hiçbir yorumcu, karşısında savunma mekanizmaları kullanmaktan azade bir insan teki bulunabileceği varsayımından hareket etme ayrıcalığına sahip olamaz. Her şeyden önce insanın insana tanıklığının ciddiyeti izin vermez böylesi bir ayrıcalığın kullanılmasına.

İtiraf da bir sanattır çünkü.

Bir Yalnız Ağacın Öyküsü

Vizörünün istikametini ağaç yapraklarının arasından güneşe doğru çevirmesi, Kurosawa’nın Rashomonda kullandığı en dikkat çekici tekniklerden biriydi, belki de en çarpıcısı.

Çarpıcıydı, çünkü böylece hakikatin tüm çıplaklığıyla değil, sahibine bile saklı nice ‘sanı’nın arasından alacalı bir müphemlik içinde görülebileceğini ima etme fırsatı bulmuştu. Nitekim bu küçük ayrıntı, çözümlemesiyle meşgul olacağımız Nymphomaniac I-II (2013) filminin yönetmeni Lars von Trier’in çok daha önceleri senaryosunu yazmış olduğu, Jacob Thuesen’ın ise yönettiği otobiyografik filmin (De unge år: Erik Nietzsche sagaen del I, 2007) saklı metaforlarından birini teşkil edecek, tıpkı Kurosawa gibi Von Trier de sanat yaşamı boyunca, kendi ruhundan bir parça saydığı ağaçlarını ve yapraklarını (düşlerini)sinema perdesinde yansırken görmeyi biricik tutkusu haline getirecektir.

Bu kısa yapıtta öğrencilik yıllarını şu şekilde betimler:






[Erik Nietzsche] ağaçlar hakkında düşler kurardı. Hafif bir meltem içinde uçuşan yapraklar. Kayın, çınar ve dişbudak, hayır, belki de meşe. Karar vermek zordu.







Biri kendisineyaprakların sinema ile ne alakası olduğunu sormuş olsaydı, genç adamın, belki henüz o yıllarda verebileceği bir yanıtı yoktu (had anyone asked what the leaves had to do with film, he couldn’t say) ama doğrusu bunu umursamıyordu da, çünkü hem o yıllarda tutkusunun yöneldiği alanların içsel nedenlerini belirlemek pek önemli değildi, hem de kendisi sonucu ne surette olursa olsun seçimlerinin bedelini ödemeye hazırdı.
Ha dişbudak ağacı, ha kayın, kimin umurunda. Bu böyle, her neyse bedeli.
Kısacası, tüm istediği, olanca coşkusuyla kaleme aldığı senaryo yapraklarının ekranda tecessüm edişini görmekten ve ağaç tepelerinin hışırtısını, hoş bir esinti içinde kendi etrafında haleler çevirmeye bırakışını işitmekten ibaretti. Bu nedenledir ki 15 yaşındayken çektiği bir filmde (En Blomst, 1971) 8 mm’lik kamerasını ağaçların arasından gökyüzüne tuttuğu günlerden, Kopenhag Üniversitesi Sinema Bölümü’nde okurken yönettiği Orchidégartneren (1977) adlı filminde başına dökülen yapraklara varıncaya değin, Von Trier, ağaç ve yaprak metaforunu sürekli anlam vurgusunu değiştirmek suretiyle kullanacak, böylelikle bazen düşlerini, bazen umutlarını, bazen acılarını, bazen de köklerini saldığı biyolojik toprağı tanımlamaya çalışacaktır.

Nympomaniacda insan ruhunu temsil etmesi bakımından sıkça ağaç simgesine başvurması, örneğin Norveç mitolojisinde dünya ağacıolarak adlandırılan gövdesi sert dişbudak ağacı ile (Yunanlıların Zeus’a nisbet ettikleri) meşe ağacını karşıt biçimde konumlandırması, ki Antichristte de (2009) meşe ağacına sıkça göndermeler yapmıştır, hiç kuşkusuz kendiliği kadar kimliğini de oluşturan özellikleri hesaba katıyor oluşunun bir sonucu. Tam da kökleriyle bağını kopardığını ilan ettiği bir devrede ağaç simgesini ustaca bir hamleyle bireysel varoluşunun anlatım aracı haline getirdiği sahne, bu yüzden dikkatli bir bakışı hak etmektedir:
— Aslında ağaçların ruhlarıdır kışın gördüklerimiz. 
— Bence insan ruhlarına benziyorlar. 
— Evet haklısın, insan ruhlarına benziyorlar! Hepsi de insanların yaşadıkları hayata göre şekillenen sapkın ruhlar, normal ruhlar, deli ruhlar. Ağacımı buldum. Ruh ağacım. Bu benim ağacım. 
— Dişbudak değil. 
— Hayır, meşe.
Tam da burada sanatçının kendi ruhunu temsil eden ağacın hangisi olduğu akla gelebilir. Ne ki bu sorunun yanıtını kendisi de bilmez, kendi ağacının adı yoktur çünkü, ama bildiği bir tek şey varsa, o da onun bir dağın zirvesinde öylece yalnız başına doğayla savaş halinde olduğudur:





Tepedeki yaralı ağaç gibi, her şeye rağmen dimdik duracağım.







Sözün özü, Von Trier hep yalnızdır, yalnızlığının da pekala farkındadır, sanat yaşamını borçlu olduğu belki de en yalın gerçeğin, kendi gerçeğinin. Kıymetini bildiği tek hususiyeti de budur, dışsal nedenler zincirinin yanısıra insanı sanat aracılığıyla itirafa zorlayan en temel duygu olan içsel yalnızlığı.

Yalnızlık, sahibine bedelsiz bağışlanan bir ödül değildir, daima beraberinde güçlü kaygılar da bulunur, üstelik insanın en derin tarafına, doğrudan kendiliğine yönünü çevirmiş bir öz-nefret duygusu da zaman zaman bu kaygılara eşlik eder. Stig Björkman’ın yıllar önce hazırladığı bir belgeselde (Tranceformer - A Portrait of Lars von Trier, 1997) genç yönetmenin tutkularına hakim olmakta zorlandığını anlatırken bu iki sözcüğü açıkça kullanmaktan kaçınmaması özenle bir kenara kaydedilmelidir: Ängsten(kaygılar) ve Selbsthass (kendinden-nefret).

Yaratıcılığın Trajedisi

İnsanın varoluş (kendilik) sorunu, hiç kuşkusuz onun toplumsallık (kimlik) sorunundan bağımsız bir biçimde ele alınamaz, çünkü insan, doğası kadar çevresinin de çocuğudur. Sanatının hususiyetlerini sanatçının içinden çıktığı çevreye indirgemek gibi bir kolaycılığın tuzağına düşmekten korunmak nasıl ki yorumcunun görevi ise, tüm yalnızlığına ve hatta toplumdışılığına karşın sanatçının düşgücünün de, düşlerinin de kendi kültür ve alışkanlıklarından aldığı payın hakkını vermek bu görevin bir parçasıdır. Nitekim Yunanlı köklerinden itibaren düşgücü (φαντασία) belleğin bir diğer adı olarak anılır, bu nedenle bakışını sadece geleceğe çevirmekle yetinmez, aynı zamanda hiç ara vermeksizin geçmişini yeniden inşa eder, hem de kendi üzerine her katlanışında yeniden. İtiraf işte bu süreçte bir sanatsal edime dönüşüverir ve insan bilinci kendini bir kez daha kurarken geçmişindeki hayal kırıklıklarını büyüteç altına almadan (abartmadan) bu işlemi yinelemeyi beceremez. Nitekim 1979-1982 tarihleri arasında Danimarka Sinema Okulu’nda geçen yıllarının ironik tasvirini yaptığı De unge årda, 11-12 yaşlarındayken hazırladığı animasyonun ve kısa filmlerin (Turan Til Squashland, 1967, Nat, Skat, 1968) yanısıra 21 yaşında çektiği ve dehasının tüm belirtilerinin göründüğü Orchidégartneren (1977), sinemaya tutkusunu elemackdollyüzerinden erotize ettiği kimi gençlik filmleri, Hieronymus Bosch’un cehennem betimlemelerine eşlik eden o şedid iki renk (kırmızı ve siyah) ile ancak resmedilebilecek tasvirlerin yeraldığı Befrielsesbilleder (1982) ve en nihayet mezun olduktan sonra yönettiği ilk yapıt olan Forbrydelsens element (1984) adlı filmine doğrudan ve dolaylı göndermelerde bulunması, geçmişini yeniden inşa etmeye yönelik o engellenemez tutkunun bir sonucudur. Öyle ki eğitim yıllarını bir kabus gibi hatırlar, hatta gibi bile çok, belleğinde Sinema Okulu cehennemin ta kendisidir.

Üzerinde çalıştığı anlatım denemeleriyle ilgili olarak hocalarından birinin daha o yıllarda kendisini bir Nazi’ye benzetmesi karşısında (Erik is a Nazi), genç yönetmenin yanıtı haksızlığa uğramış her mağrur ruh gibi öfkeyle çınlar: Evet, yaratıcılık yok edilmeli!

Lars von Trier, belki de sinema tarihinin en büyük meczubu, sadece kullandığı sinema dilinin o kendine has sınır tanımaz yıkıcılığının veya zaman zaman medyada skandal düzeyde karşılık bulan sert ve irkiltici demeçlerinin kendisine kazandırdığı sevimli iticilikten dolayı değil, aksine dehasına eşlik eden gizemli şeffaflığın az rastlanır bir cezbeyle de yüklü olmasından dolayı. Çığlık yerine nârâ atmayı tercih edişinin en önemli nedeni de bu! İncindiği kadar incitmek isteyişinin de.

Von Trier’in trajedisi, bir yandan her sanatçı gibi muhatabları tarafından anlaşılma beklentisi içinde olmak, öte yandan, anlaşılmayı umursamıyormuş gibi davranmakta ısrar etmektir. Bu umudunu son yapıtıyla birlikte kaybetmiş olduğu kesindir, çünkü eleştirmenleriyle arasındaki mesafenin kapanmayacağına inandığını açıkça ve en sert biçimde ilan etmekten çekinmemiştir.

Son üçlemesi, Antichrist(2009), Melancholia (2011), NymphomaniacI-II (2013) bir sanatçının kişisel itirafları olarak okunmalı bu yüzden. Özellikle sonuncusu, sözcüğün tam anlamıyla bir retrospektif, yani bütün sanatsal yaşamına bakışının sondan başa bir sembolik serimi, tamıtamına köklü bir hesaplaşma. Kiminle? Elbette kökleriyle, kendisiyle, yaşamıyla, sanatıyla ve fakat en önemlisi eleştirmenleriyle. Bu nedenle itiraf hücresinin (confessionel) iki tarafında da kendisi oturup hem itiraf eden, hem kendi itiraflarına tanıklık eden anlamında bir confessor o. Tam ortadan ikiye yarılmış olmakla kalmayan, yarılmışlığını sanatı aracılığıyla sağaltmak için biteviye çırpınıp duran travmalarla yaralı bir ruh. Nitekim sinema diline hususiyetini veren de bu çırpınışı.

Aniden Yıkılan Duvarın Altında

Danimarka Komünist Partisi üyesi bir anne (Inger Høst) ile Alman ve Katolik bir babanın (Fritz Michael Hartmann) birlikteliğinden dünyaya gelen ve fakat soyadını borçlu olduğu Yahudi bir baba (Ulf Trier) tarafından büyütülen Von Trier’in sonradan tüyler ürpertici olarak tanımlayacağı bu gerçekle tam 33 yaşında, 1989’da annesi ölüm döşeğindeyken karşılaşmış olması, her halde yaşamındaki en büyük travmalardan biri olsa gerek. Başka deyişle, o yıl yıkılan sadece Berlin Duvarı değildir. Nitekim Melancholianın gösterimi nedeniyle katıldığı 2011 Cannes Film Festivali’nde, tüm dünyanın önünde, “Ben uzun zaman bir yahudiydim, hem de çok mutlu bir yahudi” (I was a Jew for a long time and was very happy being a Jew) diyerek başladığı konuşmasını, özellikle hep yahudi olmayı istediği ama kendisini gerçek bir Nazi olarak bulduğu, çünkü ailesinin Alman olduğu, bu nedenle de Hitler’i gayet iyi anladığı türünden ek açıklamalarla süsleme gereksinimi duyması, sanatçının kendisini skandalize etmeye düşkünlüğünden çok, asıl bu travmanın ruhunda derin izler bırakmış olmasıyla izah edilmeli. Almanya bende bir saplantı, demekle yetinmez bu yüzden, gençliğinden itibaren sinematografisiyle bu hakikati ispat da eder.

Yönetmenin hem kişisel, hem sanatsal yaşamını yansıttığını düşündüğümüz retrospektifinin simgelerle örülü güçlü yapısının merkezinde iki ana karakterin yer aldığı hatırlanmalı: biri Joe (Charlotte Gainsbourg, gençliği: Stacy Martin), diğeri Seligman(Stellan Skarsgård). İkisi de erkek ismi. İlki Hz. Yakub’un oğlu Joseph’in (dişili: Josephin) kısaltılmış hali, ikincisi ise anlamını Tevrat’tan alan bir yahudi ismi.

Kardeşlerince reddedilen ve bir kuyunun karanlıklarına atılan Hz. Yusuf’a atıf olarak düşünülebilecek bu gönderme, ayrıca Jung’vari bir ikiliği, yani insanın hem erkek (animus), hem kadın (anima) yönlerini bir araya getirmek bakımından da elverişli bir çözüm olarak görülebilir. Seligman ise, yönetmenin seçimine itibar edersek ‘mutlu kişi’ (the happy one) anlamına gelir, tıpkı Doğu Kilisesi’nin ‘mutluluk kilisesi’ (the Church of Happiness) anlamına geldiği gibi, ki zaten bu seçim, Seligman’ın hem kişiliğiyle, hem isminin tüm çağrışımlarıyla uygunluk arzeder:
— Mutlu musun bari? 
— Eh, sanırım öyleyim.
Bu isim seçilirken Woody Allen’ın Zelig (1983) adlı filminden esinlenildiği varsayılabilir, çünkü köklü bir kişilik, hatta kimlik sorunu yaşayan ana karakter Leonard Zelig (Woody Allen başka okunuşlar da önerir: “Leon Selwyn veya Zelman”) filmde şöyle tanıtılmaktadır:










A Midsummer Night’s Dreamın ortodoks uyarlamasında Puck rolünde oynayan bir Alman yahudisi aktör (a Yiddish actor) olan Morris Zelig’in oğlu...








Woody Allen, Saferad yahudileri İspanyolca-İbranice karışımı bir dil olan Ladino konuşurlarken, Aşkenaz yahudileri Almanca-İbranice karışımı bir dil olan Yidişçe konuştuklarından ötürü Zelig’in babası için a Yiddish actor sıfatını kullanır. Ataları, Karl Marx’ın da doğduğu ünlü Alman şehri Trier’den Danimarka’ya göçtüklerinden ötürü Ulf Trier de bir Aşkenaz olmalı. Böylece, bir süreliğine kendisini Freud’un arkadaşı bir psikolog sanan bukalemun-insan Zelig (Selig) ile Joe’nun bir yahudi gettosunda (veya güneş girmeyen yaşamdan uzak bir “entelektüeller mahallesi”nde) oturan confessorü Seligman arasındaki yakınlığın sadece dilsel değil, aynı zamanda dinsel olduğu açıklık kazanır:
Bu bir yahudi ismi (it’s Jewish)... ebeveynim bana bu ismi Yahudiliğe olan duygusal çağrışımından dolayı vermiş.
Yahudiliğe olan duygusal çağrışım, burada Tevrat’ın bazı ayetlerini (msl. Mezmurlar: 1-2, Yeremya: 17: 7) hatırlamamıza yol açıyor, çünkü inançsızların öğüdüyle yürümeyen, günahkârların yolunda durmayan, alaycıların arasında oturmayan, ancak zevkini Rabbin Yasası’ndan alan ve gece gündüz onun üzerinde derin derin düşünen esenliğe mazhar olmuş kimseler (blessed man veya blessed is the man that...), meyvesini mevsiminde veren, yaprağı hiç solmayan, yaptığı her işi başaran, kuraklık günlerinde kaygılanmayan, akarsu kıyılarında yetişen bir ağaca benzetilirler. Nymphomaniacta yer alan en belirgin sembollerden birinin de ağaçlar olduğu, yanısıra filmde bu ağaçların insan ruhlarının simgeleri olarak kullanıldığı gözönünde bulundurulduğu takdirde, selig sözcüğünün seküler kullanımıyla mutluluk kadar, dinsel kullanımıyla esenliğe mazhar olmak vurgusu da taşıdığı düşünülmelidir.

Joe film boyunca, hiç sevmemesine, hatta kendisinden cold bitch, stupid bitch gibi sıfatlarla söz etmesine karşın annesinin adını açıkça zikreder: Katherine/Kay (Connie Nielsen), ne ki çok sevdiğini söylediği ama nedense hiç özlemediği, hatta Christophe Honoré’nin Ma mère(2004) filmini anımsatacak biçimde, öldüğünde tuhaf biçimde aldığı hazdan ıslanacak olduğubabasının (Christian Slater) adını anmaktan ise titizlikle kaçınır. Biyolojik babanın adı yoktur, çünkü bıraktığı kalıtımsal miras dışında bu babanın yönetmenin kişisel yaşamında doğrudan bir rolü yoktur.

Yalnızlık ve Gözyaşları

Gerçek bir sanat eseri karşısında yorumsamanın sıhhati adına yapılacak en iyi iş, hiç kuşkusuz bu tür ayrıntıları saklandıkları gölgelikte bırakmaktır, ancak bazen görünen ile gösterilmek istenen arasındaki mesafenin açıklığı, ister istemez yanılma payı yüksek cesur adımlar atmayı gerektirir. Nitekim tam da Avrupa üçlemesinin ilk iki filmi Forbrydelsens element(1984) ve Epidemic (1987) ile bir tv yapımı olarak Medea(1988) çektiği dönemin sonunda annesini kaybettiği ve yaşamındaki en can acıtıcı travmayla yüzyüze geldiği hatırlanacak olursa, Von Trier’in, o günleri ele alırken, çarpraz bir teknikle hastahanede eşini ziyaret etmekten bile kaçınan kadın (anne) imgesi üzerinden gerçek babası hakkındaki olumsuz duygularını aktardığı, buna karşın, annesine (hatta dayısına) duyduğu sevgiyi ve hissettiği acıyı ise tam da aksine baba imgesi üzerinden işlemeyi tercih ettiği pekala düşünülebilir, hatta bu nedenle, uzun arayışlar sonunda ruh ağacının sert gövdeli dişbudak değil de meşe olduğunu anlayan figürün, yönetmenin annesini simgelediği varsayılabilir.

