Quantcast
Channel: DÜCANE CÜNDİOĞLU SİMURG GRUBU
Viewing all 497 articles
Browse latest View live

NEDENSİZ ŞİDDET

$
0
0
Ağustos 2016




— Seni öldüreceğiz babalık! Hepinizi... Seni... ve o domuzu... ve şu insan evlâdını...
— Şaka yapıyorsun, değil mi?.. Peki neden?.. Suçumuz ne ki?.. Neden bizi de? Bizim suçumuz ne?
— Buradasınız. Buradasın babalık! Suçun bu! Hepimizin suçu bu! Burada olmak! (That’s what we all have done! We’re here!)
* * *
Hepimizin suçu bu: burada olmak.
Evet, bütün suçumuz, burada olmak.
Walter Grauman’ın “Lady in a Cage” (1964) adlı filminin belki de zihnime kazınan en etkileyici çığlıklarından biri.
İnsan varoluşundaki anlamsızlıkla bir anda yüzleşme. Olabilecek en sade ve en basit hâliyle abesle yüzleşme.
Abes, yani saçma, yani anlamsız, yani boşluk ve hiçlik.
Abesi bir anda, hem de  böylesine çıplak bir surette insan bilincine çarpan nedir peki?
Ölüm.
Nedensiz şiddet aracılığıyla aniden insana yüzünü gösteren ölüm.
Nitekim şair, başka bir vesileyle değinir geçer bu halin yanından.
Ateşten zehrini tattım bu okun
Bir anda kül etti can elmasımı
Sanki burnum değdi burnuna ‘yok’un
Kustum öz ağzımdan kafatasımı
Ölüm, insanı abese irca eder.
Reductio ad absurdum.
Acaba gençler bu güzelim tabirin anlamını bilirler mi?
Abese irca etmek
Birine bir şeyin saçma olduğunu göstermek.
Sırf burada, bu-ara-da bulunduğumuz için ölecek olmamız, bir anda bizi abese irca eder.
Aniden hiçleşiriz.
Bir anda burnumuz değer burnuna yokun!
Ölüm korkusundan.
Burada.
İnsan o anda kusar öz ağzından kafatasını.
Nedensiz şiddetle karşılaşan her bilinç, abesle tanışmış demektir, saçma’yla, absürd’le, anlamsız’la.
Lütfen totoloji olarak telâkki etmeyiniz: nedensiz olanla ve/veya nedensizlikle.
İnsan zihni nedensizi kavrayamaz.
Aslâ!
Evet, aslâ, nedensizi anlayamaz.
Açıklayamaz da.
Anlayabilmesi ve açıklayabilmesi için, o nesneyi, o durumu, o olguyu bir nedensellik zincirinin içine yerleştirebilmesi gerekir. Yerleştirebilirse bir anlam vermiş, yani o nesne veya durum ya da olguya anlaşılabilir/açıklanabilir bir form kazandırmış olur. Aksi takdirde boş boş bakmayı sürdürür. Hiçliğe, kendine, varoluşuna.
Bu temanın etrafında verimli bir tartışma oluşturabilmek için, pekâlâ daha ünlü bir metinden yararlanabilirdim:
Anthony Burgess’in “A Clockwork Orange” (1962) adlı romanından.
Pek tabii ki sadece bir edebiyat eseri olarak değil, bir sanat eseri olarak da, yani Stanley Kubrick’in 1971’de aynı adla sinemaya uyarladığı etkileyici yorumu aracılığıyla da.
Bu vesileyle hemen burada küçük bir parantez açmak isterim:
 “A Clockwork Orange”, Türkçe’de, nedense “Otomatik Portakal” olarak tanınıyor. Oysa Fransızların çevirisi biraz farklı: “Orange mécanique”.
Otomatik veya mekanik, önemli olan burası değil, asıl önemli olan, terkibin orange kısmı.