Ne ki bu varsayımlar sonucu değiştirmez ve Von Trier kendisini boşlukta hissetmeyi sürdürür.
Babam kendi ruh ağacını bulmuştu ama ben hiç bulamadım.
Yalnızlık konusunun Joe’nun öyküsünün en başat temaları arasında yer aldığına dikkat edilmelidir:
— Bayan H, yalnızlık konusunda haklıydı, yalnızlığın daimi yoldaşım olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum. 
— Yani onca adamla birlikte oluyordun ama yine de yalnız mı hissediyordun?
Seligman’ın sorusunu zorlanarak da olsa çocukluğunun ilk yıllarına ait bir kısa öykü aracılığıyla yanıtlayan Joe, yedi yaşındayken sanki geçmesi mümkün olmayan bir kapıdan tek başına geçmek zorundaymış gibi hisseder ve kendisini bir hastahanede ameliyata girerken (muhtemelen ilkokulda eğitime başlarken) betimleyerek bir ömür boyunca duyumsayacağı yalnızlık ve yabancılık duygusunun çocukluk (okul) dönemi deneyimlerine dayandığını saklama ihtiyacı duymaz:
Tam olarak annemi özlediğimden değildi. İyi biri olmasına karşın babamı da özlediğimi düşünmüyorum. Sanki tüm evrende bir başımaymışım gibi hissediyordum, sanki tüm bedenim yalnızlık ve gözyaşlarıyla doluymuş gibi.
Gerçek yaşamında kendisine miras kalan aile evini satmaya çalışan, satamayınca da 1991’de o evi adeta parçalayarak yeniden inşa eden Von Trier’in “bu benim açımdan bir sağaltım, duvarları yıkıyor, eşyaları atıyor, ailemin en değerli objelerini parçalıyorum” deyişindeki iç acıtıcı tonlama, Joe’nun öyküsünde sıkça yer alan o yıpratıcı toplumdışılık vurgusunda da kendini hissettirir:
Ben mi toplumu terk ettim, yoksa o mu beni terk etti, emin değilim. 
Toplumda bana yer olmadığını anlıyordum ama benim de toplum için yerim yoktu, hiç de olmadı zaten.
Her anomali gibi özünde bir yabancılaşma biçimi olan toplumdışılık da erotize edilirse pekala bir perversion türü olarak resmedilebilir. Nitekim aşağıda Joe’nun Seligman’a söylediklerinin, adeta Lois Buñuel’in Belle de Jour (1967) filmindeki Séverine Serizy (Catherine Deneuve) ile Todd Field’in Little Children (2006) filmindeki Ronnie J. McGorvey (Jackie Earle Haley) dolayımında yapılmış muhayyel bir betimleme kadar çarpıcı görünmesinin bir nedeni de bu bakışaçısı olmalı:
Benimle aynı yükü taşıyan bir adam oturuyordu karşımda. Yalnızlık. İkimiz de cinsel olarak dışlanıyorduk.
Seligman pis ve kötü kokan giysilerini yıkamak istediğinde Joe’nun bu işleme izin vermemesi, pis de olsa, kötü de koksa kendi ‘örtü’süne sahip çıkmaktan vazgeçmemesi kuşkusuz bilinçli bir seçimin sonucudur. Geriye dönüp bakarken, yönetmen, tutkusunun yazgısı olduğunun bilincindedir çünkü.

AŞK ve ORGAZM

Nymphomaniacın çatısının iki ana-bölüme (volume) ayrılması ve her bölümün, ilki 5, ikincisi 3 olmak üzere toplam 8 alt-bölüm (chapter) halinde düzenlenmesi, sadece Lars von Trier’in retrospektifini kronolojikolarak çözümlemeyi zorunlu hale getirmekle kalmaz, aynı zamanda, sık sık flashback tekniğiyle kesintiye uğrasa da, bu bölümler boyunca süren yoğun simge akışını bir rasyonel plan dahilinde yorumlamayı da olanaklı hale getirir.

İki ana-bölüm arasındaki sınırı, Joe’nun Jerôme (Shia LaBeouf) ile evliliği (Zentropa Entertainment’inkuruluşu) belirlediğinden, orgazm yetisini kaybeden Joe’nun büyük bir savaşım vererek bu yetisini yeniden kazanma sürecini (1996-2013) serimleyen son üç alt-bölümün başında Breaking the Waves-Idioterne-Dancer in the Dark, sonunda iseAntichrist-Melancholia-Nymphomaniacüçlemeleri yer alır. Dolayısıyla Joe’nun aşağılayıcı sayılar olarak gördüğü 3+5’in tam da aksine ilk 5 etap zorlu geçmesine karşın, son 3 etap nisbeten kendisinin tahammül edebildiği bir süreç olarak tasvir edilecektir.

Filmin mimarisinin temelinde yer alan karşıtlık, hatta çatışma, iki kavram (orgazm ve aşk) aracılığıyla sembolize edilir ve bir “sinema delisi” (nymphomaniac) olarak Joe’nun öyküsünde güçlü doyum talebi (orgazm), yönetmenin sinema tutkusunu belirleyen temel etken olarak yüceltilirken, aşk bu doyum talebini yaralayan olumsuz bir unsur olarak ısrarla dışarıya atılmak istenir. Filmin asıl öyküsü de budur, yani Lars von Trier’in orgazm ile aşk, başka bir deyişle crucifixion ile transfiguration arasında salınan sinematografisinin temel uğrakları.

1.Usta Oltacı

Bu çatışmayı sağlıklı biçimde anlamlandırabilmek için, öncelikle öykünün başına dönmek ve Joe’nun (Maja Arsovic) banyoda sular içinde oynamasıyla ilgili sahnelerin yer aldığı ilk alt-bölümle birlikte, 1966’da, henüz 10 yaşındayken bir hamamböceği belgeselinden kestiği parçaları Carl Theodor Dreyer’in La passion de Jeanne d’Arc (1928) filminin görüntüleriyle çapraz montajlayarak bazı film karelerini elle renklendirdiği ilk film denemesiyle başlayan, Turan Til Squashland (1967) adlı animasyon ile ardından Nat, Skat (1968), En røvsyg oplevelse, (1969), Et Skakspil (1969) gibi yönetmenin çocukluk dönemindeki 1’er dakikalık ilk sinema denemelerini içine alan süreci hatırlamak gerekir. Nitekim ailesinin (dayısı Børge Høst’un) kendisine verdiği olumlu desteği temsil eden bir sahnede, babası, Joe’yu (Ananya Berg) tam da bu yaşlarında bir anatomi kitabından nervus pudendus, nervus dorsalis, clitoris sözcüklerini sökmeye çalışırken görecek ve gülümseyecektir. (Bu bölümde yer alan tren yolculuğunun sonunda kendisine bonibonları kazandıran “kompartmandaki evli adam” figürü de dayısının yanına gitmek için Avrupa dışına yaptığı ilk ve son yolculuk olan Tanzanya gezisine yapılmış olumlu bir gönderme olarak okunabilir.)


Bu döneme daha sonra flashback’lerle de atıf yapılacak, örneğin 12 yaşındayken Thomas Winding’in Hemmelig Sommer (1969) adlı filminde yaptığı oyunculuktan aldığı yoğun haz (ilk orgazm), olağanüstü biçimde betimlenen bir transfiguration sahnesine dönüşecek, doktorunun ironik biçimde kutsal hastalık ‘sara’yla ilişkilendireceği sözkonusu deneyim aracılığıyla küçük kızın başı göğe erecektir. (Bu nedenledir ki yönetmenin en mutlu yıllarını temsilen Joe’yu oynaması için seçilen küçük aktrisin, karakterin yetişkin dönemlerinin tam da aksine mavi gözlü olması kimseye şaşırtıcı gelmemelidir.)

Keza bu süreçte, Joe’nun (Stacy Martin) bekaretini kaybettiği sahne de yönetmenin 14 yaşında çektiği 7 dakikalık Hvorfor flygte fra det du ved du ikke kan flygte fra? Fordi du er en kujon (1970) adlı ilk film deneyimini yansıttığı kuşkusuzdur. Yönetmenin yaşamına yön verecek en temel tutku, yani sinema sevdası (Jerôme) artık tecessüm etmiş, bu başlangıçla birlikte doyum isteği sinema vasıtasıyla önlenemez bir maceraya dönüşmüştür.

2.Jerôme

Niçin Jerôme?

Bu ismin hatırlattığı iki ünlü sima tanıyoruz. İlki Vulgataçevirisiyle tanınan, mütercimlerin piri Aziz Jerome (Eusebius Sophronius Hieronymus), diğeri Lars von Trier’in resim sanatına yönelik güçlü ilgisiyle birlikte önemsediğini bildiğimiz ressam Hieronymus Bosch. Aradaki bağlantının nedenlerini bulmayı meraklılarına bırakıpilk alt-bölümün ardından gelen Jerômebaşlıklı bu ikinci alt-bölümün, yönetmenin Kopenhag Üniversitesi Sinema Bölümü’nde (1976-1979) geçirdiği öğrencilik yıllarına karşılık geldiğini belirtmekle yetiniyoruz.



Burada, Sinema Bölümü’nde okurken katıldığı Filmgruppe 16üyeleriyle arasında yaşanan şiddetli gerilim ve fikir çatışmaları, yukarıda işaret edilen orgazm-aşk karşıtlığıyla sembolize edilir ve filmde The Little Flock (Küçük Ekip) olarak adlandırılan bu grubun, aşkı orgazm’ın gizli bileşeni olarak kabul etmesi (the secret ingredient to sex is love), yani yerleşik sinema anlayışının merkezinde yer alan anlatı tekniklerine kolaylıkla teslim olması, yapılmayanı yapma tutkusuyla yanıp tutuşan genç sinema öğrencisinin şiddetle tepki vermesine yol açar, çünkü ona göre filmin ruhunu, anlattığı öykü (aşk) değil, asıl onun grameri (orgazm) oluşturur, başka bir deyişle, kültürden çok doğa, kurgulardan ziyade güdüler.
Benim için aşk kıskançlığın eşlik ettiği şehvetten ibaretti, onun dışındaki her şey tamamen anlamsızdı.
Bir vesileyle Seligman aşkın kör olduğunu söyleyince, Joe hemen itiraz edecektir:
Hayır, hayır, daha da kötü. Aşk her şeyi mahveder, hatta daha kötüsü aşk asla istemediğin bir şeydir. Benim istediğim cinsellikti (the erotic), hatta erkeklerden beklediğim de buydu, fakat şu aptal aşk... onun ve ardından gelen onca yalanın altında kendimi ezilmiş hissettim. Cinsellik evet demekten ibarettir, oysa aşk yalanlarla sarılı en aşağılık içgüdülere hitap eder.
Aşk ile erotizm (orgazm) arasındaki bu keskin karşıtlığın, öykünün bütünlüğü üzerinden izlenebilmesi için burada birkaç küçük ayrıntıya dikkat etmek gerekir:
a.Jerôme (ki en başta adı sadece J’dir) kendi motosikletini çalıştıramaz ama Joe onu basit bir hamleyle çalıştırır. 
b.Jerôme arabasını iki taşıt arasındaki dar mesafeye park etmeyi bir türlü beceremez ama Joe onu bir hamlede o aralığa yerleştirir. 
c. Jerôme bir yahudi çöreği olan rugelach’ı çatalla yer ve fakat Joe onun, Seligman’ın önce erkekçe olmayan (unmanly), sonra da gayet kentsoylu (it’s at least bourgeois) olmakla tanımlayacağı bu hareketini ilginç biçimde efemine bir tavır olarak yorumlar. (Bu bölümde rugelach’ı eliyle yerken görünen sadece Jerôme’nin amcasıdır, yani belki de bir zamanların sinema ustaları.) 
d.Şimdi de küçük bir karşıtlık: Mekaniğe olan tüm ilgisine karşın, Joe, yine de en gerekli olduğu anda silahının mekanizmasını çalıştıramadığı için Jerôme’yi vuramaz. Ne zaman? Elbette duyguları devreye girdiği zaman!
İlk filmlerinde patalojik düzeyde gereksinim duyduğu mükemmeliyetçi dikkat ve düzenlilik, kusursuz grameri, hatta o yıllardaki mimardan çok mühendisi andıran tavrının anlatılarına kazandırdığı sıradışı hesap keskinliği, 10 yaşlarındayken kendi kamera vincini yapmayı hayal eden Von Trier’in aşk yerine orgazmı tercih edişinin hemen hemen ilk gerekçelerini oluşturur.
Erken yaşlarda mekaniğe ilgim vardı, örneğin kinetik enerji, beni her zaman büyülerdi.
Çocukluk filmlerini 8 mm’lik kamerayla çeken Von Trier, Danimarka Sinema Okulu’nda ödevlerini video kamera kullanarak hazırlar ve sadece iki filminde (Den sidste detalje 1981, Befrielsesbilleder 1982) 35 mm’lik kamera kullanma fırsatı bulabilir. Filmgruppe 16’ya katıldığı dönemde ise ilk defa 16 mm’lik kamera kullanmaya başlamış ve üç yapıtını (Orchidégartneren1977, Menthe la bıenheureuse 1979, Nocturne 1980) bu kamerayla filme almıştır. Nitekim bu alt-bölümde geçen “elektrikli süpürge” (the vacuum cleaner) simgesiyle kastedilen de işbu 16 mm’lik kamera olmalıdır.

Mekaniğe ilgisi, Trier sinemasının arkaplanını karakterize eden önemli ayrıntılardan biridir, çünkü genç yönetmen adayı, daha o yıllarda sinemada aradığını bulamadığı gibi, kendi denemeleriyle sinemanın yerleşik alışkanlıkları arasındaki karşıtlığı aşmada ciddi zorluklar yaşamaktadır. Yeni olanaklara karşın genç öğrenci girdiği bu yeni dünyada da kendisini fevkalade yalnız ve yabancı olarak hisseder. Sürekli dışlanmakta, hatta aşağılanmaktadır. Arkadaşlarının ve hocalarının dehasını takdir edemediklerini düşünür bu yüzden. Oysa tüm istediği, yeni deneyişler aracılığıyla sinema sanatına sahip olmadığı bir ruh üflemektir. Bu nedenle, o dönemde çektiği, üzerinde Carl Theodor Dreyer’in yoğun etkisi bulunan iki film Orchidégartneren ile Menthe la bienheureuse bu arayışının ilk kilometre taşları olarak kabul edilmelidir.




— Neye karşı baş kaldırmıştınız? 
— Aşk’a! 
— Aşk’a mı? 
— Kendimizi, aşkın hakim olduğu bir topluma karşı mücadele etmeye adamıştık.






Küçük ekip sözünde durmayacak ve genç adam bu okuldan mezun olmadan yine kendi yolunda tek başına yürümeyi sürdürecektir. Çünkü bir “sinema delisi” için bizatihi tutkunun kendisi (nymphomania) kalpsizlik demektir.

3.Bayan H

Yalnızlığının katmerleştiği, hatta kendisinin, sonu gelmez dışlanmalara ve küçümsenmelere varan karanlık bir dönem olarak hatırladığıDanimarka Sinema Okulu’nda (1979-1989) geçen öğrencilik yılları (yönetmenin diğer yerlerde de uygulayacağı biçimde, pek tabii ki hep bir önceki alt-bölümün sonundan itibaren) Mrs. H başlıklı üçüncü alt-bölümde ele alınır.

Bu ikinci öğrencilik teşebbüsünde (Joe’nun sekreterlik başvurusunun kabulüyle birlikte) eski sevdasıyla yeniden karşılaşır. Ne ki burada da genç öğrencinin karşısına bu sefer okul müdürüyle birlikte bazı hocaların da katılımıyla geniş bir aşıklar grubu (a larger group of lovers) çıkar ve o bildik çatışmalar katlanarak büyür. Ne ki bu dönemde küçük rahatlama kitabı (my little book of comfort) genç öğrencinin imdadına yetişecek ve ancak çok sevdiği yapraklara bakmak suretiyle teselli bulabilecektir:
Ama neyse ki yanımda rahatlama kitabım vardı. Ne zaman rahatlamaya veya huzura ihtiyacım olsa koleksiyonumu çıkarıp en sevdiğim yapraklara bakıyordum: dişbudak, titrek kavak ve ıhlamur...
Burada üç ağaç adının verildiğine dikkat edilmeli: dişbudak, titrek kavak ve ıhlamur. Kastedilen, o yıllara ait film denemelerinden üçü olmalı: Nocturne (1980), Den Sidste Detalje (1981) ve Befrielsesbilleder(1982). Ancak bu yapıtlar arasından özellikle sonuncusu, İngilizce adının taşıdığı alegorik anlam itibariyle özel bir dikkati hak ediyor: Rahatlama Görüntüleri.

Lars von Trier’in okuldan mezun olduktan sonra gönlünce yönettiği ilk ciddi sinema projesinin, dikkatlerin üzerine çekilmesini sağlayan Avrupa üçlemesi olduğu bilinir. Nitekim bu projenin ilk adımları, Forbrydelsens element (1984) ile Epidemic (1987) aracılığıyla atılmış ve bir tv yapımı olan Medea (1988) ile bazı reklam filmlerini yine bu dönemde çekmiştir. Nitekim Seligman’ın Edgar Allan Poe ile kendini yeniden tanıdığını söylemesi Epidemicte yer alan Dr. Mesmer karakterine bir atıf olarak okunabileceği gibi, Poe’nun grotesk öyküsü The Fall of the House of Usherdan yapılan (1839) alıntı da annesinin ölümüyle Von Trier’in yaşayacağı travmatik kimlik ayrışmasına (split identity) doğrudan yapılmış bir göndermedir.

Sinematografisinin en belirgin dönemeçlerinden biri olan ve Kafka’nın Amerika (1927) adlı öyküsünden etkilendiği bilinen, triolojisinin son filmi Europa (1991), ancak annesinin ölümünden sonra izleyicileriyle buluşabildiği için, Nymphomaniacda bu dönemi simgeleştiren olaylar örgüsünün işlenişi bir sonraki Delirium başlıklı 4. alt-bölüme ertelenir, çünkübu filmde, yönetmen, bir yahudinin “Beni evinde sakladı” demesiyle müttefiklerin baskısından kurtulan şirket sahibi Max Hartmann üzerinden, kısa bir süre önce varlığından haberdar olduğu biyolojik babası Fritz Michael Hartmann’a bir göndermede bulunmayı ihmal etmez.

4. Hezeyan

Babasının (gerçekte annesinin) ölümünü ele aldığı bu bölümde, Von Trier, kendi sinema arayışını melodik değil, bilakis harmonik bir çokseslilik (polyphony) simgesiyle açıklamaya çalışır. Nitekim Bach’ın, Tarkovsky’nin Solaris (1972) ve Zerkalo (1975) filmlerinde kullandığı Orgelbüchlein (1708–1717) adlı librettosundan hareketleSeligman, kendine has bilgiçlikle, bu büyük bestecinin kendi yapıtlarına Fibonacci dizisinden esinlendiği anlaşılması zor gizemli sayılar karıştırdığını, bu sayı dizisi ile Pisagor Teoremi ve Altın Oran arasında ilginç bir bağlantı bulunduğunu ve hepsinin de amacının sanat ve mimaride ilahi bir yöntembilim (a divine methodology) geliştirmek olduğunu belirtir.
Bu eserde üç ses var: Bir bas sesi, sol elle çalınan ikinci bir ses ve sağ elle çalınan ilk ses. Bunun adına cantus firmus (değişmez ezgi) denir. Hep birlikte, bu üç ses polifoniyi yaratır.
Bir sonraki bölümde yapacağı açıklamaları temellendirmek amacıyla, Joe, bu bilgiçlik gösterisini kendi öyküsü üzerine uygulamak için hemen bir fırsat olarak değerlendirir ve ilgilerindeki çeşitliliğin özünü bu vesileyle açığa vurmaktan çekinmez:
Genellikle bir nymphomaniacdoyumsuzun teki olarak görülür ve bu yüzden de birçok farklı insanla cinsel ilişkiye girer. Elbette bu doğru, ama dürüst olmam gerekirse ben bunu, tüm o farklı cinsel deneyimlerimin (sexual experiences) bir toplamı olarak görüyorum, dolayısıyla aslında benim bir tek sevgilim var.
Bir tek sevgili (only one lover), yani sadece sinema!

II. Bölüm’de de ele alınacak olduğu üzere, Von Trier, burada, farklı türlerde giriştiği denemelerin aslında sinema sanatına ilişkin bütüncül bir kavrayış (cantus firmus) geliştirme isteğini dile getirmeye çalışmaktadır. Kendisi adeta XIX. yüzyıl romanında Balzac’ın denediği ve fakat tamamlayamadığı La Comédie Humaineölçeğindeki bir genişliğeya da hiç değilse XX. yüzyılın sonlarına doğru sinemada Stanley Kubrick’in gerçekleştirmeye çalıştığı türden sinematografik çeşitliliğe ulaşma arzusu tarafından güdülüyormuş gibidir. Genç yönetmenin hep daha fazlasına ulaşma arzusu, sönmek bilmez bir ateş gibi yanar durur gönlünde.
Tutto è buano quando è eccessivo!
Pasolini’nin Salò o le 120 giornate di Sodoma (1975) adlı filminin girişindeki bu mottoda ifade edildiği gibi, “aşırıya kaçınca her şey güzeldir.”

Bu yüzden olmalı ki Joe da çaresiz hep fazlasını ister, daima fazlasını:
Belki de diğer insanlarla aramdaki tek fark benim gün doğumundan hep daha fazlasını istememdi. Güneş ufku aydınlattığında hep daha gösterişli renkler görmeyi isterdim. Belki de tek günahım buydu.
Finale doğru Seligman’ın dilinden bu tutku bir kez daha yinelenecek ama yine yanlış yorumlanacaktır:




İlk başta, tek günahının gün doğumundan hep daha fazlasını istemek olduğunu söylemiştin. Bunun anlamı da sanırım hayattan daha fazlasını istemen.






Joe öykülerini anlatırken sürekli daha fazlasını istemeye yönelik güçlü arzularından dem vurur ve işin ilginç tarafı, yaratıcı düşgücünün yıkıcı sonuçlarından şikayet ediyormuş gibi görünmekten de hoşlanır:
Etrafımdaki yıkımın sebebi arzumdu. Gittiğim her yerde. 
Her cinsel tatminimde, her orgazm yaşadığımda hep daha da fazlasını istiyordum. Bir değişiklik yapmam gerekiyordu.
Öykünün ilerleyen bölümlerinde, Lars von Trier’in sanat yaşamındaki başarısının ve bu başarıya karşılık ödediği büyük bedelin aslında hep daha fazlasını istemekten kaynaklandığı açıkça görülecektir.

5. Küçük Organ Okulu

Lars von Trier düzenli yürüyüşler imgesiyle göndermede bulunduğu düşünülebilecek olan diğer rutin denemelerinin, hatta senaryo çalışmalarının yanısıra Dimensionçekimlerini 1991’de başlatmakla kalmaz, daha da önemlisi Aalbæk Jensen ile birlikte Zentropa Entertainment’i de bu yıl kurar.

Jerôme ile evliliği, sinema sevdasının kurumsallaşmasını simgeler bu yüzden. Sonrasında doyum (orgazm) yetisini kaybetmekle sonuçlanmasına rağmen bu dönemdeki dil arayışları kendisinin yetkinliğe ulaşma çabalarının en önemli uğrağı haline gelecek, hatta birkaç yıl içinde gerçekleşen oldukça yoğun bir senaryo üretme (librettolar) evresiyle birlikte, bir sonraki bölüm bu çabaların sonuçlarının alındığı dönemi temsil edecektir.

İlk olarak 1994’te girişilen iki tv dizisi vardır: Riget I (1994) veLaerervaerelset (1994). Her ikisi de yönetmenin yapıtlarının temelinde yer alan cantus firmus’un saçaklanışının birer göstergesi olarak okunabilir. Bu nedenle sinema sevdasının (Jerôme) ortasında yer aldığı cantus firmus’un her üç simgesi de yönetmenin farklı ilgilerinin toplamı olarak yorumlanmalıdır: üç ses, üç sevgili ama hepsi de yönetmenin öz tutkusunun ürünü.

Bu önemli evreyi açımlamak için De unge årdaki sınıfta hocasıyla arasında geçen şiddetli tartışma sahnesinden yararlanılabilir.

Sinemada her sahne ve öykünün kökeninde birtakım temel öncüllerin yer aldığını söyleyen hocasına, hiçbir temel öncülün bulunmadığı, çünkü akıcı bir öykünün bulunmadığı bir film tasarlanabileceği ihtimalinden söz açar. Hayalinde bu film sadece bağımsız anlardan, bir tür doğa resimlerinden, örneğin yaprak görüntülerinden oluşmakta, bu görüntülere de herhangi bir öykü eşlik etmediğinden, doğanın doğrudan kendi öyküsünü anlatmasına izin verilmektedir.

Hocası kızgınlıkla bir örnek vermesini ister, böyle bir film var mı, diye de öfkeyle sorar, İspanyol, Rus, Alman, Çinli veya aydan inmiş birinin filmi?

Genç sinema öğrencisinin yanıtı çok ilgi çekicidir:
Belki de böyle bir film henüz yapılmamıştır.
İşte Von Trier, sanat yaşamı boyunca henüz yapılmamış olan bu filmi yapmanın peşinde olacak, bu arayışının bedeli olarak da evliliği nedeniyle sadece doyum yetisini (orgazm) kaybetmekle kalmayacak, ayrıca bu evlilikten sezeryan yoluyla bir de çocuk (Dogma 95) dünyaya gelecektir.

6. Doğu ve Batı Kilisesi (Sessiz Ördek)
Bu öyküde Roma’nın doğusuna seyahat ederek aydınlığa kavuşma yok, aksine tam zıddını göreceksin!
Yönetmen izleyicilerini, bu replikle Nymphomaniacın en etkilisahnelerinin yer aldığı6.alt-bölüm’e bu çarpıcı bildirim aracılığıyla hazırlar ve o bölüme gelindiğinde yukarıdaki ifadenin şu şekilde açımlandığı görülür:
Batı Kilisesi dert kilisesidir, Doğu Kilisesi ise derman kilisesi. Roma’nın doğusuna doğru zihinsel bir yolculuk yaptığını hayal edersen, suçluluk ve acıdan uzaklaşıp sevinç ve aydınlığa kavuştuğunu hissedersin.
Değişmez ilkedir, ışık doğudan gelir (ex oriente lux), ama daima doğudan, aydınlığın yurdundan.

Lakin hangi doğudan?

Katolik Kilisesi ile Ortodoks Kilisesi arasındaki bu karşılaştırma aracılığıyla kendi sinema deneyimi ile Tarkovsky’nin sinema deneyimi arasındaki ayrımın köklerine işaret etme olanağı bulan yönetmen, bu vesileyle, kendi sinema dilini inşa ederken, Katolik Kilisesi tarafından kurumsallaştırılmış bulunan kişisel itiraf geleneğine yaslanmak zorunda kalışının gerekçesini de izleyicilerine hatırlatmış olur, çünkü Ortodoks Kilisesi bu âdeti uygulanagelen haliyle açıkça yadsımış, sadece, Tevrat’ta da karşılığını bulan (Levililer, 16: 21) Kefaret Günü’ndeki toplu ve alenî dua geleneğini sürdürmekle yetinmiştir.

Aradaki fark, fark-ı azimdir. İlki bir confessionalde bir rahiple ya da kendi kendine konuşmak gibidir, ikincisi toplum önünde söylev vermek gibi. Nitekim iki kilise arasındaki karşıtlığı vurgulamak amacıyla, sahnenin başında, duvara asılı, kucağında yavrusu İsa’yla görülen Meryem (Maestà) tablosundan yararlanmakta tereddüt gösterilmeyecektir:
Bu başarılı bir kopya, hemen hemen Rublev tarzında. İkonalar genellikle Doğu Kilisesi ile bağlantılı.
7. alt-bölüm’ün başlığıyla Zerkalo(1975) adlı filmine yapılan bir ikinci göndermeyle desteklenecek olmasının yanısıra, Tarkovsky’nin Andrei Rublev(1966) adlı filmine yapılan bu atıfla birlikte ikona türünün tasvir ettiği kadar uzak durduğu temaların da altı çizilmiştir:






Bu tipik Doğu Kilisesi’ne özgü bir ikona. Çoğunlukla Meryem Ana ile çocuk İsa’yı betimler. Batı Kilisesi’nde daha yaygın olarak kullanılan çarmıha gerilme (crucifixion) sahnesi ise bu yapıtlarda nadiren yer alır.







İkilik çok açıktır. Zahirde bir dinin iki farklı yorumu sadece birbirine karşıt iki farklı yaşam biçimi veya iki farklı insan tipi ortaya çıkarmakla kalmamakta, aynı zamanda iki farklı sanat anlayışının oluşmasına da yol açmaktadır. İlki şiddet, dolayısıyla acı, çile ve ıstırap yüklüdür, diğeriyse şefkat, dolayısıyla sevinç, neş’e ve esenlik. İlki tam bir derttir (bilinçdışı), ikincisiyse derman (bilinç). Başka bir deyişle bir tarafta crucifixion(orgazm), yani yeryüzüne ayak basmanın, duyular dünyasına inmenin bedeli olan çarmıha gerilme, diğer taraftaysa transfiguration (aşk), yani miraca çıkma, göğe yükselme ve ebediyetin ilahi ışığı tarafından aydınlanma.

Bu ayrımı sağlıklı yorumlayabilmek için Seligman’ın 2. alt-bölüm’de geçen şu sözleri hatırlanmalı:
Hikayen sanki Doğu Kilisesi’nin en kutsal pasajlarından biri olan İsa’nın dağdaki miracının (transfiguration) kâfirce bir tekrarı gibi.
Belki burada İsa’nın Miracı’nın sonuçlarının ne olduğu akla gelebilir, hiç beklemeden bu sorunun da yanıtı verilecektir:









Bu hadise gerçekleştiğinde İsa’nın yanındakiler (the humanity of Christ)ebediyetin ilahi ışığı tarafından aydınlanmıştı.









İsa’nın yanındakiler, yani başı göğe ermiş sinema sektörü (msl. Hollywood) tarafından ısrarla talep ettikleri esenliğin kendilerine verildiği mutlu sinema izleyicileri.

Artık Doğu Kilise’sini sembolize eden transfigurationa (aşk) karşılık Batı Kilisesi’ni karakterize eden crucifixionun (orgazm) nasıl yorumlandığını görebilecek durumdayız:











— Batı Kilisesi konusunda üsteleyen sendin, öyle değil mi? Oysa hatırladığım kadarıyla çarmıha gerilme olgusuna yönelik sistematik yaklaşımın özünde doğrudan şiddet bulunur, hatta sadistçe bir doğası vardır. 

— Elbette, İsa’nın çilesi zaten bütünüyle sistematik bir şiddet içerir.











Ne ironi ama! Her iki yorumcu, hem de tam birbirlerini onaylıyor göründükleri noktada ustaca birbirlerinden yüz çevirmeyi başarıyorlar. Joe, şiddeti, çarmıha gerilmeye ilişkin resmî açıklamalarda (thesystematic approach to the Crucifixion) teşhis ederken, Seligman, beklenildiği üzere, bu şiddeti çile’nin özünden (the Passion of Christ)devşirmeyi tercih ediyor. Bu da iki tarafın temsil ettikleri anlam dünyasının karşıtlığını açıklamak bakımından doğal karşılanmalı.

Seligman (blessed man) ile Joe arasındaki temel çelişkiyi sadece Batı Kilisesi ile Doğu Kilisesi arasındaki açık karşıtlıklarla sınırlamanın, yorumun ufkunu daraltmak anlamına geleceği kesindir, yanısıra Seligman’ın yahudiliğine atıfla yönetmenin kendi kişisel özgeçmişi üzerinden yaşamdan uzak entelektüel gettolarında kendilerince ahkam kesen bilgiçler ordusuna yönelik cevap hakkını kullandığı da dikkate alınmalıdır.
Cinsellik insanın içindeki en büyük güç. Yasak bir cinsel eğilimle doğmak çok ıstırap verici (agonizing)olmalı!
Batı Kilisesi’ni karakterize eden iki nitelikten biri olan, taşınması güç suçluluk duygusu, başka bir nedenden değil, doğrudan ilk günah’tan kaynaklanır, peccatum originaleden. Bu yüzdendir ki suçluluk (guilt) ve acı (pain) bir yana düşer, sevinç (joy) ve aydınlık (light) öte yana.

İnsanın dünyaya düşüşünün nedeni olduğuna inanılan ilk ve aslî günahın yol açtığı suçluluk duygusu, yani bir arzu nesnesi olarak ‘elma’ya, ancak cinsellikte kökünü bulan bilinçdışına “el uzatmış” olmak, çarmıha gerilme gibi ağır şiddetle yüklü bir deneyimi haklılaştırmakla kalmayıp onu özünde bir sağaltıma, bir arınma biçimine de dönüştürür. Öyle ya, Batı’da, Roma’nın semalarını karartan o kesif bulutların altında nefes alıp veren hangi gerçek sanatçı bu suçun yükünü üstlenmekten kaçınabilir? Kendi öz doğasından? Yazgısından?

Kaçınamaz, bu yüzden de ister istemez kaderine boyun eğmek zorunda kalıp tıpkı sırtında haçıyla birlikte Hz. İsa’nın yürüdüğü gibi via dolorosayı acılar içinde adım adım geçerek çarmıha gerileceği meş’um Golgota tepesine tırmanmak zorunda kalır.

Dişil bir yolculuktur bu! Bu yüzden olmalı ki kendi ruhunu kadınlık üzerinden daha iyi ifade ettiğine inanan Von Trier’inİsa imgesini de bu nedenle hep protagonist kadınlar yüklenir: Bess McNeill (Emily Watson), Selma Jezkova (Björk), Grace Margaret Mulligan (Nicole Kidman), Karen(Bodil Jørgensen), Justine (Kirsten Dunst), She veya Joe (Charlotte Gainsbourg), ama hep kadınlar, acı çeken kadınlar, daima kaybeden kadınlar.

Von Trier’in dişi İsa’larının ruhunu iyi tanıyabilmek için, Nine 1/2 Weeks (1978) öyküsünün hem yazarı, hem kahramanı Elizabeth McNeill’in, Adrian Lyne’in Nine 1/2 Weeks (1986) filminde büründüğü Elizabeth(Kim Basinger) karakterine değil, asıl kendisinin Breaking the Waves (1996)filminde yeniden yarattığı ve yorumladığı Bess McNeill (Emily Watson) karakterine atf-ı nazar eylemeli! İlki zorunluluğun pençesinde kıvranır ve fakat ikincisi eninde sonunda kendi iradesiyle ölümü seçer. Ölümü, hep ölümü, yani özgürlüğü. Kısacası asıl suçlu ‘hepimiz’ değil, sadece bir kısmımız, yani yasak meyvenin hazzına karşı koyamayanlar. Kaybedenler ve daima kaybedecek olanlar.

Elma belki yenilebilir ama asla bilinemez. Tekilin alanına (bilinçdışına) el atmanın bedeli bu yüzden sadece kaybetmek değildir, aynı zamanda kaybolmaktır.

İmdi, Lars von Trier’in yaratıcı muhayyilesinin en kalıcı ürünlerini verdiği bu dönem artık uzun bir listeyle belgelenebilecek durumdadır:
Breaking the Waves (1996), Riget II(dizi, 1997), Idioterne (1998), D-Dag Lise(tv filmi, 2000),D-Dag(tv filmi, 2000), Dancer in the Dark (2000), D-dag - Den færdige film (tv filmi, 2001), Dogville(2003), De fem benspænd (belgesel, 2003), Dogville: The Pilot (video short, 2003),Manderlay (2005), The Boss of It All (2006), To Each His Own Cinema (2007),Antichrist(2009), Dimension 1991-2024(video short, 2010), Melancholia(2011)
Bu uzun evrede yazdığı senaryolar da hiç az sayılmaz:
Marathon (dizi, 1996),De udstillede(belgesel, 2000), Dear Wendy(film, 2004), Klovn(dizi, 2005), Erik Nietzsche (belgesel-film, 2007)
Bazı ayrıntıları zorunlu olarak ihmal etmekle birlikte genel bir yorum çerçevesi ortaya çıkmış olduğundan, böylelikle artık öyküde yer alan bazı atıflar da çözümlenebilir hale gelir:

a. Jerôme’nin Joe’ya başkalarıyla birlikte olabileceğine yönelik teklifi bu dönemin ilk filmine (Breaking the Waves, 1996)...

b. Joe’nun sezeryan doğum yaparken aletlerden gelen sesleri ilk öğrencilik yıllarındaki küçük ekibe (Filmgruppe 16) benzetmesi ve o sırada korkudan çok tiksinti duyduğunu açıkladığı sezeryan tecrübesi sırasında bebeğini gülerken gördüğüne yemin etmesi, hatta çocuğun adını Mars’tan (Lars-Mars) aldığını söylemesi Dogma 95’in ikinci önemli filmine (Idioterne, 1998)...

c. Elinde Beethoven’ın Für Elise (1810) notalarının bulunduğu piyano öğretmeni figürüyle Haneke’nin The Piano Teacher (2001) filmi üzerinden bu dönemde çektiği tek müzikale (Dancer in the Dark,2000) ve dolayısıyla “8 bujide 8 buji kablosu bulunan 8-silindirli araba”yla da bu esnada sahip olduğu zengin çekim olanaklarına...

d. En nihayet iki zenciyle hiç konuşmaksızın birlikte olma isteğinin yanısıra negro ve demokrasi tartışmaları ise Amerika üçlemesinin iki filmine (Dogville, 2003ile Manderlay, 2005)...


e.Just Jaeckin’in Histoir d’O (1975) adlı filminden alınmış imgelerle tasvir edilen sado-mazoşist terapi döneminin sonunda orgazmını yeniden kazanması ile annelik görevlerini yerine getiremediği için çocuğunu sonradan babasına terketmesi eşzamanlı olarak gerçekleştiğinden, balkona çıkan çocuk sahnesinin de iyileşme döneminin başlangıcına (Antichrist, 2009) yapılmış ironik göndermeler olarak okunabilir.

7-8. Ayna & Silah

Sinemada kendi yolunu bulduğu ve o güçlü doyum yetisine (orgazm) yeniden kavuşarak kendisinin farklı ve biricik oluşunu kabullendiği ve kimsenin kınamasına aldırmadan yoluna kendi tarzında devam etmek niyetini ilan ettiği yeni dönemine,Lars von Trier, Antichrist ve Melancholia ile giriş yapacak ve öyküsünü, en nihayet, bir planım var ve buna asla inanmayacaksınız (anlamayacaksınız), demekten kendisini alamadığı Nymphomaniac ile zirveye taşıyarak retrospektifini tamamlamayı başaracaktır.

7. ve 8. alt-bölüm işte bu özgüven ilanının öyküsüdür, adeta bir ültimatom’un öyküsü.

Muhtemelen Antichristsonrasında gelen eleştiriler karşısında yaşadığı rahatsızlıkları aşmasının ardından, ki bu evreye Mozart’ın Requiemi eşlik eder, Joe bir toplu terapi seansında kendinden emin biçimde aynı hastalıktan muzdarib yoldaşlarına (meslektaşlarına) “sevgili herkes” (dear everyone) diye seslenmeyi tercih eder ve kendisinin onlar gibi olmadığını tek tek ve açıkça yüzlerine haykırmaktan çekinmez.




Ancak şimdi hiçbir şekilde birbirimize benzemediğimizi ve asla benzemeyeceğimizi anlıyorum.






Onlar gibi olmayışının nedenini ise şöyle açıklar:
Çünkü siz sadece toplumun ahlak zabıtasısınız ve göreviniz de yeryüzü sathından benim açık saçıklığımı kaldırmak suretiyle burjuvazinin iğrenmesini engellemek.
Onlar gibi olmadığı açıktır, çünkü o kesinlikle iflah olmaz bir “sinema delisi”dir, gerçek bir nymphomaniac!
Ben sizin gibi değilim. Ben bir nemfomanyağım ve böyle olduğum için kendimi seviyorum.
Bu kararı verince sokaktaki arabaları yakmaktan kaçınmayacaktır elbette, her ne kadar Seligman şaşırıp “yanan araba” kısmını anlamamış olsa bile. Oysa Joe’nun görevleri içinde başkalarının arabalarını yakmak da vardır, pekala huzurlarını kaçırmak da. Sanatçının daha çok kendi içsel deneyimlerini paylaştığı orgazm (crucifixion) sinemasının gereğidir bu, ama asla aşk (transfiguration) sinemasının değil, vaaz sinemasının, mutlu insanlar ülkesinin.