Bu deyimin tam karşılığı, bence, Türkçe’de şöyle verilmeliydi:
 “Otomatik Mahluk” (ve/veya “Otomatik Hayvan”)
Yani robot.
Evet, otomatik mahluk, gerçekte bir robottur, yani bir şiddet makinesi. İrade ve vicdandan mahrum bir makine. İnsan bilincini her eyleminde abesin o boş ve soğuk yüzüyle karşılaştıran bir şiddet makinesi.
Dilerseniz, kısaca romana bir göz atalım:
İsim otomatik portakaldı. J.S. Bach dinlerken anlamını daha iyi çakozladım ve o eski Alman ustanın kahverengi muhteşemliğini dinlerken, keşke o ikisini daha çok marizleyip kendi evlerinde lime lime doğrasaydım diye düşündüm. (s.30)
Bu şiddet makinesini, Alex DeLarge’ı, pek tabii ki bir de Kubrick’in yorumuyla tanımalı.
Bütünüyle insanın doğasını.
Bir diğer deyişle, insandaki hayvanı.
Tekrar “Kafesteki Kadın”a dönelim, ve iki anlatının ortak noktasını görmeye çalışalım:
— Nasıl yaratıklarsınız siz? Hayvanlar bile sizlerden daha merhametlidir. 
— Ne yani, sen çok mu mukaddes birisin? Sen... sen bir hayvan değil misin? 
— Ben bir insan evlâdıyım. Düşünen, hisseden bir varlığım. 
— Ama ben bir hayvanım. Şu anda tam bir hayvanım. Çoğu zaman hayvan bile olamam. Çoğunlukla şu ‘mahkûm’ dedikleri şeyimdir ben!
Nefis bir sahnedir bu! Kara filmin en başarılı örneklerinden, film noir’nın.
Seyredelim ve tartışalım.


Bu vesileyle içimizdeki hayvana, hayvanımıza dikkatle bakalım.

* Ot Dergisi Ağustos Sayısı




SANCI

$
0
0
Ağustos 2016



              “Bir kavramda kavramın kendisinden daha öte düşünülecek hiçbir şey yoktur.”

İnsanın bir kavramda neyi düşünmesi gerektiğini bilemediğine ilişkin şaşkınlığını Hegel böyle yanıtlar.

Peki duyumlarda, örneğin yangı, sızı, sancı, ağrı, acıda? Bu sözcükleri işitir işitmez kendimizi bir anda öznel ve kişisel duygudaşlıklar alanında ve üstelik kavramlardan çok anlamları soruştururken buluveririz. Dilin içindeyizdir çünkü, bilincin değil, yani tümel’in değil tikel’in, hatta tekil’in.

Türkçe’de yangıçok yeni bir sözcük, inflammationkarşılığında kullanılıyor, yanısıra kendisine ısı, iltihap, şişlik, kızarıklık belirtileri eşlik etmesi bekleniyor, oysa tanımı sanıldığından güç, tıpkı sızı veya sancı gibi. Tabib yangı’ya ancak kendi evinde, kendi bölgesinde tanı koyar ve önce onun sızı ve sancı ve acı ve ağrı olarak adlandırılamayacağından emin olmak ister. Kökenbilimin işlevi de burada biter veözellikleyangı ve ağrı bedenseloldukları ölçüde, haklarındaki son yargı tıbba bırakılır. Bu alanda edebiyattan uzaklık esastır, edebiyattan, yani dilden. Öyle ya, gönül yarasından kaynaklanan şu meş’um kalb ağrısı da neymiş, hele hele bir de hased semptomu olarak bilinen şu karın ağrısı? Hiç kuşkusuz, tümüyle edebiyat.


Ya sancı, ödülü büyük olduğundan mıdır, yoksa eril bir bakışın ürünü sayıldığından mıdır nedir, doğumla birlikte anıldığında, doğan ister bir çocuk, ister bir yapıt olsun, kullanımlarına daima bir küçümseyiş, bir önemsemeyiş tınısı eşlik eder. Eh, ağrı veya acı olsa neyse, enikonu sancıdır, sonunda geçer. Özünde kadıncadır çünkü, dişildir ve yaratıcılığın alâmetidir. Ne garip değil mi, yaratamayanların ödülü de olmuyor, sancısı da.


* Ot Dergisi Ağustos Sayısı

İBRAHİMİNKİ BİR DÜŞÜN ESERİYDİ, YA SENİNKİ?