Bu şiddetli karşıtlık içerisinde, tıpkı Joe gibi aynı yükü taşıyan ve yine kendisi gibi cinsel olarak dışlanan pedofil sahnesinin Carl Theodor Dreyer’e bir arz-ı şükran jesti olup olmadığını düşünmeden edemiyor insan. Sanat hayatı boyunca Von Trier’in neredeyse enîs-i ruhu (ruh ikizi) gibi gördüğü bir yönetmene. 10 yaşındayken La passion de Jeanne d’Arc görüntülerinden yararlanarak oluşturduğu ilk filminin gizli kahramanına. Hakkında şu sözleri söyleyebildiği tek sinema ustasına:
Ona saygı duyuyorum, çünkü yaşadığı zamanın düşüncelerine uygun filmler yapmadı. Asilere hep saygı duymuşumdur ve bence o tam bir asiydi. İnsanların önyargıları yüzünden çok acı çekti.
Böylesi Seligmanca gerekçelere yaslanmak, yorumcunun bir ormanda üzerinden geçmeyi en son isteyebileceği çürük tahta köprüler gibidir, bu yüzden de kesin yargılardan kaçınılmalı! Öyle ya, kimbilir belki de bu arz-ı şükran, tıpkı kendisi gibi acı çeken ama bu farklılıklarını ifade etme olanağı bulamayan aykırı izleyicilerine yönelik yönetmenin kendi sıradışılığını sürdürmeye kararlı oluşunu imleme amaçlı bir jestten ibarettir, bilemiyoruz. Nitekim Dogma 95’in ilk filminin (Festen, 1998) yönetmeni olan Thomas Vinterberg’in çektiği ve fakat Lars von Trier’in senaryosunu yazdığı Dear Wendy (2004) filmine dolaylı atıflarla örülü son bölüm, aslında tepedeki yaralı ağaç gibi tüm inatçılığını, gücünü ve erkeksi saldırganlığını (masculine aggression) yeniden kazanmak istese de gerçekte bunun olanaklı olmadığını bilen Joe’nun trajedisine odaklanmaktan çok, kendisini heyecanlandırmadığı için onun edepsiz öyküleriyle bir bağlantı kuramayan, yaşamı boyunca hiçbir kadınla birleşmemiş (yaratıcı düşgücünün sıkıntılarını tatmamış) olan ve insan doğasının kendine has derinliklerini ancak Canterbury Hikayeleri, Decameron, Binbir Gece Masalları gibi kitaplar üzerinden takip etmiş bulunan Seligman’ın trajedisini anlatır. Bir cahilin değil, bir gafilin trajedisini.

Pir Sultan Abdal gibi, şu ellerin taşı bana hiç değmez / ille de dostun bir tek gülü yareler beni dizelerini hatırlatacak bir finalle son bulan film boyunca,Seligman’ın bir türlü anlamadığı, anlayamadığı, buna karşın Joe’nun dile getirmekten usanmadığı en temel çelişki, asla peşini bırakmayacak olan yaşamak günahını işlemiş olanlara has suçluluk duygusudur.Joe ne kadar sembolikse, Seligman da o kadar alegoriktir, dolayısıyla ironik.

İki karşıt figür anlaşamazlar, çünkü tüm iyi niyetine ve hatta güçlü entelektüel birikimine karşın Seligman’ın Joe’yu anlamasını engelleyen tarafı bir tek yetersizliği değildir, aynı zamanda yeteneksizliğidir de. Tarkovsky’nin Puşkin’e atıfla Andrei Rublevde (1966) işlediği, Tanrı’nın kendisine bir şaheseri anlama ızdırabı verdiği ama yaratma yeteneği vermediği Kirill (Salieri) karakterinden daha vahim durumdadır Seligman. Hiç anlama ızdırabı çekmez, bütün yaptığı sadece açıklamaktır. Nitekim öykünün başından itibaren bu açık gerçek sürekli vurgulanır:
— Konuşmak ister misin? 
— Anlayamazsın.

Bu kadarla kalınmaz, acı hakikat bir kez daha teyid edilir:
— Bu kendinden nefret etme olayını hiç anlamıyorum. 
— Ben de öyle demiştim, anlayamazsın.
Anlayamaz, çünkü inanmaz, inanmadığı için de dinler, duyar ama bir türlü duyumsayamaz, bu durumda Joe’nun tüm çabaları da ister istemez karşılıksız kalır.
Sence bir öykünün kendisinden en iyi şekilde nasıl yararlanabilirsin, inanarak mı, inanmayarak mı?
Bu savunma, aslında muhatabına, öyküsünü anlamak istiyorsa şayet, aklını değil sezgilerini kullanması gerektiğini söyler. Kendisinden beklenen önce inanmaktır, sonra açıklamayı denemek. Tırnaklarını keserken hep sol elinden başlayan bu sağduyu numunesi zavallı adamın elinde değildir, daima inanma güçlüğü çeker, hissetme güçlüğü, bu yüzden de olup bitenleri sürekli açıklar, biteviye açıklar ama anlamaz, tıpkı akıl ve mantık gibi, açıklanamayacak olana hürmet etmeyi de beceremez. Susmayı.
— Şimdi bana makul bir açıklama yapacak mısın, yoksa bekleyelim mi? 
— Sana açıklama yapamam, hele hele makul bir açıklama hiç yapamam.
Bu yönüyle sözde sanat eleştirmenlerinden bir farkı yoktur Seligman’ın. Deneyimleyemediği hakikatler hakkında konuşmaktan, passionun ikili anlamını, yani çile ile tutku arasındaki zorunlu ilişkinin yaratıcı yönünü kavramaktan aciz olduğu halde gelişigüzel yorumlar yapmaktan, hatta karşısındaki sanat eserinin ardında saklı o irkiltici ve yıkıcı itiraf sürecini de, onun olumsuz sonuçlarını da kendince aklamaktan hiç vazgeçmez, üstelik bu kadarla yetinmeyip hastasını sağaltmaya çalışan bir sanat hekimi gibi davranır ama ne koyduğu teşhislerin ne de yazdığı reçetelerin, Hegel’in de ustalıkla işaret ettiği gibi, herhangi bir etkisi olur.
Sanat hekimlerinin (diese Ärzte der Kunst) sanatı tedavi etmek için yazdıkları reçeteler, insanı sağlığına kavuşturmak için sıradan hekimlerin yazdıklarından bile daha az güvenilirdir.
Kendi gerçekliğiyle yüzleşmeyi ve bu yüzleşmenin ağır bedeline katlanmayı göze alamayan kimselerin asla teşebbüs edemeyecekleri denli ağır bir ödevdir itiraf. Hele hele bir de sanat sözkonusu ise, bu sefer bir tür tanrısal bedenlenişin kefareti haline gelir. Düşlem yetisinin yani. Muhayyilenin. Bu yüzden de eleştirmenlerini umursamaması doğal karşılanmalıdır.

Bu bölümü, sanırım, Jack Stevenson’ın, bu öykünün iyi bir özeti sayılabilecek 2002 tarihli şu saptamasıyla sonlandırabiliriz:
[Lars von Trier] tam anlamıyla insan olmak denilen o ender bulunan niteliğe sahiptir ve kendi çelişen yönlerini inceleyip içindeki bölünmüş parçalarla uğraşmaktan asla vazgeçmeyen birisidir. Sonunda her şey biraraya gelir: geçmiş, bugün, gelecek; çocukluk, ergenlik, yetişkinlik; ticaret, sanat, özel hayat ve hepsine bir bütün olarak bakmak zorunda kalırız. Ve siz onu ‘anlamıyorsunuz’, ona ne bundan? Size bütün hayatını bir sanat eseri olarak sunmaktadır.
Gözlerini Kapamazsan Göremezsin!

Bir sanat ve edebiyat yapıtı karşısında verilecek en sıradan tepki, yapıtı bizatihi saçmalık ile tanımlamak olmalı, çünkü saçmalık suçlaması her halukarda refleksif bir karakter taşır, yani dönüp dolanır muhatabın öznel kavrayışla ilgili bir düzeyi imlemekle sonuçlanır. Anlamadım, demektir kısaca, yani bir türlü kendimle yapıt arasında bağ kurmayı başaramadım.

Saldırıya uğramış gibi hissederler böyleleri, öfkelenirler, suçlarlar, olmazsa, küçümserler, burun kıvırırlar. Doğrusu pek haksız da sayılmazlar. Anlamamak değil, asıl anlamadığını anlamaktır çünkü acı verici olan. Bu kadarla kalınsa iyi, hemen karşı saldırıya geçilir ve sanat yapıtının muhatabından beklediği kuş ürkekliği kıvamındaki özenin kendisinden her esirgenişinde ne oluyorsa yine o olur: sanat karşısında yorumsama bir çırpıda haysiyet cellatlığına dönüşüverir. Bu nedenle kamu sözcüleri ilkin farklılıkları yadsımak amacıyla değil sadece, özgürlükleri budamak maksadıyla da saçmalık suçlamasına başvururlar, sonra da bekleneceği üzere, ahlakdışılık ithamına. Asıl yıkıcı olanı bu ikincisidir, eleştiri bilinç alanından hemen davranış alanına çekilmiş, yadsıma ise karalamayla yer değiştirmiştir, karalama ise, pek tabii ki yasaklarla. Oysa ahlak’ın özünü, insanın, kendisine dayatılmış olana boyun eğip istemdışına yaslanışı değil, aksine, kendi istemiyle ve kendi seçimlerinin gereğince yapabildiği eylemler oluşturur. Sanata kendi adabını kazandıran da, bu gerekçeyle sanatçıların bir süreliğine toplumdışına itilmelerinin temel nedeni de budur.

Sanat kendi âdabına (kurallarına), sanatçıysa kendi ahlakına (içsel yasalarına) bağlıdır, çünkü her ikisi de kendi amaçlarını kendi içlerinde taşırlar ve başkaları için (für sich/lizatihi) değil, sadece kendileri için (an sich/bizatihi) vardırlar, dolayısıyla Hegel’in de işaret ettiği üzere, eğitim, arındırma, sağaltım, maddi kazanç, ün ve onur için çabalama gibi başkaca amaçlar zaten sanat eserinin kendisini ilgilendirmez, üstelik sanat eseri kavramını da belirlemez. Yorumun nesnesinden çok, yorumcunun öznelliğinden türerler çünkü.

Anımsanacak olursa, Ingmar Bergman’ın Personası (1966) kendiliğin aynı anda iki insanda varolup olamayacağı sorununa odaklanıyordu, sıradan bir kişilik ile tutkusu uğruna yanan bir sanatçı çelişkisine. Öyle ki ilki hep aydınlıktadır, diğeri karanlıkta, hangisi öne çıkarsa hep o konuşur, diğerinin payına ise sadece susmak düşer. Dengede olmaları çok güçtür, birinin varlığı diğerinin yokluğuna yol açar, hem hem de biçiminde değil, çaresiz hep ya ya da biçiminde varolabilirler, adeta bir bedende iki karşıt ruh olarak. Bütünleşmeyi başarmaları hiç değilse dehadüzeyinde düşünülemez, bu nedenle yüksek sanat sözkonusu olduğunda ikincil amaçlar asla umursanabilir bir nitelik kazanamazlar.

Biz ki çöl nesliyiz. Biz, yani daha özgür, daha eşit bir dünyayı düşlemeden yaşamayı beceremeyen yetimler. Çaresiz bir yandan özgürlüğün ve eşitliğin vahasına ulaşıncaya değin çölde başıboş dolaşıyoruz, öte yandan kum taneciklerinin arasında hakikati aramaktan bir türlü vazgeçemiyoruz. Sinemayı da ister istemez bu yoksunluklar içinde konuşuyoruz.

O halde kim bağışlanmak istiyorsa önce bağışlamayı öğrenmeli ve bu yazıda çözümlemeye konu olan görünüşün (zahir’in) çıplaklığından evvel bâtın’ı çözümlemenin zorunlu çıplaklığına hürmet edecek âlicenaplığı göstermeli, çünkü zaman zaman Seligmanca bir üslubun gölgesinde kalmak pahasına da olsa, hatta göndermelerin ve gerekçelerinin çoğu zikredilmeyip hususen bir kenarda bırakılmış da bulunsa, yine de bu kıvamıyla bile yazımda pornografik biçemin tercih edilmesi, zahirde bir “erkek delisi” üzerinden kurgulanan nymphomaniac anlatısının gerçekte bir “sinema delisi”nin retrospektifi olduğunu öne süren bu uzun çözümlemenin son tahlilde yönetmenin en başından itibaren kendi simgesel anlatısına oldukça ‘uzun’ ve o denli de ‘ahlaki’ bir ders niteliği kazandırmasının yükünü taşıdığı söylenebilir.

Nyphomaniacpornografik bir film değil, bilakis örtündükçe örtünen sembolik bir yapıya sahip, o nedenle de alegorik metinler gibi tefsir(commentary) değil, sembolik metinler gibi tevil(hermeneutik) edilmek zorunda. İsteksizce de olsa hakikatine işaretle giysilerini üzerinden çıkarmaya cüret etmemizin bir nedeni de işbu zorunluluk zaten. Tamıtamına sevimsiz bir ödev. Kalemin günahı. Düşünmenin kefareti. Yorumsamanın nesnesi bir retrospektif olunca, belki bu günah bağışlanabilir, aksi takdirde, ehlince malum olduğu üzere, felsefede de, sanatta da simgeleri böylesine açık kılmanın kefareti kolay kolay ödenemez. İtiraf kadar hakikati ifşa da suçtur çünkü.

Bilinç (akıl) bir sınır, sonlunun sonsuz hareketi, buna mukabil bilinçdışı (günah) sonsuzluğun sonludaki tezahürü. Sembolik anlatım işbu sonsuzluğu dile getirirken bilgimizi genişletmeyi amaçlar, analitik değil sentetiktir, tümüyle icad etmektir, çünkü muhatabına bilinende bilinmeyeni keşfetme seçeneği sunar, hep bir ötesi vardır, daima kavranılması güç bir öte, ötelerin ötesi. Oysa alegorik anlatım bilinenden hareketle hep yine başka bir bilineni kavratmakla yetinir ve çaresiz kendisini, bilgiyi değil, sadece malumatı genişletmekle sınırlandırır. Bu yüzdendir ki Orgelbüchlein librettosundan duyulan ve sana sesleniyorum ey tanrım/lütfen duy yakarışımı/rahmetini esirgeme şimdi/beni umutsuzluğa düçar etmeşeklindeki sözlere eşlik eden Bach’ın o iç burkultucu çığlığı,kimsenin kuşkusu olmasın kisanat kadar felsefenin de bağrında yankılanır: doğru yola, tanrım,çünküsen istedin beni iletmeyi/senin arzunca yaşamayı/çevremdekilere yararlı olmayı/sözünü korumayı.

Bu yakarış, Nymphomaniacın girişinde işitilen Rammstein’a ait Führe Mich (Al Götür Beni) adlı parçada da dile gelir: birbirimizi tanımalıyız/tek beden iki isim/hiçbir şey bizi ayıramaz/tohumda tek ikiz...iki ruha biçilen tek bir ten... iki resim tek çerçeve/yek vücut amma iki isimle/iki fitil bir mum/iki ruh bir kalpte/al götür beni, sakın beni!

Kendisine yakarılan sadece yol göstermekle yetinmemeli bu yüzden, elinden tutup onu kendi yoluna götürmelidir de.









Her yakarışta yakaran ile yakarılan arasındaki zalimce mesafenin çoklarına uzak, hem de çok uzak göründüğünü bilenlerdenim, o nedenle ısrarcı olmayacağım, ama yine de unutulmamalı ki tamamen halis bir kuruntunun eseridir bu uzaklık!











İnsan, ne tuhaftır ki gövdesiyle ruhunu birleştirmek için her çırpınışında bu uzaklığın azaldığını ve tam da çarmıhın tepesinde kemiklerinin çatırdadığını hissetmişken mesafenin tümüyle yok olduğunu farkediverir. O an geldiğinde duyulan sadece sessizliktir, tanımlanamaz bir huzur ve sükun, ancak hiçliğin zirvelerinde duyumsanabilen varlığın pürüzsüz şefkatli eli.

VE derken, esen hafif bir meltemin eşliğinde duyulan yaprakların hışırtısı, belki üzerine mürekkep damlalarının izler bıraktığı defter yapraklarının, belki de akıp giden bir film şeridinin karelerine dönüşüveren senaryo yapraklarının, ama hep yaprakların hışırtısı. Hakikate uzak kulakları rahatsız eden, nâdanı çıldırtan bir kımıltının hışırtısı. Felsefenin ve sanatın sonsuzlukta yankılanan o bitmek bilmez hışırtısı.



NYMPHOMANIAC İÇİN BİR KRONOLOJİ TASLAĞI


I. BÖLÜM (1956-1995)
1.Usta Oltacı (1956-1976)
Turan Til Squashland (1967), Nat, skat(1968), En røvsyg oplevelse, (1969), Et skakspil (1969), Hvorfor flygte fra det du ved du ikke kan flygte fra? Fordi du er en kujon (1970), En blomst (1971) 
Thomas Winding, Hemmelig Sommer (1969) oyunculuk

2.Jerôme(1976-1979)
Kopenhang Üniversitesi Sinema Bölümü, Filmgruppe 16:Orchidégartneren (1977), Menthe la bienheureuse (1979)

3. Bayan H(1979-1989)
Danimarka Sinema Okulu, videolar: Produktion I (1979), Produktion II (1979), Videoøvelse: Monolog (1979/80), Videoøvelse: Dialog (1979/80), Lars & Oles  Danmarkfilm (1979/80), Produktion III: Marsjas Andan Rejse (1980), Produktion IV: Historien Om De Ægtemænd Med Alt  For Unge Koner (1980),  Dokumentarøvelse: Lolita(1980). 
Danimarka Sinema Okulu, filmler: Nocturne (1980), Den sidste detalje (1981), Befrielsesbilleder(1982) 
Mezuniyet sonrası: The Element of Crime (1984),  Epidemic (1987), Medea (TV Filmi, 1988) ve reklam filmleri...
4. Hezeyan (1989-1991)
Europa (1991)
5. Küçük Organ Okulu (1991-1996)
Peter Aalbæk Jensen ile birlikte Zentropa Entertainment’inkuruluşu (1991) 
Dimension 1991-2024çekimlerinin başlaması (1991)Riget I (Dizi, 1994) ,Laerervaerelset (Dizi, 1994)
II. BÖLÜM (1995-2013)

6. Doğu ve Batı Kilisesi (Sessiz Ördek)(1996-2011)
Breaking the Waves (1996), Riget II (Dizi, 1997), Idioterne (1998), D-Dag Lise (TV Filmi, 2000),D-Dag (TV Filmi, 2000), Dancer in the Dark(2000), D-dag - Den færdige film (TV Filmi, 2001),  Dogville (2003),De fem benspænd(Belgesel, 2003), Dogville: The Pilot (video short, 2003),Manderlay (2005), The Boss of It All(2006), To Each His Own Cinema (2007),Antichrist (2009), Dimension 1991-2024 (video short, 2010), Melancholia (2011) 
Senaryo: Marathon(Dizi, 1996), De udstillede (Belgesel, 2000), Dear Wendy (Film, 2004), Klovn (Dizi, 2005), De unge år: Erik Nietzsche sagaen del I (Film, 2007)
7-8. Ayna & Silah(2012-2013)
Nymphomaniac I-II(2013)


Facebook

BİR TEO-POLİTİK FİLM: "MUHAMMED: ALLAH'IN ELÇİSİ"

$
0
0
 6 Kasım 2016, Hürriyet




Yüce yüceltilemez, sadece ona işaret edilmekle yetinilir, görkemi (sonsuzluğu) asla tüm çıplaklığıyla gösterilemez, denenmemelidir bile, denenirse aksi etki yapar, sınırlanır, daralır, küçülür ve heybetini yitirir, çünkü yücenin kendisi zaten ve daima yücelik kıvamındadır.

Her gösteriş ve zorlama, gereksiz her abartı yücenin yüceliğine zarar verir, onu değersizleştirir ve ucuzlatır. İşaret parmağının yazgısıdır: işaret edilenin yanında daima küçük kalmak zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle de işaret parmağı kendi sınırlarının bilincinde olmalı ve asla işaret ettiğinin yerini almak hevesine kapılmamalıdır.

İnsan, sonsuzluğu –sözümona- büyüttükçe değil, aksine, o sonsuzluk karşısında kendisini bir hiç olarak duyumsadıkça kavrayabilir. Yücenin yüceliği kendisini yakından değil uzaktan gösterir çünkü, ve insan, sanılanın tam da aksine, onun görkemini devasa büyüklükler kadar bir kum tanesinde, bir mercan kırmızısında, bir çiğ damlasında, bir yasemin kokusunda, bir martı çığlığında da duyumsamayı başarabilir; eni-konu bir kırık çini parçasında da.

Heybet asla avuçlanamaz, sadece farkedilir; tüketilememesi bundan, diz çöküp uzaktan bir atf-ı nazarla yetinmek yücenin yüceliğini temaşa etmenin ilk koşuludur.

* * *

Bizler yargılarımızı genellikle üç kavram çiftiyle ifade ederiz: iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin. Bu kavram çiftlerinden iyi-kötü eylem alanında, doğru-yanlış düşünce alanında, güzel-çirkin ise beğeni alanında yer alır; dolayısıyla bizler bir sanat yapıtını beğendiğimizde, beğeni derecemize göre, yapıtı bazen hoş, bazen güzel, bazen de olağanüstü, mükemmel ve görkemli bulduğumuzu söyleriz, beğenmediğimizde ise nahoş, iğrenç, çirkin, rezil gibi birbirinden farklı estetik (duyusal) nitelemeler kullanırız.

Bir sanat yapıtından söz edildiğinde, olumlu ya da olumsuz yargıların öncelikle birer beğeni yargısı niteliğinde olması beklenir: hoş, güzel, olağanüstü veya tam aksi.

Ne ki hiçbir film, hiçbir sanat yapıtı sadece beğeni alanının yargılarıyla değerlendirilemez, hele hele o filmle ferdiyetin doruğu evrensel bir şahsiyetin, bir peygamberin yaşamını anlatmak amaçlanmışsa. Bu takdirde işin içine birden değerler (iyi-kötü) ve düşünceler (doğru-yanlış) giriverir, eleştirmenler de ister istemez yapıtın uzun ve kısa vadede yol açabileceği toplumsal ve siyasal sonuçları (ortak yarar ve zararı) dikkate almak gibi bir ödevle karşı karşıya kalırlar.

* * *

“Muhammed: Allah’ın Elçisi” kaçınılmaz olarak böylesi sonuçlara yol açması beklenen bir film, çünkü bir teo-politik film, dolayısıyla çok yönlü olarak değerlendirilmesi, yorumlanması ve eleştirilmesi de gayet doğal.


Mecid Mecidi bir sanatçı, hem de dindar bir sanatçı ama kendisi bir alim, bir öğretici, bir düşünür değil; anlatım aracı da imgeler ama kavramlar ve olgular değil; yapıtıysa bir kurmaca, kesinlikle bir inceleme, bir belgesel değil; bu yüzden görevi, sanki hiç haberleri yokmuş gibi, inanmış kitlelere bir peygamberi, bir inancı öğretmek veya tebliğ etmek değil tanıtmak: bir yandan hoş olana, güzel olana, yüce olana ilişkin bağlılarının duygularını onaylamak, öte yandan karşıtlarının önyargılarını kırmak ve öteki’yle sanatsal-düşünsel bir diyaloğun kapısını aralamak; hepsinden önemlisi de bunu sanatının olanakları ölçüsünde ve beğeni yargıları üzerinden yapmak: kavramla değil imgeyle, olguyla değil algıyla, gerçekle değil kurguyla.

* * *

Burada yanıtı aranan soru şu: Sanatçı, yapıtından bekleneni acaba ne denli başarmış?

Genel bir değerlendirme sadedinde söylemek gerekirse, bu çok masraflı anlatıda gerek malzeme seçimi ve işlenişi, gerekse kullanılan dil, filmi bir sanat yapıtı olmaktan çıkarıp gerekli sermayeyi sağlayan yapımcı iradenin dinsel ve politik kaygılarını doyurmaya yönelik ideoloji yüklü bir propaganda, bir tebliğ ve telkin aracı düzeyine indirgemiş. Bu da gayet doğal karşılanmalı, çünkü bu film, bir yönetmenin sadece kişisel ve öznel seçimlerinin bir ifadesi olmaktan çok, en nihayet devletin himayesinde ve onun desteğiyle gerçekleştirilmiş resmî veya yarı-resmî bir ürün. Filmin hem gereksiz ve anlamsız kimi çocuksu atraksiyonlara geçit vermesinin, hem de hemen her karesine sinmiş olan yapay, kısır ve daraltıcı yaklaşımlara yenik düşmesinin nedenleri arasında, yönetmenin kendi yaklaşım biçimi kadar bu resmiyetin de yer aldığı söylenebilir.



* * *

“Muhammed: Allah’ın Elçisi”, bu gerekçeler dolayımında bir teo-politik metin olarak tanımlanabilir: özünde hem teolojik hem politik içerimlere sahip bir film olarak. 

Teolojik, çünkü bir dinin peygamberini bir mezhebin (Şiiliğin) kendine özgü dili ve duyarlılıkları açısından yorumluyor ve sunumunu bu yorum ekseni üzerinden yapılandırıyor.

Politik, çünkü bu teolojiyle yoğrulmuş bir ulusun ve devletin (İran İslam Cumhuriyeti’nin) kendine özgü toplumsal ve siyasal önceliklerini anlatının vazgeçilemez yan-anlamları olarak gövdesinde saklamakla kalmıyor, bu yan-anlamların bile isteye ana-ekseni belirlemelerine izin veriyor.

Mecidi’nin “Elçi’sini İslam dünyasını bütünüyle kucaklama ve temsil etme yeteneğinden yoksun bırakan bu teo-politik seçimlerinin yol açabileceği sonuçları Mayıs 2013’te Tahran’daki bürosunda -birlikte filmin fragmanını seyrettikten sonra- kendisine şahsen ifade etmek olanağı bulmuş ve Hz. Muhammed’in, değil sadece Şii veya Sünni müslümanların, tüm insanlığın ihtiyaç duyduğu bir evrenselliğin elçisi olarak sunulması gerektiğine ilişkin görüşlerimi ve kaygılarımı açıkça dile getirmiştim. Yapılacak bir şey yoktu, çünkü film hemen hemen tamamlanmıştı. (Mecidi, yanlış hatırlamıyorsam, o tarihte, Fil Vak’ası sahnelerini çekmek için Afrika’ya gitmek zorunda kaldığından, plato gezimize eşlik edememişti.)

Aradan geçen onca zamandan sonra, üçlemenin ilk bölümünü bu hafta izleme fırsatı buldum. Kaygılarım hiç de yersiz değilmiş, çünkü Mecidi’nin “Elçi’si, tüm insanlığı, hiç değilse tüm İslam dünyasını kucaklamak endişesinden uzak, sadece kendi öznel koşullarının gereğini yerine getiren müsamere tadında salt bir teo-politik film olarak kalmaktan kurtulamamış. Kısaca masraf israfa dönüşmüş.



Gelecek tepkilerin önünü almak amacıyla Hz. Peygamber’in yüzünün gösterilmesinden vazgeçilmesi ise, hem de izleyicide yarım kalmışlık duygusunun yol açtığı yoğun bir kastrasyon anksiyetisi pahasına, diğerlerinin yanında önemsiz bir ödün olarak kalır, ki hepsi o kadar.

* * *

Bu film bir üçlemenin ilk bölümü. Anlatı, peygamberin yaşamının 12 yaşına kadar geçen evresiyle sınırlı. Ancak bir tek istisnası var: Ebu Talib Mahallesi (Şi’b-i Ebi Talib), eşdeyişle müslüman olsun olmasın tüm Haşimoğullarına uygulanan ünlü ambargo dönemi. Film esas itibariyle bu ambargo dönemiyle başlar ve kapanır; Hz. Peygamber’in doğumundan 12 yaşına kadar süren bölümüyse bir geri-dönüş tekniğiyle bu iki uç arasına yerleştirilir.

Niçin ambargo?

Kurgu sanatında kullanılan hiçbir öge nedensiz değildir, bu yüzden filmin çekildiği tarihte İran Devleti’ne uygulanan uluslararası ambargonun yıkıcılığı anımsanmadıkça bu sorunun yanıtı verilemez. (Mecidi, her iki ambargo arasında kurduğum ilgiyi o zaman reddetmemişti.) Bugün o ambargodan pek eser kalmamış gibi göründüğünden, sıradan izleyicinin bu politik vurguyu farkedemiyor olması çok doğal.

Tam da burada, sözkonusu vurguyu güçlendiren küçük bir ayrıntıya dikkat etmeli, çünkü filmin sonunda aktarılan ayetlerin içinde özellikle bir tanesi var ki özenle seçilmiş olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

• “Bir topluma olan kin ve nefretiniz sizi adaletsizliğe sevketmesin!” (Maide: 8)

“Ey iman edenler!” hitabıyla başlayan bu öğüdün muhatabının tüm müminler olduğunun anımsanması koşuluyla, filmin sonunda, kendisine karşı adaletsiz davranmaktan sakınılması istenen toplumun da, bu topluma karşı adaletsiz davranmamaları istenenlerin de kimler olduklarını bulmak, izleyicinin basiret ve irfanına bırakılmış görünüyor.

* * *

Hz. Peygamber’in 12 yıllık yaşamıyla ilgili ana-bölüme gelince, anlatının temel ekseninde, Peygamberin annesi Hz. Amine ve sütannesi Hz. Halime’yle ilişkili dramatik ve abartılı sahneler bir kenarda tutulursa, ancak mezhebî duyarlılıkların olanaklı kılabileceği biçimde ilginç karşıtlıklar kuruluyor:



İlki Abdülmuttalib-Ebrehe karşıtlığı. 


İkincisi Ebu Talib-Ebu Süfyan karşıtlığı.












Üçüncüsü de Hz. Peygamber’in biri müslüman, diğeri İslam düşmanı iki amcası, Hz. Hamza ile Ebu Leheb arasındaki karşıtlık.











Fil Suresi’nde kendisine atıf yapılan, Ebrehe’nin komuta ettiği Habeş ordusunun kuşların attığı taşlarla mucizevi olarak bozguna uğratılması bağlamında yerli bir liderle işgalci bir dış-güç arasındaki çatışma Abdülmuttalib-Ebrehe karşıtlığına asıl anlamını verirken, bir sonraki aşamada, Kureyş’in iki büyük kabilesinin liderleri olan, Haşimoğullarından Ebu Talib ile Ümeyyeoğullarından Ebu Süfyan arasındaki karşıtlık da bu yarılmanın güçlenerek sürmesini sağlıyor. Hz. Hamza’nın, abisi Ebu Talib’in yanında, onlarla aynı aileden olmasına rağmen Ebu Leheb’in, (kızkardeşi Ümmü Cemil’le evli olduğu) Ebu Süfyan’ın yanında yer alması ise, hiç kuşkusuz anlatının bir “iç-düşman” (ihanet) imgesiyle çeşitlenmesine katkıda bulunuyor.

Kısacası, bir yanda Abdulmuttalib-Ebu Talib-Hamza, öte yandaysa Ebrehe-Ebu Süfyan-Ebu Leheb.

Bu ayrımların, tarihsel olarak hem Hz. Ali-Muaviye, Hz. Hüseyin-Yezid karşıtlıkları üzerinden, hem de Emevi-Abbasi, hatta Fatımi-Eyyubi, Safevi-Osmanlı devletlerinin ideolojik (mezhebî) tutumlarından hareketle sürdüğünü burada ayrıca anımsatmaya gerek var mı bilemiyorum, ancak İran halkında bu karşıtlıkların sadece teolojik değil aynı zamanda çok güçlü politik belirlenimlerinin de bulunduğunu kavramadıkça “Muhammed: Allah’ın Elçisi” anlatısını güdüleyen etmenlerin kesinlikle anlaşılamayacağını düşünüyorum.

* * *

İslam tarihinin iki ana-akımına mensup olmak itibariyle Şiilerin ve Sünnilerin bu tabloyu farklı biçimde algılayacakları ve özellikle Sünnilerin Abdulmuttalib ile Ebu Talib’in bu denli merkezi bir rol üstlenmelerine bir anlam vermekte zorlanacakları şaşırtıcı olmamalı, çünkü her iki dünyanın da hem dinin kendisini ve simgelerini, hem tarihsel gelişim sürecini yorumlamada başvurdukları dayanaklar gerçekte birbirinden çok farklıdır, üstelik bu dayanaklar, ayrıştırıcı dinsel motifler kadar, karşıt siyasal çıkarlarca da belirlenmiştir.

Filmin temel anlatısını belirleyen soya dayalı bu kabileci yorumsamanın her ne kadar Şii dünyasının iç duyarlılıkları açısından makul görülebilir bir yanı olsa da hikmet-i hükümet gereği siyasal ihtilafları tarihte bırakmayı öğrenmiş ve içselleştirmiş Sünni devlet pragmatizmi için tüm bunlar sadece bir anlam değil, değer de taşımaz. Peygamber yaşamının Sünni yorumu, doğal olarak peygamberlik sonrasına odaklanır ve düşmanlarının Haşimoğullarının düşmanı değil, bizzat İslam’ın (davetin) ve peygamberin düşmanı olduğuna inanmak eğilimi gösterir, tıpkı dinsel tarih bilincini belirleyen Hz. İbrahim-Nemrud, Hz. Musa-Firavun karşıtlığı gibi.

“Muhammed: Allah’ın Elçisi”ni seyredecek olan Sünnilerin filmin anlatısıyla yakınlık kuramayacak olmalarının temel nedeni, bu yüzden, yönetmenin öznel ve tarihsel koşullarının zorunlu kıldığı teo-politik imalarıyla kendi bilinçleri arasında yaşayacakları yabancılaşma gerilimi olacaktır.

Düşman olarak niçin Ebu Cehil değil de Ebu Süfyan?

Destekçi olarak niçin Hz. Ebubekir veya o tarihte artık müslüman olmuş Hz. Ömer değil de Peygamberin amcaları Abbas ve Hamza?

Önemsiz gibi görünen ve kolayca savuşturulabileceği sanılan bu sorular, Sünni bilincin değil, aksine bilinçdışının sorularıdır.

* * *

Filmdeki bir farklı karşıtlık konusu da kimi mucizevi işaretler üzerinden “beklenen kurtarıcı”nın gelmiş olabileceği şeklindeki inançlarına dayanarak peygamberlik öncesi küçük bir çocuğu köşe-bucak arayan, en nihayet kendilerinden olmadığını anladıklarında da onu öldürmek için her türlü şiddete başvuran entrikacı yahudi imgesi. [Kendisinden gerilim üretmek için yararlanılan şiddetle karakterize olmuş iki tarihsel dönemden ilki Ebrehe’nin liderliğindeki dış saldırı, ikincisi Ebu Süfyan’ın liderliğindeki iç saldırı (kuşatma ve boykot), üçüncüsü de iki yahudinin liderliğindeki doğrudan çocuk-peygamberin (!) şahsını hedef alan sözde bir ara-saldırı.]

Film boyunca, hem de doğumundan itibaren, en çok 12 yaşına ulaşacak olan küçük bir çocuğun yaşamında, böylesi bir entrikacı yahudi imgesi, niçin anlatının ana-eksenine yerleştirilmiş olabilir?

İsrail Devleti’nin genelde İslam dünyasında, özelde devrim-sonrası İran’da varolan güncel algısı dikkate alınmadıkça, sanırım, bu soru da yanıtsız kalacak gibi görünüyor.

* * *

Hz. Peygamber’in yaşamı boyunca Hristiyan halklar Arabistan’da doğrudan ve etkin bir siyasal tehdit oluşturmadıkları halde, Arabistan Yahudilerinin o dönemde çetin bir muhalefetin güçlü bir ögesi oldukları tarihsel olarak bilinen bir durumdur. Hristiyanların bir siyasal tehlike olarak algılanmalarıysa daha geç evrelerde gerçekleşmiştir. Öte yandan, İslam dünyasının politik ittifakları dönemin sıcak koşullarına göre sürekli yenilendikçe, teolojik bilinci de bu değişmelere ayak uydurmak zorunda kalmış, düşman seçimlerine bağlı olarak öne çıkan teolojik malzeme de her çağda farklılık göstermiştir. Anakronik ögelerle örülü “Muhammed: Allah’ın Elçisi” anlatısı bu farklılıklar gözetilerek okunmalıdır: kendi tarihselliği içinde.

Mekke müşriklerinin Allah’ı inkar sorunu yoktu, çünkü kendileri zaten Allah’a inanıyorlardı ama yanısıra ona ortaklar da koşuyorlardı, yani inanç sıradüzenlerinde Allah’a eş veya Allah’ın altında başka tanrılara da yer veriyorlardı; son tahlilde o dönemde bir ateizm sorununun esamesi bile okunmuyordu. Nitekim Allah’ın varlığını inkar etmekle, Allah’ın kudretini takdir edememek iki farklı yaklaşım biçimidir ve adına şirk denilen ortakkoşuculuk bu kudretin kapsayıcılığının kavranamamasıyla ilgilidir, yoksa tanrının varlığının inkarıyla değil. Oysa Mecidi’nin “Elçi”sinde, Mekke’deki putlarla Allah tasavvurları arasındaki karşıtlığın hiyerarşik yapısı gözardı edilerek Mekke halkı müşrik olarak değil, en temelde ateist olarak gösterilmiştir, ki bu da tümüyle anakronist bir sapmadır. (Örneğin bkz. Ebu Talib’in Ebu Süfyan’la diyaloğu)

Burada, soya dayalı kabileci yorumsamanın ardında Hz. Peygamber’in masumiyeti (ismet) inancının yer aldığına ve Şiilerle Sünnilerin tarihe bakışlarını bu inanç ilkesine yönelik farklı yaklaşımlarının belirlediğine sadece işaret etmekle yetiniyoruz.

* * *

Fevkalade, harikulade, dehşetengiz, hayretbahş, mükemmel, muhteşem, harika... hepsi de gerçek sanat yapıtlarının mucizevi derinlikleriyle uyumlu deyişler: sonsuzluğun büyüsü ve varlığın iç çekişleri.

Sanat bizi inanamayacağımız kimi gerçek-dışılıklara inandırmayı başarabilir, en azından bir süreliğine. Ancak bunu, inandırmaya çalıştığı şeyler ne gerçek, ne de gerçek-dışı olduğundan veya olabileceğinden ötürü yapar, bilakis sanat bu yanılsamayı, bu mucizeyi, nesnesi değil kendisi “gerçek” olmayı başardığı zaman yaratır.

Dramatik sanatın yasası çok açıktır: Kukla mı oynatıyorsun, o halde iplerini izleyicilerinin gözünden saklamayı becereceksin! [Beceremezsen, izleyici özdeşleşmeyi başaramaz ve katarsis (etkilenim) gerçekleşmez.]

Mucizeler nadir olarak değil, ender olarak gerçekleştikleri için mucize adını alırlar. Sormak gerekmez mi, gerçek olanları bile çoğu insanın inanmasına yetmezken, sözde-yaratma iktidarının seri üretimle meydana getirdiği o sahte mucize reprodüksiyonlarından hangi izleyici, nasıl ve niçin etkilensin? Öyle ya, ortalama izleyici sırf bu tür gösterilere inanmakta zorlandığı için imanından bile kuşkulanacak paydaşlarının aklından niçin kuşkulanmak zorunda kalsın?

* * *

Gereksiz kamera kaydırma hareketleri, abartılı olduğu denli inandırıcılıktan uzak ışık oyunları, eşlik ettiği sahnelerle uyumsuz, ilgisiz, ruhtan yoksun müzikler, akan suyun içine boca edilmiş meyveler, gül yapraklarıyla tıkabasa doldurulmuş taraçalar, çölde bir çadırın ortasında yanan bir ocağın (mangalın) alevleri, Mekke’de sıklıkla rastanılan ahşap sundurmalı evlerde göze batan o kocaman sehpalar, evinin salonundaki (!) havuza kurulmuş Ebu Leheb’in hem de o haldeyken babası Abdulmuttalib’le konuşmaktan çekinmeyişi, yakınlaştırılmış gözlerinden yapay ışıkların yansıdığı kuş taklitlerinin izleyicinin zekasına hakaret eden o robotsu bakışları... bunların hiçbiri geniş bir bütçenin olanaklı kıldığı simülasyon oyunlarıyla inandırıcılığını yitirmiş çocuksu olağanüstülüklerden bir adım öteye geçmiyor ne yazık ki.

Klasik Hollywood’un insana ânı yaşatmak ve onu avucuna almak adına her türlü aracı kullanan (bkz. Citizen Kane) Stanislavski öğretisinin dramatik yaklaşımı yerine Brecht’in diyalektik (epik) yaklaşımını önemseyen bir sanatçıya göre kötü bir insan da pekala güzel ve olumlu özellikler sergileyebilir. Klasik Hollywood’u adım adım izlemiş olan bizim Yeşilçam filmlerindeki “kötüyü her şeyiyle kötü göstermek” çabaları bile sanırım Mecidi’nin “Elçi”sindeki abartılı düzeye ulaşamamıştır. Filmdeki kötü karakterleri iyice kötü göstermek için onları cüceleştirme, çirkinleştirme, ağızlarını burunlarını tiklerle doldurma tekniklerine belki müsamerelerde veya kötü çekilmiş kötü filmlerde rastlanabilir ama bir sanat yapıtında bu tür basit oyunlara başvurmaya gerek duyulmaz. Sanatta kötünün bile kendine has bir heybeti vardır çünkü. Bu yüzden olmalı ki görkemli zırhını giyme sahnesi tantanalı biçimde betimlenen Habeş ordusunun komutanı Ebrehe’yi bir omzu düşük kenar-mahalle kabadayısı kılığına sokmaya ne gerek vardı diye düşünmeden edemez insan.