$
0
0
20 Kasım 2010








Kurbanımıza biraz daha yakınlaşmak için çağırsak onu, acep elimizdeki bıçağa aldırmadan koşa koşa gelir mi?
Bütün sinsiliğimizle gözüne çirkin görünecek olsak bile yine de yakınlaşmak ister mi bize?
Bile isteye uzatır mı boynunu ellerimizin arasına?
Okşamamızı ister mi bizden gerdanını, hem de iyice bilendiğine inandığı bıçağımızla?
Vuslat sevincinden gözlerini kapayıp, ben hazırım yeter ki sen yumma gözlerini, der mi?
Yoklukta varlığı seçip şikayet etmeksizin ayaklarımızın dibine bırakır mı o mecalsiz bedenini?





Bilmiyorsun değil mi ey talib? Sevildiğinden emin bile değilsin. Neyi kestiğinden, neden kesildiğinden?
Bir daha bak, ellerinin arasında tuttuğun kütle kimin, neyin?
Tanır mısın onu? Ne kadar tanır, ne kadar seversin?
Hakikaten, sevdiğin için mi kesiyorsun ey talib? Sevdiğini mi kesiyorsun?
Riyanı değil, rüyanı anlat bize!
Ne yazık ki sen sevdiğini kendi rüyan uğruna bile değil, başkalarının hayâlâtını tatmin için kesiyorsun.
Öyle ki yârini sen bile kesemiyorsun da utanmadan sıkılmadan onu nâdanın ellerine terkediyorsun!
Nâ-mahremini başkalarının elleri kavrıyor, seyreden sen oluyorsun. Dağıtan. Gösteriş yapan.
İbrahiminki bir rüyanın eseriydi, seninkiyse riyanın.
İbrahim’in yüreği titriyordu oysa.
Kurban olarak verilen evlâdıydı. Oğulcağızı.
* * *
İşin gücün etle kanla, koyunla koçla... et yiyip et dağıtmakla...
Etleri göğe fırlatıyorsun, kabul edilir sanıyorsun ama her defasında gökten üzerine kan yağıyor, fırlattığın etler patır patır arza düşüyor. Ne et, ne kan semâya ulaşıyor.
Bir de utanmadan İbrahimcilik oynuyorsun. Etlerin kanların arasında aklınsıra bayram ediyorsun.
Hâlbuki bayram, vâsıl olanın hakkı. Hakikate ulaşanın. Hiç değilse, eteğine değenin.
Vuslattan eser yok, o hâlde bu çığlıklar da neyin nesi? Nedir bütün bu bağırıp çığırışmalar? Neyi gördün, hangi rüyayı?  Uğruna sevdiceğini feda ettiğin şu rüyayı anlat bakalım! Senden kim neyi istedi?
Sana, kurbanın nedir, diye sormuyorum ey talib, sadece rüya görüp görmediğini merak ediyorum.
Söyle, senin rüyan nedir? Hangi rüya uğruna neyi kesiyorsun? Hangi rüyanın gerçekleşmesini istiyorsun? Nasıl bir rüyanın?
Rüyan ne ki ey talib, kurbanın ne olsun?
Rüyan kadar kurban kesebilirsin! Düşün kadar. Düştüğün, düşebildiğin kadar.
İnan bana, ancak günahların kadar.
* * *

Hiç düşündün mü, İbrahim’in rüyası neydi? Rüyasının içeriği değil ama, gerekçesi?
Ne tuhaf değil mi, eylemiyle gerekçesi aynıydı: rüyası.
Oğlunu kurban etmeye kalkışmasının sebebi de, gerekçesi de sadece düşünde oğlunu kurban ettiğini görmesiydi. Gördüğü için kesmek istedi. Daha da dikkate değer olanı şu ki İbrahim gördüğünü kesmek istedi.
Elinde rüyasından başka ne vardı?
Hiçbir şey!
Sadece bir rüya. Bir rüya uğrunaydı herşey. Sade bir rüya için.
Adamı adam edecek tek şeydir rüyası!
İşte bu nedenle sana, kurbanın nedir, diye sormuyorum ey talib, sen asıl rüyanı söyle! Kendi rüyanı.
Görülmeye değer neyin var ki kesebilesin, kesmekle mükellef olasın? Neyi gördün ki neyi keseceksin? Başkalarının rüyasını konuşmayı bırak da söyle, senin rüyan ne?
Düşlerinde, görülmeye değer olanı görebiliyor musun ki kesilmeye değer olanın dedikodusunu yapıyorsun?
Elindeki bıçağı göre göre sana koşan sevgiliyi mi gördün düşünde? Bakmaya bile kıyamayacağına mı kıydın?
Ne yazık ki hayır! Rüya da başkalarına ait, kurbanda!