Bilmeli ki abartı sanatın özüdür, üstelik en gerçekçi olduğu zamanda bile. Ne ki kimse yüce olanı abartamaz, abarttıkça heybetini yitirir çünkü, ardından da yüceliğini, yani hem sonsuzluğunu, hem evrenselliğini.

* * *

“Muhammed: Allah’ın Elçisi” anlatısının en büyük zaafı heybetten yoksun oluşu: inandırıcılıktan. Heybetiyle bizi etkileyecek bir tek karakter bile yok! Nitekim Efendimizin sözlerini alt yazıyla geçen sahnelerin kısa tutulması halinde bu seçimin nasıl bir etki bırakacağını düşünmek veya Çağrı filmindeki Hz. Hamza tasviri ile bu filmdeki Hz. Hamza tasvirini yanyana koymak, inandırıcılıktan kastedileni anlamak bakımından yeterli olur sanırım. Aradaki derin uçurum, oyuncuların yeteneğinden değil, kurgunun yanısıra, kameranın devinim hızından ve uygun açıları yakalama yeteneğinden ve/veya yeteneksizliğinden kaynaklanıyor; hem de milyonlarca dolarlık bir bütçeye karşın.

Saflık ile çocuksuluk arasındaki o ince ayrım tümüyle gözardı edildiği ve tüm vurgu hamleleri evrensel değerler yerine duyusal/duygusal zeminlere kaydırılmış olduğu içindir ki anlatı, eğitimli ve yetişkin zekaların ne akl-ı selimlerine hitap ediyor, ne de zevk-i selimlerine.

Filmin yasaklanması veya seyredilmemesi yönünde çıkarılan gürültülere gelince, bizce, nâdanın tezviratına kesinlikle kulak asmamalı, aksine beğenmediğimiz veya doğru bulmadığımız düşünce ve sanat yapıtlarının yaşama hakkına saygı göstermenin bir erdem olduğunu asla unutmamalıyız.

Sözün özü, bu teo-politik filmde, zamanın ve mekanın ötesinde evrensel değerlerin temsilcisi olarak tüm insanlığa gönderilmiş bir peygamberin, tarihin ve coğrafyanın dar alanına hapsedilişinin sonuçlarını görmüş bulunuyoruz. Bu yüzden sırf daha iyisini tahayyül edebilmek için seyredilmesi gerekir.




HZ. PEYGAMBER’İN YÜZÜ TASVİR EDİLEBİLİR Mİ?


Kur’an’da ve hadislerde kesin bir yasak bulunmadığı halde, ulema halkın duyarlılıklarını dikkate alıp hem genel olarak resim ve heykel (tasvir) konusuna, hem de Hz. Peygamber’in tasviri hususuna dikkatli ve mesafeli yaklaşmış, bu nedenle de Hz. Peygamber’in yüzünün tasviri hukuken değil, ancak örfen (âdeten) yasaklanmıştır. Şii alimlerin Sünni alimlere nisbetle bu meseleye daha müsamahalı yaklaştıkları kesindir. Nitekim Acem minyatürlerinde (bugün bile) Hz. Peygamber’in hem bedeninin, hem yüzünün tasvir edildiğini biliyoruz. Keza Selçuklu minyatürlerinde Hz. Peygamber’in bütün bedeninin yanısıra yüzü de resmedilir.




Osmanlı minyatürlerinde ise üç şekilde tasvir edilir: ya baş dahil bütün bedeni çizilir ama yüzü çizilmez veya peçeyle örtülür, ya bütün bedeni çizilir, ancak başın bulunduğu yerde bir gül resmedilir, ya da sadece hem kendisini, hem başını, hem yüzünü temsilen (başının arkasında) bir alev, bir hâle resmedilir. Bu minyatürler saray erkanı için hazırlanan yazmalarda yer aldığından genel eğilimi yansıtmaz, halktan çok üst-sınıfların beğeni tarzını gösterir.







Tüm bu denemelere karşın, İslam coğrafyasında, özellikle plastik sanatlara karşı inkar olunamayacak bir ilgisizliğin varolduğu hem tarihsel, hem de aktüel bir hakikattir. Sami ve Turani ırklara, yani Yahudilere, Araplara ve Türklere özgü asırlardır süren bu tabu gerçekte ne dinsel bir yasağın sonucudur, ne de herhangibir ideolojik karşı-duruşun. Öncelikli neden, göçebe ulusların zihinsel olarak aritmetik (zamansal) algılamaya yatkın olmaları, buna karşın plastik sanatların ihtiyaç duyduğu geometrik (uzamsal) algılama konusundaysa zayıf kalmalarıdır. Ardışıklık (devinim ve zaman) ilkesinin tanımladığı söz sanatlarına (şiir, hitabet) ve müziğe düşkün bu topluluklar bir zamanlar eşyayı kulaklarıyla kavrarlardı, gözleriyle değil, ve bu yüzden de uyumu aritmetik nispetlerde bulurlardı, geometrik nispetlerde değil. Sözün özü, İslam dünyası eşyayı gözleriyle kavramayı öğrendikçe bu "jeo-psikolojik tabu"nun katılığı kendiliğinden yumuşayacaktır.




















DÖNÜŞÜM

$
0
0
Kasım 2016


Devinim(κίνησις), biz modernlere nedense hep yaşamın özüymüş gibi görünür, doğrudur da, çünkü bilimsel “doğa kavrayışımız” böyle buyurur. Oysa yüzyıllarca tam aksini düşündü insanlık. Özselliği devinimde değil durağanlıkta buldu: dinginlikte. Devinim, dolayısıyla değişim (μεταβολή) bir arazdı, tamıtamına huzursuzluğun bir alameti. Sonul amaçsa dinginlikti: yetkinlik. Tanrı gibi yetkin olmak, dingin olmak mı istiyorsun, o zaman devinimden azade olup durmayı bilmelisin, denirdi. Yetkin olmayanlar devinirdi çünkü, değişirdi, gelişirdi, ama daima bir amaca doğru, sükunete. Amacına ulaştığındaysa herşey dururdu.
Peki ya dönüşüm?

Türler-arası geçiş olmadığı için dönüşüm bir bozulmaydı, bir çürüme, bir yıkım, bir kopuştu, yeni başlangıçların öncesi daima gerçek bir sondu. Dönüşümün ortaçağlardaki karşılığı fesaddır (فساد), bir tür inhiraf. Değişim dönüşüm veya başkalaşım halini almakla nesne fesada uğramış sayılırdı; çünkü maddesi değil, sureti değişmiş olurdu: ilinekleri değil, doğrudan tözü. Şimdiyse durmak ve yavaşlamak fesada uğramanın alameti: devinmemek, değişmemek, dönüşmemek.

Yerinde mi sayıyorsun, huzur ve sükun içinde misin, o halde çürüyorsun demektir ey talib!


Böcekleşmek artık senin yazgın.


* Ot Dergisi Kasım Sayısı

Duyuru

Duyuru


KAOS

$
0
0
Aralık 2016



Devinim yaşamın özüdür: devinim, yani değişim, gelişim, dönüşüm, kısaca bitimsiz bir oluş ve bozuluş, eskilerin deyişiyle kevn u fesad ya da hark u iltiyam. Evrenin ve insanın yaşamını bu varoluş-yokoluş, bu doğum-ölüm karşıtlığı içinde kavramak kolaydır, çünkü geçiciliği kavramak kolaydır, ne ki zorluk, asıl bu sürekliliğin içinde yer alan düzenleyici 
ilkenin: bilincin yoğa gidişini kabullenmekte; tüm diriliği içinde yaşarken en nihayet bir yaprak gibi zamanla sararıp solmayı içimize sindirmekte.

Bilinç daima ölümsüzlüğünü onamak ister; olduğu halde bozulmayan, doğduğu halde ölmeyen bir şeylerin varlığına inanmak ister; geçiciliğini, yani yoğa gidişini ne yapıp edip yadsımak ister. Bakılsa görülür, ihtiyar’ın tam da aksine, Türkçe’de yaşlı sözcüğü bile, güya yaş olanı, taze olanı, her daim diri olanı betimler, çünkü insanoğlu zevali bir türlü kabullenmek istemez: belirsizliği, yani kaosu.

Devinimin bir ölçüsü, bir düzeni olduğuna inanan bilinç, düzenli bir evrenin içinde kendini daha güven içinde duyumsar; tüm oluş ve bozuluşa karşın yine de evrenin ruhunun yoğa gidişten âzade (ἄφθαρτος), insan ruhununsa ölümsüz (αθάνατος) olduğuna inanmaktan kendini alamaz, çünkü kozmos’u onayladıkça kaos’tan uzaklaştığını düşünür; oysa yaşamın görünüşü ne denli kozmetik ise, irfanî özü o denli kaotiktir, çünkü kaos “zeval”deki kemaldir.

* Ot Dergi Aralık Sayısı


TAHAYYÜL

$
0
0
Şubat 2017



Hayal etmek tahayyülsözcüğünün en sıradan karşılığı gibi görünüyor. Zihnin bu işlemi bir anda değil bir süreç içinde gerçekleştirdiğini dikkate almak koşuluyla sıradanlığın bu kertesiyle pekala yetinebiliriz, ne ki daha Türkçesi de var: imgelem, en Türkçesi ise: düşlem.
“Gözlerini kapamazsan göremezsin!”
Gözlerini kapamazsan, yani duyulardan, yani dış dünyadan, yani gerçeklerden uzaklaşıp belleğindeki imgeler arasında bir gezintiye çıkmazsan...
Göremezsin, yani düşleyemezsin, yani geleceğe bakamazsın, yani hayal ve tahayyül edemezsin...
Düşleme, işte bu yüzden, geçmişe yöneldiğinde hemen anımsama adını alır, uykuda gerçekleştiğinde ise düş adını. Peki ya düşlem geleceğe yönelirse? İşte o zaman sadece ussal bellek (mémoire intellectuelle) devinmeye başlamakla kalmaz hemen o anda yaratıcı imgelem (imagination créatrice) de ortaya çıkar; böylelikle en sıradan anımsayışlar bilinçli kurgulara, yanısıra bilinçsiz kurgularsa akıl-almaz yaratılara dönüşür.

Bilincin en grotesk bölgesini takdimimdir, hem sanatsal hem bilimsel icad ve keşifler dünyasına hoş geldiniz.

*  Ot Dergi




MECNUN’DAN KOCA OLMAZ

$
0
0
Şubat 2017




Siyasetten ve onun yıkıcı sonuçlarından kimse kaçınamaz; dünyanın en büyük filozofu Sokrates bile kaçınamadı, hal böyleyken yine de günceli gündemimiz yapmamalı, aksine kendi gündemimizi güncelleştirmeye çalışmalıyız.

* * *

Siyaset bir çözme sanatı, benim bildiğimse çözümleme sanatı. Ben toplumsal sorunları çözmekle değil, çözümlemekle yükümlüyüm.

* * *

Bizi yönetme iddiasında olanların hatalarını onaylamamız gerekmez, susmamız da gerekmez. Adalet ve hakkaniyet kılavuzumuz olmalı. Görevimiz, o da eğer varsa, halkın ortak değerlerine saygı göstermek ve ortak değerler alanında halkın arasına bozgunculuk sokmaya çalışanlara izin vermemektir. Her düşünce adamının içinde yaşadığı topluma bu kadarcık olsun itina ve itidal gösterme yükümlülüğü vardır.

* * *

Yaşam deneyiminden yoksun olanlar asla siyaset biliminden pay alamazlar, nitekim Aristoteles, yararlanamayacakları için gençlere siyaset dersi verilmemesi gerektiğini söyler, gerekçesini de şöyle açıklardı: “çünkü deneyimleri yoktur.”

* * *

Taraf sözcüğü iki önemli ek alır: ‘taraf-dâr’ ve ‘taraf-gîr’. Tarafgirler genellikle ikiye ayrılır: zekâsı zayıf olanlar ile ahlakı zayıf olanlar.
Tek ayak üstünde yürümek taraftar yazgısıdır, çünkü “ya-ya da” mantığıyla düşünürler; ya onu ya bunu, ama muhakkak birini seçerler ve yola sadece onunla devam ederler. Tek ayak üstünde yürümenin ne demek olduğunu iyi bilirim, çünkü ben de yıllarca tek ayağımla yürüdüm.
“Bî-taraf olan bertaraf olur” deyişi yanlış anlaşılıyor, öyle ki taraf olmayanlar iki zıt kutuptan birine kendini ait hissetmeyen veya elini taşın altına koymayan karaktersiz tipler gibi algılanıyor; dolayısıyla madem taraf değil o halde yok olmalı diye düşünülüyor, “Tarafsız olamazsın, olursan ya taraf ya bertaraf olursun!” deniyor. Oysa bu sözün asıl anlamı şudur: “Taraf olmayan ne yazık ki bertaraf olur”, yani taraftarlar maalesef her devirde tarafsız olanların canına okurlar. Bu da çok doğal, çünkü düşüncesizlik, kafasızlık, kültürsüzlük, taassup ve fanatizm daima itidali ve erdemi boğar, ne ki ancak kısa vadede. Mutedil olanlar kaybedebilirler ama yine de uzun vadede kazanan hep itidal olur, çünkü itidal ile adalet aynı kökten gelir.

* * *

Siyasal rekabetin karşıtı olan siyasal yoldaşlık dostluğun en zayıf biçimlerinden biridir, öyle ki karşı tarafta, inadına, namuslu ve mert çocuklar bulunabilirken, bu tarafta namussuzlar ve korkaklar bulunabilir, külliyen değil, daima kısmen.
Görüşlerini paylaşmadığım insanların içinde erdemlilerin olabileceğini, kendileriyle aynı görüşlere sahip olduğum insanların içindeyse nice erdemsizin bulunabileceğini görecek kadar uzun yaşadım. Sırf bu nedenle sert kutuplaşmaları daima ruhsal eğitim eksikliğinin bir belirtisi olarak yorumlarım.
Toplumun düşünen kafaları, aydınları, sanatçıları ucuz ayrışma hamlelerinden kaçınmayı bilmeli, hiç değilse yüksek düşünce ve sanatın, düşünür ve sanatçının öznel ve kişisel bağlılıklarının üzerinde yer aldığını unutmamalıdır.

* * *

Ne yazık ki “ya-ya da” mantığın en ilkel basamağıdır. Örneğin ilkel ve ergen zekâ “ya kadın ya erkek” der, çünkü “kadın kadındır, erkek erkektir” diye doğayı onulmaz karşıtlıklar biçiminde kavrar. Pratik zeka “hem kadın, hem erkek” der, çünkü ortayı bulmak ister. Felsefi zekâ ise “ne kadın ne erkek” der, çünkü insanı özünde önce insan olarak kavramak ister. İnsanın dişisi erkeği olmaz. Sadece biyoloji düzleminde dişil ve eril olandan konuşabiliriz, hakikat düzleminde değil. Diyalektik yorumsama (cem’ul-ezdad) bizi tüm karşıtları ve karşıtlıkları birlik içinde görmeye yöneltir. Zıtları birleştirene ne mutlu!

* * *

Türkiye’nin tüm yerli zekâları, yani bu ülkenin ıstırabını çekmiş, dertleriyle dertlenmiş her zekâ, her yürek öznel ve kişisel beğenilerini, arzularını, tercihlerini paranteze almayı bilmeli, ülkenin geleceği için daha yapıcı bir üslup kullanmalı, birliğimizi güçlendirecek adımlar atmalı, birleştirici sözler söylemeli, öyle ki içinde bulunduğumuz koşullarda bu birliğin ‘millî’ mi, ‘ulusal’ mı olup olmadığı sorununu ertelemeyi bile erdem bilmeli.

* * *

Türkiye’de muhafazakârlığın belini çatırdatan asıl yük, rasyonel bir gelecek tasarımından yoksunluğudur.

***

Genelkurmay II. Başkanlığından emekli bir paşa anılarında “Türkiye’yi İslam dünyası içinde farklı bir ülke haline getiren iki özelliği vardır” diyor: “biri güçlü ordusu, diğeri laik cumhuriyet.” Bu sözün altına imzamı atıyorum.
Bizim petrolümüz yok, doğalgazımız yok, elmas madenlerimiz yok, fakat aklımız-zekâmız, eğitimimiz, nüfusumuz, emeğimiz, alınterimiz var. Çalışıyoruz, çalışmak zorundayız. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak bizler kendi geleceğimizi, kendi varlığımızı kendi ellerimizle, kendi çaba ve emeğimizle, daha da önemlisi kendi insan kalitemizle inşa ediyoruz. Bu nedenle siyasi, ekonomik, toplumsal konularda rasyonellikten, dengeli davranmaktan ve barıştan vazgeçemeyiz.
Hiçbir devlet halkının tamamını rasyonel kılamaz, bu da çok doğal, zira yaşamda kalmak bakımından akıl kimsenin işine yaramaz. Yaşamak güdüseldir ama iyi yaşamak için şehre ve devlete gereksinim duyarız, devlet demek akıl demektir çünkü.

* * *

Batı kasıtlı olarak İslam’ı olumsuzluyor ve kötü gösteriyor. Bu işin siyasal ve ekonomik yanı. Peki İran’da veya Suudi Arabistan’da yasaların öyle olmasını da Batılılar mı istiyor?

* * *

Dünya rasyonelleştikçe, küremiz rasyonelleştikçe zihin emeği kol emeğinden de, maddi zenginlikten de daha büyük önem taşıyor. O bakımdan İslam dünyasının en temel sorununun içinde yaşadığımız dünyanın dinamiklerini kavrama yetersizliği olduğunu düşünüyorum. Siyasette ve toplumsal alandaki düşüklükler ve bayağılıklar gerçekte bu yetersizliğin ürünü, İslam’ın değil.
İslam’ın süreklilik kazanması ulemanın sayesindedir, yani bu dine gönül ve emek vermiş düşünen insanların sayesindedir. Bugün İslam’ın temsilindeki sorunlar onun sürekliliğini de tehdit altında bırakıyor. Bu gerçekle yüzleşmeden, sorun İslam’da değil müslümanlarda demenin bir faydası olmaz.

* * *

Raison d’État için “hikmet-i hükümet” yerine artık “devlet aklı” deniyor,  oysa devlet bizatihi akıl demektir.
Devlet akıldemek, duygu demek değil, keza devlet fiil demek, infial demek değil. Bu nedenle devlet adamlarına yakışan, duygularını kamuya yansıtmamaktır. Âkil devlet hem sakin hem sakinleştirici olmak zorunda. Devletin imanı arttıkça aklı azalır dememin nedeni bu!

* * *

MECNUN’DAN KOCA OLMAZ

Mecnun’un Leyla’ya söylediği o şairane sözleri bir koca karısına kolay kolay söyleyemez. Niçin? Çünkü evlilik rasyonel bir kurumdur. Evlilikte yarar, haz, emek, bunların hepsi dengede olmalı. Mecnun’un aşkı en çok iki yıl sürer, kendisi bu arada çölde de ölebilir, hiç mahsuru olmaz, biz onu yine bir kahraman olarak destanlaştırırız. Ancak evli çifte gelince, kırk yıl aynı yastığa baş koyacaklar, kolay mı? Durum ciddi, akla riayet etmeleri gerekir. Devlet için de aynı şey geçerli, akla riayet, hatta hürmet etmek zorunda, çünkü sürekli olmak zorunda. Akıl süreklilik demektir. Sürekliliği arayan hiçbir yapı kendini rasyonelleştirmekten kaçınamaz. Bizler ancak dindar yanımızla, inançlı yanımızla Mecnunlaşır, peşinden koştuğumuz Leyla’larımıza o eşsiz ve harika şiirleri bu yanımızla yazarız. Ne ki Mecnun’dan koca olmaz, kimse kızını Mecnun’a vermez. Evliliği akıl korur, aşk değil, keza bilim ve siyasette de süreklilik Mecnun’larla değil akıllı devlet adamlarıyla sağlanır.

* * *





















II. ABDÜLHAMİT & MEHMET ÂKİF

II. Abdülhamit ne kızıl sultandı, ne ulu hakan, sadece dirayetli ve fakat yetenekleri sınırlı bir padişahtı. Mehmed Âkif Abdülhamid’in arabasını cuma namazına giderken gördüğünde kusar, evet düpedüz kusar. Kendisi ömrü boyunca Abdülhamid’den nefret etmiştir. Kimileri Âkif’in sonradan Abdülhamid’in ruhaniyetinden  özür dilediğini filan zannediyorlar, Rıza Tevfik’le karıştırıyorlar. Âkif Abdülhamid’i hiç sevmemiştir. Şimdi Âkif ile II. Abdülhamid’i kalbinde yanyana taşıyan muhafazakâr, dindar, islamcı, sağcı bir çocuğu düşününüz, iyi ki aradaki karşıtlığı bilmiyor dersiniz, çünkü bilse zihninde bu iki değer birbirinden ayrılacak, belki de ikisinden birini seçmek zorunda kalacak. Peki ya daha çok okursa, daha çok bilirse, yani hakikate “ya-ya da” demekle yaklaşılamayacağını anlarsa? Bu durumda belki onları birbirinden ayırmak yerine ikisine de daha gerçekçi bir nazarla bakmayı becerebilir.

* * *




HULUSİ KENTMEN & MÜNİR ÖZKUL

Yeşilçam filmlerini hatırlayın: Bir yanda şehirli Hulusi Kentmen var, öte yanda kenar mahalleli Münir Özkul. Münir Özkul’un kızı Hülya Koçyiğit, Hulusi Kentmen’in oğlu Tarık Akan.
Münir Özkul’unki İstanbullu yoksul bir aile, Hulusi Kentmen’inkiyse yine İstanbullu ama zengin bir aile.
Münir Özkul ile Hulusi Kentmen ortak kültürü paylaşıyorlardı. Belki biri zengin diğeri yoksuldu ama aynı İstanbul kültürüne sahiplerdi.
Zengin olanı şampanya içiyor, pahalı kıyafetler giyiniyordu, yoksul olanıysa aydabir bir “Küçük” içiyor veya içmiyordu, belki yoksulca ama temiz giyiniyordu.
Biri pahalı mezelerle birlikte levrek yerken, diğeri peynirini ve soğanını ekmeğe değil istavritine katık ediyordu.
Kısacası zengin Hulusi Bey ile yoksul Münir Bey aynı sofraya oturduklarında çok büyük bir iletişim sorunu yaşamıyorlardı.
Çocukları arasında da, Tarık Akan ile Hülya Koçyiğit arasında büyük uyumsuzluklar doğmuyor, aksine birbirlerine hayranlık duyuyorlardı, çünkü âşık oluyorlardı.
Bugün artık öyle değil. Bugün, İstanbul’un yoksul semtlerindeki yurttaşlar “parayı bulup” merkeze doğru geldiklerinde, merkezle uyum sağlamak için en az bir-iki nesil beklemek zorunda kalıyorlar.


Sonuç itibariyle dindarlar ile  laikler arasında, en temelde, zannedildiği kadar büyük bir inanç ve kültür farkı olmadığını kavramamız iyi olur. Bizler de Hulusi Kentmen ile Münir Özkul kadar ya da Tarık Akan ile Hülya Koçyiğit kadar iyi anlaşabiliriz.


* Ot Dergi






SÖZ MEDENİYETİNDEN GÖZ MEDENİYETİNE

$
0
0

10 Ocak 2010



Biblia Pauperum.
Yani yoksulların kitab-ı mukaddesi. Okumaktan mahrum olanların, ümmîlerin, görmeye ihtiyacı olanların.
Harfler okuma-yazma bilenler için neyse, resimler de okuma-yazma bilmeyenler için aynı şeydir.
VI. yüzyılda böyle söyler Papa Gregorius Magnus (540-604).
Yani İslâm’ın ortaya çıkışından önce. Böylelikle Kitab-ı Mukaddes kıssaları resm u tasvir edilmeye başlanır. Hıristiyanlık bilincini neredeyse tümüyle görselleştirmekmümkün hâle gelir.
Niçin?
Okuyaraköğrenmekten mahrum olan halkın bakaraköğrenmesi için. Lâkin harfleraracılığıyla değil, resim ve tasvirler aracılığıyla. İkonalar yardımıyla.
Anlamak için değil sadece, ibadetetmek için de.
Batılı bilincin görselliğe yatkınlığının temelinde, Greko-Romen tecrübesinin yanısıra, plastik sanatları ve sanatçıları asırlarca himaye eden Kilise’nin etkisi ve katkısı da inkâr olunamaz.






Batı kültürü, özü itibariyle görseldir. Eşyayı doğrudan gözle kavramaya hem yatkındır, hem de alışkındır.
Batı Hıristiyanlığı en nihayet Greko-Romen geleneğin takipçisidir. İster istemez Arileşmiştir. Mirasçısı olduğu uygarlıkla belki ideolojik olarak çatışmış ama sonunda onu kültürel olarak içselleştirmiştir. Sarı saçlı, mavi gözlü bir İsa artık herkesin gözü önündedir. Yanında. Evinde.




Peki Doğu’nun, bilhassa müslüman ve yahudi tecrübesinin gözle ve görsellikle ilişkisi nedir?


Sami bilincinin hafızasında görsellik, herşeyden önce dolayımsızlık demektir. Dolayımsızlık, yani eşyayla/dünyayla doğrudan doğruya temas! Avuçlamak!
Gerek yahudi, gerekse müslüman bilinci görsellikte hep bir teşhir yönü görmüş, bu yüzden de hakikati bilme ve anlama sürecinde dolayımı tercih etmiştir. Kulağı yani. İşitselliği. Görerek bilmek yerine, duyarak bilmeyi.


Hakikat ile talibi arasında her zaman belirli bir mesafenin bulunmasını arzu etmiş ve görmekte/görsellikte hep bir avuçlama hevesi sezdiğinden, görmenin dolayımsızlığına karşı, işitmenin dolayımını tercih etmiştir.
Avuçlamayacaksın ve fakat dokunabilirsin. Sadece değebilirsin.

İslâm medeniyeti, bu yüzden, görme merkezli değil, işitme merkezlidir; üstelik birçok alim kitaplarında uzun uzun görmenin işitmeden daha üstün olduğunu belirtmiş olmalarına rağmen. Sözgelimi İbn Kuteybe (öl. 889) daha IX. yüzyılda görme’nin işitmeden üstün olduğunu savunmuş ve kendince deliller öne sürmüştür.


Keza XI. yüzyılda yine bir başka alim, Abdulkahir Bağdadi (öl. 1037), ilginç biçimde Kelamcıların görmeyi işitmeden üstün tuttuklarını, buna mukabil Felsefecilerin ise işitmenin görmeden üstün olduğu görüşünü savunduklarına değinmiştir. XII-XIII. yüzyıllarda da bu tartışmanın bütün hızıyla sürdüğü eldeki metinlerden anlaşılmaktadır, hem de Kur’an tefsirlerinde. Nitekim Fahreddin Razi (öl. 1209) işitmenin mi, görmenin mi üstün olduğu tartışmalarına ilişkin olarak ünlü tefsiri Mefatih’ul-Gaybda tarafların delillerini ayrıntılarıyla kaydetmekten kaçınmamıştır.

Kınalızade Ali Çelebi (öl. 1571) bile Ahlak-ı Alâî adlı eserinde bir fırsat düşürüp gayet sakin sanatçıların duvar sayfalarına nakşettikleri at resimlerine delil sadedinde atıf yapmakta hiçbir beis görmez:

Nakkaş dîvarda suret-i feresi bu vechile nakşettiği nefs'ul-emr ve haricde feres ol surette olduğundandır. Na ân ki feres haricde ol suret üzere sahife-i dîvarda bu vech üzere münakkaş olduğundan ola, hâşâ ve kellâ!

Hal böyleyken, özelde İslam, genelde Doğu söze sadakatinden asla vazgeçmemiş, kurulan yeni şehirlerin hiçbiri bozkırlardan ve çöllerden akıp duran yüzbinlerin şiire ve müziğe olan düşkünlüğünü değiştirmeyi başaramamıştır.
Mevsimlere göre biteviye yer değiştiren zaman-merkezli topluluklarda şiir ve müziğin, bulundukları yerden kıpırdamayan mekan-merkezli (yerleşik) toplumlarda ise plastik sanatların gelişmesi kaçınılmazdı. Kulağın kavrayışı için topluluk olmak yeterliyken, gözün kavrayışı için bu toplulukların muhtem bir topluma da dönüşmesi gerekiyordu.
Bugün kültürümüzde plastik sanatların kavranışında hâlâ bir sorun varsa, bunun temel nedeni, Doğulu toplumların hâlâ görsellikten ziyade işitselliğe yatkınlıklarını muhafaza ediyor olmalarıdır. İslam, sadece zaten varolagelen bu duyarlılığa yeni biçimler kazandırmıştır. Lakin esas olan hep Kelâm’dı, Kelâmullah! Söz yani. Dil. Kelime.

René Guénon meselenin özüne dokunan nadir düşünürlerdendir:


Mais il y a ceci de remarquable, que parmi les facultés sensibles, la vue a un rapport direct avec l’espace, et l’ouïe avec le temps: les éléments du symbole visuel s’expriment en simultanéité, ceux du symbole sonore en succession.
[Fakat burada şunu belirtmek gerekir ki gözün görmesinin mekanla, kulağın işitmesinin ise zamanla doğrudan bir bağlantısı vardır. Şöyle ki: Görsel sembolün öğeleri aynı zamanda ifade edilirken, sesli sembolün öğeleri art arda ifade edilir.]



Guénon’dan hareketle analizin alanını biraz genişletmek ve özü kavramak için bir adım daha atmak yeterlidir sanırım:


Ainsi, les sédentaires créent les arts plastiques (architecture, sculpture, peinture), c’est-à-dire les arts des formes qui se déploient dans l’espace; les nomades créent les arts phonétiques (musique, poésie), c’est-à-dire les arts des formes qui se déroulent dans le temps.
[Böylece yerleşik toplumlar plastik sanatları (mimarlık, heykeltraşlık, resim), yani mekan içinde açılan şekillerin sanatlarını doğurmuşlardır; göçebeler ise, sesle ilgili (fonetik) sanatları (müzik ve şiir), yani zaman içinde akıp giden şekillerin sanatlarını doğurmuşlardır.]

Müslüman bilinci duygu ve düşüncelerini, şekiller aracılığıyla değil, sırf bu nedenle kelimeler aracılığıyla ifade etti asırlar boyunca. Tezhib ve minyatürü usulca bir kenara bırakırsak, görselliği en çok harflerin tersim ve tasviriyle sınırladı. Hat sanatıyla. Kaligrafiyle. Duygu ve düşüncelerini dilegetirdi, ve fakat göze getirmekten kaçındı.
Müslüman bilincinin şiir yeteneği tartışılabilir mi? Doğulu bilincin şiiriyeti? Aslâ! Herhangibir kibir iması olmadan söylenirse, şiirin yurdu, doğu topraklarıdır. Bütünüyle Şark!
Manzum ve mevzun (ölçülü) düşünmeyi dünyaya öğreten bir medeniyetin çocuklarıyız. Şiirle düşünürüz. Düşünceyi duyguların üstüne yerleştirmeyi bildiğimiz gibi, duygularımızı da düşüncelerimize taşıtabiliriz.

Dil düşkünüdür Şark zekâsı. Dolayımı sever, sırrı, gizemi, örtük olanı. Teşhir etmek Şark’ın eşyayı kavrama tarzına yabancıdır. Kadınları bile soyarak değil, örterek yüceltiriz. Dolayıma başvurmaktan hoşlanırız. Saklamaktan. Muammadan. Tanrımızı bile görmeyi değil, ona yaklaşmayı önemseriz. Avuçlamayı değil, sadece değmeyi. Dokunmayı. En çok, göz ucuyla bakmayı. Şehlâ-nigâhı.
Aslında geçmiş zaman kipiyle yazmalıydım tesbitlerimi. Yazmadım. Çünkü hâlâ büyük ölçüde aynı bilincin taşıyıcıları olduğumuza inanıyorum. Ne Tanzimat, ne Meşrutiyet, ne de Cumhuriyet devri bu bilinç yapısını değiştirebildi. Değiştiremezdi de zaten. Dinci veya dinsiz, bu ülkenin bütün haylaz çocukları şiiriyet ehlidir! Görselliğe değil, işitselliğe yatkın bir tabiatları vardır. Gizeme, sırra, esrara. Sanatçısı pek yoktur bu yüzden, ama şairi vardır. Edebiyatçısı. Hikayecisi. Kıssacısı.
Sanat (Art/Kunst) ve Edebiyat(Literatur) ayrımını yaparken bile hep elleri, dilleri dolaşır bizimkilerin, aradaki farkı kavramakta beceriksiz davranırlar; sanatçı (artist) diye tanıttıklarının en nihayet ya şair, ya hikâyeci veya romancı olduklarını unuturlar.

Peki sinema sanatı? Türk Sineması? Bir anlamı var mı bilmiyorum ama meselâ Müslüman Sineması? Sözgelimi Çağrı filmi, dindar bilincin değil, gerçekte Greko-Roman tecrübesinin çocuğu olan Batılı modern bilincin ürünüdür. Olması gereken de buydu zaten. (Çağrı teknik bakımdan daha Batılı, daha modern olduğu için başarılıdır; dinen daha hassas olduğu için değil!)
İslâm dünyası plastik sanatlar konusunda onüç-ondört asırlık bir gecikmeyle de olsa henüz irtibat kurmuşken başka ne yapılacaktı yani?
Müslüman bilincin daha uzun bir süre gözle ve görsellikle ilişkilerinde sorun yaşaması kaçınılmazdır. Görmeyi ve göstermeyi öğrenmek zaman alır. Asırlık alışkanlıklardan sıyrılmak ve/veya yerleşmiş hassalarla hesaplaşıp onları eğitmek pek o kadar kolay değildir. Çölün ve bozkırın bilince kazıdığı alışkanlıklarından.
Sinema, edebiyat ile sanatı en yüksek düzeyde birleştirebildiği ölçüde bir sanathaline gelebildi. Yani görsellik ile işitselliği. Bu yüzden gerçek anlamıyla en modern sanattır sinema.



Biraz durup düşünmeli, Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri niçin Batı’da takdir görüyor da Türkiye’de sıkıcı bulunuyor? O filmler görsellik kalitesiyle Batılı bilinci ne kadar etkiliyorsa, halkımızı da (ne yazık ki) o denli sıkıyor ve bayıyor. Ceylan’ın filmlerinde edebiyatın/hikâyenin/anlatının kokusu bile yok ama saf görsellik var. Diyalogları ne kadar berbatsa, görüntüleri de o denli etkileyici! Ceylan, muradını gözüyle anlatıyor, diliyle değil. Bu nedenle kulağa değil, öncelikle göze hitab ediyor. Batılı bilinç de o ödülleri Ceylan’ın hikâyesine değil, sanatınaveriyor. Görsellikteki maharetine. Kamerasının gücüne. Kadrajının yetkinliğine.



Keza Cem Yılmaz, filmlerinde kendince görsel harikalar yaratmaya çalışıyor, yapımcıları da kesenin ağzını açtıkça açıyorlar. Komedyen, maksat sanat olsun abiler diyor. Bu çabalar karşısında halk ne diyor? Görsel tekniklere karnımız tok, biz hikâye isteriz, gülmek isteriz, diyerek o görsellik numaralarını umursamıyor bile. Halkın gözünü çok meşgul edersen, anlattığın hikâyeye pek kulak ver(e)mez. Oysa stand-up’lar öyle mi? Yeter ki konuş! Herkes dikkatle dinler seni! Dinler ve güler. Gösterme, dikkati dağıtma, sadece anlat!






Recep İvedik filmleri neden gişe rekorları kırıyor sanıyorsunuz? Göstermiyor, sadece anlatıyor. Tuluât yapıyor ve saçmalıyor. Halk da dinliyor. Hepsi o kadar!





Pek hatırlayan çıkar mı bilmem, İran İslâm Devrimi’nden kısa bir sonra ülkemizde bir Kur’an-ı Musavver meselesi başgöstermişti. 80’li yılların başında.
Resimli Kur’an olur mu olmaz mı tartışması! O zaman, zinhar haramdır denilerek büyük bir yaygara koparılmıştı. Peki şimdi, otuz yıl sonra? Kur’an-ı Musavver olur mu? Meselâ bir Resimli Meâl? Caiz midir? Biblia Pauperuma cevaz var mı bizim topraklarımızda?
Dindar bilincin bu sorulara yanıt vermekten kaçınmayacağını, ciddiyetle bir karşılık vereceğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz demektir. Susacaktır. Çünkü kendisinden yanıtı istenen soruları bile anlamakta güçlük çekecektir. İnsanlar gibi toplumlar da kendi zaafları üzerine konuşmadan onlardan kurtulmak isterler. Kendileriyle yüzleşmeden. Kusurları, başkalarınca dile getirilmeksizin kendiliğinden yok olsun isterler. Mümkünse yardım almadan. Oysa bu soru(n)lara hakettikleri önem verilebilseydi, belki de ilk defa kendimiz hakkında kendimiz konuşmaya başlayabilirdik. Yüzleşebilseydik, ilk defa kendimizle kendi isteğimizle yüzleşmiş olacaktık.


Batılı bilinç ile Doğulu bilinç arasındaki ayrımın en keskin tarafını pekala biz kendimiz görebiliriz.
Kelime ve hayalin soyutluğundan şekil ve suretin somutluğuna. Dinlemek yerine artık görmek, en azından görerek dinlemek!
Dindar bilinç resmin ve heykelin olduğu mekanda namaz kılabilir mi? Putperestlik korkusu hissetmeksizin bir heykeli temaşa edebilir mi? (Soruları arttırmaya gerek var mı, tartışmanın başlangıcı için bu kadarı yetmeli.)
Ne dersin ey talib, inanmanın maliyetini üstlenmeye hazır mısın?
Hazırım diyorsan, çaren yok, dinlemekkadar görmeyi deöğrenmeye mecbursun!
Kendine kendi aynanda bakmaya mahkumsun!
Kırmadan önce kalemimi, kulak ver sözüme ey talib, bu mahkemede sen hem hakim hem mahkumsun!

Bİ'E, Felsefe Dersleri 20, Son Günahım, 18 Mart 2017

KAYGI

$
0
0
Mart 2017



Korku ve kaygı... ilkinin genellikle nedeni ve nesnesi olur, çünkü korku hep bir şeyden korkudur ve daima bir şeyden ötürüdür, oysa ikincisinin ne nesnesi ne nedeni vardır, sadece varmış gibi görünür, yani yoktur denemez, sadece yokmuş gibi görünür. Eskiden Türkçe’de kaygı’ya karşılık olarak daha çok Farsça kökenli bir sözcük kullanılırdı: endişe, hemen yanısıra evham, yani kaygı ve kuruntu. Ne ilginç değil mi, endişe de daniş’den gelir, bilmek’ten. Bir tür efkarlanmak (fikir), ve dertlenmek. Fikrin mi var derdin var demek, eşdeyişle tümeli, geneli, evrenseli düşünmek yerine daima tekillere ve tikellere takılıp kalmak demek.

Kaygı için felsefe dünyası daha çok angst’ı kullanmayı tercih ediyor, psikoloji dünyası ise anksiyete’yi. İlkiyle, daha çok varoluşsal bir durum, ikincisiyle bir sinirceler zemini imleniyor. Varoluşun kendisi daima nevrotiktir, varoluşun bilinciyse psikotik.

Yıllar önce her iki kavram için de benim önerim kaygı yerine daraltı’ydı, çünkü Angst’ın kökeninde “Eng” vardır: dar olan. Türkçe’de daralmak, darlanmak, daral gelmek, vb. kullanımlar anımsanacak olursa Angst’a daraltı karşılığı çok yakışırdı, hem de her bakımdan.

Peki içerik?

Türkiye’de halk birkaç yıldır kaygılıydı, şimdiyse korkuyor. Bastırılan ne varsa geri dönüyor çünkü.


* OT Dergi












DÜNYA

$
0
0
Mart 2017




- Ben bütün bunları niye yaptım, hâlâ bilmiyorum.
Niye kendimi bu yalnızlığa mahkum ettim?
Niye ailemin beni terk etmesini engelleyemedim?
Niye hayatımı boş hayaller için yok ettim?
Bilmiyorum.

İnanmış bir adamın soruları ve yanıtları bunlar, bilmiyorum’la başlayıp bilmiyorum’la biten can acıtıcı bir muhasebeden artakalan birkaç hesap müsvettesi.

Dudak bükme, bu yaşamda bilmiyorum demenin hakkını öyle kolay kolay veremezsin, önce inanacaksın, hem de körükörüne, her türlü çıkardan, her türlü hesaptan âzade, tüm saflığınla, tüm masumiyetinle inanacaksın, ki adam gibi hakkıyla bilmiyorumdiyebilesin, utanmadan, evet yanıldım yenildim diye itiraf edebilesin.

Tutkunun bedelidir bilmiyorum demek, boş hayallerin ve inanmanın. Bilemezsin bu yüzden, ne olup bittiğini hiç anlayamazsın, kazanamazsın asla, asla bilemezsin. Yenemezsin, hep yenilirsin, hem de adam gibi, aslan gibi, çoğu kez kanatları kırılmış bir kartal gibi yenilirsin, yanılırsın, hayallerine inat biteviye yükseklerden düşersin ama yine de niye yenildiğini, niye yanıldığını bilemezsin.

İnanmış adamlara has bir destanın adıdır yanılgı.

- Sonunda elime geçen ne biliyor musun?
Koskoca bir hiç!
Sadece üç-beş öğrenci mektubu, ve içinden çıkan fotoğraflar.

Koskoca bir hiç.
Onca uğraşının sonucu bir hiç.

Lakin yine de taliplerine, hem de bıkmadan usanmadan, bir hiç uğruna cihanı satmanın, bir hiç uğruna elindeki sükkeri ayruğa sunup ağuyu kendi yutmanın adının aşk olduğunu öğretir bu toprağın ustaları.

İrfan insanın hayallerine hürmet etmekle başlar; hayallerine, yani yanılgılarına.


- İşin en acıklı yanı da şu kızım, bir daha dünyaya gelsem gene aynı yollardan yürüyeceğimi biliyorum. Demek ki yaşanan onca hayal kırıklığı, sürgünler, fişlenme, sorgular bana bir şey öğretememiş. Tuhaf bir durum bu, acı çekmeye gönüllü olmak, ruhunu o işten alamamak.

Acı çekmeye gönüllü olmak...bilmek ile bilmemek arasında kalan bilincin istemsiz günahı.

İnanmayagörsün insan, bütün  bunları niye yaptığını bilmez, niye kendini bu yalnızlığa mahkum ettiğini, niye hayatını boş hayaller için yok ettiğini asla bilmez, bilemez, ve fakat bir daha dünyaya gelecek olsa pekala yine aynı yollardan yürüyeceğini gayet iyi bilir, tıpkı Gönül Yarası”nın (Yavuz Turgul, 2005) Nazım’ı gibi.

- Hepimiz hayallerimizin kurbanıyız.
Benim adım niye Nazım?
Senin adın Piraye?
Abinin Memet?
Niye?





İzleyicinin bu adların açığa çıkardığı ideolojik imgelemin izini sürmesinden daha doğal ne olabilir? Zamanında böyle de oldu nitekim, ve “Gönül Yarası” ortak bilincimizin derinliklerindeki o asil yerine belki büyük ölçüde duyumsanmış ama asla çözümlenmemiş bir başyapıt olarak yerleşti.

Bir yanda Nazım, öte yanda Dünya...

Dünya, evet, gerçekte bütün Nazım’ların ömürleri boyunca yüzçevirdikleri dilberin ta kendisi!

Sözümona bütün güzelliğiyle, bütün işvesiyle, bütün tutulamazlığıyla yakıcı yıkıcı bir dünya.

Ancak Nazım’ların peşinden koştukları değil, inadına ve ısrarla kendisinden yüzçevirdikleri bir dünya!

Bu yüzden tamıtamına bir yasak aşk, klişe sanılmasın, aksine, bir ömür boyu sadece ideallerinin peşinden koşmuş bir adamın onca yıldan sonra, kendine, hadi başkaları bir yana, bizzat kendisinin bile yakıştıramayacağı denli uzak bir dünya!

Meltem Cumbul kadar çekici bir dünya.

Sözün özü, yasak ve nâ-meşrû bir dünya! (Sordum sual ettim kimin yârisin/Ben sormadan dolu gibi döküyü)

Peki ama, o güzelin adı niçin Dünya?

Kesinlikle bir rastlantı değil, seçim.

İmdi bu seçimdeki duyguyu bir yana bırakıp düşünceyi izleyelim.

* * *

Dünya sadece yeryüzünü veya yerküreyi imleyen bir ad değil, yanısıra, içinde koca bir ideoloji de saklıyor.

The Earth... Die Erde... La Terre...

Dünya bu üç sözcüğün eşanlamlısı değil, çünkü üçü de yeryüzüanlamına gelir; yeryüzü, yani yerin üstü, ayağımızın altı: toprak.

The World... Die Welt... Le Monde...

Dünya ne yazık ki bu üç sözcüğün de eşanlamlısı değil, çünkü üçünün de imlediği alan dünyadan geniş: âlem veya evren, bu nedenle eğretilemeli anlamı: tüm, bütün, tam.

Bilen bilir, bir sözcüğün anlamını karşıtıyla belirlemek en sağın yollardan biridir: dünya’nın karşıtı sema, yani gök.

Sözü niçin uzatıyoruz, hal böyleyse, dünya-sema karşıtlığının yerine arz-sema (yer-gök) çiftini kullanamaz mıyız?

Sözcüklerin toprağını biraz daha kazmak koşuluyla, elbette hayır!

Sema sümuvdan, dünya dünuvdan gelir ve ilki yukarıda olmayı, ikincisi aşağıda olmayı imler: önce mekan itibariyle, sonra değer itibariyle yukarıda ve aşağıda (ulvi-süfli) olmayı.

İşte tam da burada, aşağıda olan bir çırpıda aşağılık olana evrilirken, dünya sözcüğü de “aşağıdaki yer” anlamını bırakıp “aşağılık yer” anlamını kazanmakla kalmaz, tıpkı dünya gibi içindeki neşe ve hazların tümü de bu aşağılanmadan payını alır.

* * *

Dünyadan yüzçevirmekle koşulur büyük tutkuların peşinden, hem de dünyaya ve onun sunduğu hazlara rağmen; bu yüzden küçümsenir, dudak bükülür, yadsınır, reddedilir, inkar edilir, olabildiğince aşağılanır.


- Uzun geçen öğretmenlik hayatımın bana her şeyi sunduğuna dair derin bir inancım vardı. Çok şey görmüştüm: acıları, ölümleri, işkenceleri, kötülükleri... arkadan vurmaları, vefasızlığı, terkedilmişliği görmüştüm. (...) Alaca Köyü’nü terkederken artık hayata dair öğrenecek bir şeyin kalmadığına inanıyordum, bütün defterleri kapadığımı, alacak verecek meselesini bitirdiğimi düşünüyordum. Ne kadar da yanılmışım.

Dünya bu, adı üstünde, yanıltır.

Yinelemekten niçin gocunalım: inanmış âdemlere has destanın adıdır yanılgı, yeryüzündeki bütün Nazım’lara has bir yanılgı! O Nazım’lar ki bir ömür boyu kendisinden yüzçevirdikleri Dünya’ya bir kez yüzlerini çevirmeyegörsünler hemen başları önlerine düşer, ve bir kez daha yanılırlar. Dünya’ya bütün sitemleri de bundan, “derdimden anlamaz, ben o yâri neyleyeyim?” diye söylenip durmaları da.

Herkes kendi yolunu yürür, yanıla yanıla yürür, daima düşe kalka yürür. Ancak ne zaman bir âdem dünyayı terketmeye niyetlense, dünya asla acımaz ve her defasında onu içinde sonsuza değin saklı kalacak bir ‘ah’ ile bırakıp gider.


Yaşlanan dünya değil, daima âdemdir.


*OT Dergi




UMUT

$
0
0
16 Nisan 2017




Umut demek yarın demek, umut demek gelecekdemek, umut demek –belki de sırf bu nedenle- şimdi’nin yıkıcılığına perva etmeyip daima güzel yarınların geleceğine inanmak demek.

Sonbaharın hüznüne veya kışın olanca sertliğine karşın ilkbahar acaba hiç gelmemezlik etti mi?

Yakınsak da sızlansak da çayırlar yeşillenmekten, dallar tomurcuklanmaktan, çiçekler açmaktan, kuşlar cıvıldamaktan hiç vazgeçti mi?

Doğayı yaşama arzusu biçimlendirir, toplumuysa iyi yaşama bilinci. İnsanın arzuları denli bilinci de gerçekte aynı yasalara boyun eğer; ve daha eşit, daha özgür, daha insanca yaşama umudu tıpkı ilkbahara özgü taze toprak kokusu gibi ruhlarımıza doluşurken, o umut bizim yarınlara inancımızı kocaman bir aşk ile tazeler. Cemreler bu yüzden sadece toprağa, suya, havaya düşmez, aksine her ilkbaharda cemrelerin en hası, aşk cemresi insanın yüreğine düşer, hem de bir sevinç, bir kıvanç, bir gülüş suretinde. VE derken bir bebeğin yaşam çığlığıyla doğa yeniden canlanır.

Sakın insana inancını yitirme ey talib, insan demek umut demektir çünkü.


*Hürriyet



Marmara Belediyeler Birliği, Şehir Konuşmaları (X), Bir Kültürel Olgu Olarak İRFAN, 18 Nisan 2017

$
0
0

Marmara Belediyeler Birliği Şehir Politikaları Merkezi tarafından düzenlenen Dücane Cündioğlu ile Şehir Konuşmaları devam ediyor.


GURUR

$
0
0
Nisan 2017



Kaçınılmaz yasadır, asla değişmez: mağdur olan mağrur olur.

Gurur’un en açık anlamı ‘aldanış’; keza garur‘aldatıcı’, mağrur ise ‘aldanan’ demek. Fakat gurur Türkçe’de daha çok kibir (büyüklenmek, şişinmek) sözcüğünün eşanlamlısı olarak kullanılıyor, örneğin mağrur deyince “kibirli olan/şişinen” anlaşılıyor. Böylelikle de neden sonucun yerine geçmiş oluyor, çünkü kibirnedendir, gurur ise o kibrin sonucu,  yani “büyüklenirsen aldanırsın” veya “aldanmak istemiyorsan büyüklenmemelisin” gibi.

Her aldanış, her mağruriyet bir büyüklenişin sonucu. Aldanış varsa kaçınılmaz olarak bir aldanan ve bir aldatıcı da vardır. Örneğin Kur’an’da, doğrudan Şeytan’ın yanısıra içinde bulunduğumuz aşağılık yaşamın (el-hayat’ud-dünya) kendisi de birer aldatıcı olarak tanımlanırlar. Peki bu aldatıcılar kurbanlarını neyle aldatırlar? Elbette şeytan şeytanlığıyla aldatır, yani muhatablarını inadına kibrin âlâsıyla, yani en kutsal, en ortak, en yüksek değerlerle ayartır, Kur’an’ın ifadesiyle: “Allah”la.

Aldanış insanın en büyük ihtiyacı.

İnsanın aldanmaya ve aldatmaya ihtiyacı var, çünkü ne pahasına olursa olsun yaşamda kalmaya ihtiyacı var.

Aldanmaya ve aldatmaya ihtiyacı var, çünkü inanmaya ve ne yapıp edip çıplak hakikatin (nude veritas) üzerini örtmeye ihtiyacı var.

Gururun en temelinde aldanan ve aldatan birleşir; çünkü insan nefsi kendisini aldatmaya başlarsa hem aldanan hem aldatan olup çıkar.


İşte bu halden kurtulabilmesi için nefse iman ve islam ilaçları yetmez, acı da olsa talibin biraz ihsan şurubundan içmesi gerekir.


* OT Dergi












UNUTAMA BENİ

$
0
0
 Nisan 2017





- “Gözünden damlayamayan gözyaşınolayım.”

Bir ayrılığın hüznü şu yakarıştan daha güzel nasıl yansıtılır bilemiyorum.

N’olur bırakma beni, daima sende ve seninle kalayım demenin en zarif biçimi.

N’olur ağlama ey sevgili, demenin... ağlama ki akmayayım, gitmeyeyim, ağlama ki deryanın kendisiyken onun bir parçası, bir damlası, bir “damla parçası” olmayayım diye yalvarıp yakarmanın...

Ezgi hiç kuşkusuz ki sürecin daha öncesine atıfla başlar:

- “Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım.”

Olayım ki sende kalayım, düğümleneyim ki kopamayayım.

Birine, bir şeye, bir bütüne ilişik olma duygusunun sonu dramatik değil, daima trajiktir çünkü.

Kopuş ve ayrılış, firak ve hicran, ve ardından bir damlanın kendisinden koptuğu ummâna o ürkek yakarışı:

- “Unutma beni, unutama beni.”


* * *


Ayrılmak başka, ayrı düşmek başka; ilkinde ayrılanların istenci rol oynar, diğerinde ayıranların.

Tanrı bile hep anılmak, hatırlanmak, unutulmamak ister, “anın beni ki ben de sizi anayım” der, her şeyi bağışlar ama unutanları, terkedenleri bağışlamaz, üstelik onları hemen unutulmakla/terkedilmekle tehdit eder.

Oysa ayrılmak, sanma ki iki taraflı bir edim, değil; ayrılık aksine hep bir tarafın ayrılığıdır, daima birinin ayrılığı. Bu yüzden de her ayrılık öyküsü, gerçekte bir terk etme, bir terk olunmaöyküsü.

- “Ben nasıl ki unutmadım, sen de unutma beni, unutama beni.”

Farkında mısın, belki o narin yüreğin incinir korkusuyla seçenekleri çoğaltıyorum ey talib, yoksa terkeden âşık mı görülmüşür bu âlemde? Biliyorum, çok insafsızca, ve fakat hakikat böyle: her defasında, terk ederkenbile, terk olunuruz, terk ediliriz de bir türlü kabullenemeyiz. Oysa ne tuhaf,  bizler inadına, terk olundukça gelişip olgunlaşırız; ayrıldıkça, yırtıldıkça, koptukça büyürüz; ama sırf ayrılığın acısına dayanmak için, sadece ama sadece acıya direnmek için... kendimizi büyütürüz.


* * *


Fiziksel mesafeler kimin umurunda, gerçek mesafeler daima ruhsaldır. Unutmak da istemeyiz bu yüzden, unutulmak da; daima hatırlamak ve hatırlanmak isteriz. N’apalım elimizde değil, sevgilinin yaşamından ayrılsak bile gönlünden ayrılmamayı isteriz.

Tam da burada hayal ile hafıza sözcükleri eşleşir, ve o uçsuz bucaksız insan gönlü tüm aşkların yegâne sahnesi haline gelir; tüm aşkların ve tüm ayrılıkların, yani firak ve hicranın her türlüsünün.

İlkin ana rahminden ayrılırız, sonra memeden, sonra gözlerden ırak düşüp evden ayrılırız, yuvadan, sonra okuldan, en son yaşamdan. Bu süreçte hatırlayabilmek için hatırlanırız, geçmişin sesini hep yanımızda duyumsarız, öyle ki “... sevişirken, öpüşürken, yapayalnız dolaşırken, unutmaya çalışırken ...” nedense içimizde bir yerlerde daima aynı seslenişin yankılanıp durduğunu farkederiz:

- “Unutma beni, unutama beni.”

Aşk sefili olmamanı öğütleyenlere aldırma ey talib, aşk bizatihi sefalettir, bir yoksunluk çınarıdır, heybetten gayrı yemişi de olmaz bu yüzden, sureti de. Firakta değil vuslatta dahi olmaz, çünkü asla itminan bulmaz aşk, hiçbir miktarla yetinmez, yetinemez, bir türlü doymak bilmez. Ezeli açlığın adıdır aşk. Kurbiyete ve yakınlığa düşkünlüktür, şaşma sakın, bu nedenle yüceltilmekten çok kınanmaya layık olanın sıfatıdır.


* * *


Hani sevgili?

Nerede bekliyor?

Bilmiyorum.

Ben hiç aşık olmuş muydum?

Adını, suretini, çehresini anımsamadığım bir yârin peşinden hiç koşmuş muydum bilmiyorum.

Niçin bu-ara-dayım?

Niçin kendimi bu denli huzursuz, bu denli yitik duyumsuyorum?

Niçin ilerledikçe önüme değil ardıma bakıyorum?
Kimi arıyorum?

Arayan mıyım, aranan mı, inan bilmiyorum.

Geçmişimi bir türlü anımsayamıyorum.

Yanıtlardan vazgeçtim, bazen sorularımı bile unutmaktan korkuyorum.

Korkuyorum, çünkü ne zaman gözlerimi kapasam, düşlerimde kendimi hep boşlukta süzülen bir gözyaşı damlası olarak görüyorum.

Anlamıyor musun ey talib, ben bile kendimi unutmuşum, bari sen unutma beni!

Lütfen, unutama beni.




VİZÖR
Hiçbir gerçek aşk Musa’nın levhalarında aklan(a)maz, bu nedenle aşıkların yarasını daima Hızır’ın nefesi (te’vil) iyileştirir; uzaklıktaki yakınlık değil ama, yakınlıktaki uzaklık.
Tam da bu minvalde, ilgilenenlere, toplumsal olanın ve yasa’nın sükût ettiği o zifiri karanlığın içine hakikatin ışığını düşürmeyi başaran gerçek bir başyapıt önerebilirim:
“The Bridges of Madison County” (Clint Eastwood, 1995)
Aşk bir aşırılığın adı, bir sıradışılığın. Fizik’te sonsuzun, Etik’te özgürlüğün, Metafizik’te tanrısallığın, Tıp’taysa patolojinin. Bu zenginliğine karşın yine de hep iyi olanın temsilini görmemeli onda, kötücül ve sapkın yanlarını da kabul ve itiraf etmeli: en esaslı yanını, yıkıcı yanını.
Sahilden uzaklaşmayı göze alamayanları rahatsız etmeyelim, çünkü şu iki sert anlatım tam da akıntıya karşı yüzecekler için:
“Les amant du Pont Neuf” (Leos Carax, 1991)

“Bad Guy” (Kim Ki-duk, 2001)

*OT Dergi 





ARZU

$
0
0
Mayıs 2017




Arzu’nun imgesi tek başınayken ne denli görkemli ve çekici görünürse, irade’nin yanına ilişir ilişmez, kavramı da o denli hafif-meşrep görünmeye başlar, üstelik bir o kadar da güçsüz ve çelimsiz. Bunun nedeni, hiç kuşkusuz, kendisine aklın veya duyuların eşlik edişine göre eğilim’e (meyl)verilen anlamların değişmesi.Örneğin Aristoteles eğilim’in (orexis) kendisini cins kabul edip bu cinsi üç türe ayırırken kavramı duyular düzeyinde epithumia(iştiha-şehvet), akıl düzeyinde boulesis(irade) sözcüğüyle karşılar. Keza asırlar sonra Spinoza da apetitus (iştiha) ile cupiditas(arzu) arasındaki inceliği açıklarken ikincisine bilincin eşlik ettiğini söyler.

Bize gelince, artık ne doğrudürüst şevk-iştiyak veya irade-ihtiyarsözcüklerini hatırlıyoruz, ne de şehvet-iştiha veya meyl-temayül sözcüklerini. Şimdi elimizde ince ayrımlardan uzak biçimde kullandığımız iki sözcük var: Türkçe istek, Farsça arzu. Aradaki belli belirsiz sezdiğimiz o fark sanki yine bilinçten kaynaklanıyormuş gibi görünüyor: bilinç varsa istek, yoksa arzu.

En temelde daima itkiler, güdüler, arzular yer alır, (bilinçli) isteklerse hep sonradan gelir. Öncekiler doğa, sonrakiler kültür.


Doğa arzular, bilinç ister, çünkü önce ne söz vardı, ne bilinç, aksine, insan varoldu olalı önce edim vardı, eski ustaların adına aşk dedikleri o ezeli ve ebedi akış.

* OT Dergi


Viewing all 497 articles
Browse latest View live