Vuslatta gına vardır. Bu yüzden bütün peygamberler rüya ile şereflendirildiler. Bütün velîler... bütün ârifler...
Göğün onlara hediyesiydi rüya. Bir yanda gerçekler vardı, bir yanda rüyalar...
Arzın gerçeklerine mukabil, semânın rüyaları... Arzda varolmanın tek yolu duyular ve akıl, semâda varoluşun biricik yoluysa muhayyile...
Dervişin tek tesellisi. Varlık sebebi. Rüya.
Bedeli de kurban. Perdenin arkasına bakmanın cezası.
Önceden görmenin. Görülmeye değer olanı görmenin.





Bana gelince, benimkisi bir günahkârın günlüğü. Yırtık pırtık.
Bıçağı elinde tutan değilim ben. Kimseyi görmedim düşümde. Görüldüm. Ne rüyam var benim, ne önümde bir kurban.
Dedim ya, görülenim ben. Bıçağı elinde olanın ayaklarının dibine düşecek olan. Tutan değil, tutulan. Cazibem yok, meczubum çünkü.
Çağırmana gerek yok, kendim gelirim. Kendiliğimden. Bir bakışınla kan kesilirim. Saklama bıçağını, hakikaten incinirim.
Okşasın da bıçağıyla okşasın sevgili, derim, hiç şikâyet etmem, elinin tenime her değişinde cânına can veririm.
Sana ancak gözlerin kapalıyken görünürüm.
Gözlerini açarsan, dayanamam ey yâr, hemen ayaklarının dibinde ölüveririm.


İBRAHİM'İN DÜŞÜ

BİR SİYASAL ESKATOLOJİ: HÜVE'L-BAKİ

$
0
0
Birikim, Haziran





BİR
     
Yol bir aralıktır, başlangıç ve bitiş noktası arasında varsayılan bir mesafe, tamıtamına yürüyüşü olanaklı kılan bir zemin; ister istemez bir başlangıcının olması da bu yüzden, yanısıra özgül bir menzil, bir maksud, bir gayesinin de. Yol, devinime elveren bir başlangıca ve kendisinde sonlanacağı bir ereğe sahip olmaksızın tasavvur edilemeyeceği içindir ki yola çıkmak, tıpkı yola düşmek gibi, başlangıçta bir etkinlik, bir eylem değil, bir devinimdir, çünkü henüz bir eğilimdir, sadece bir güç, bir yeti, bir olanaktır, dolayısıyla salt kendinde’dir, bir belirlenimden yoksundur, başlangıçta kaldığı sürece durağandır, çünkü hep bir “ara”da olmak yolun şânındandır, daima bir başlangıç ile bir son arasında. Ömür biter yol bitmez deyişi, güya yolcu kadar yolun ömrüne de biçilen değerin anlatımı, sanki ilkinin (varolanın) bir bitimi varmış gibi düşünülebilirken, ikincisinin (varlığın) bitimi asla düşünülemezmiş gibi. Oysa yolcu yoksa yol da yoktur, dolayısıyla yolcu kadar yolun da bir ömrü vardır, çünkü her şeyden önce yol değil, yollar vardır: en nihayet biten ama her defasında yeniden başlayan yollar. Yolcu kadar yolun da bir zamanı vardır, bir tarihi, daima bir başlangıcı ve bir sonu: sınırı.
  
İşbu başlangıç ve son arasında devinecek bir nesne düşünülmeksizin devinim düşünülemeyeceğinden bu nesne devindiği ve devineceği için sadece nesne değil, bir o kadar da öznedir, eşdeyişle devinen nesne aynı zamanda devinimin öznesidir, hem şeydir, hem kişidir, tikeli ve tümeli kendinde cemeden tekil’dir: yolcu.
    
Yolu olmayan yolcu, yolcusu olmayan yol olmaz, kişi yolda olduğu için yolcudur, keza yolcu kendisine bir başlangıç ve bir son tayin ettiği içindir ki üzerinde yüründükçe o bir yol niteliği kazanır, yoksa tarladan ibaret kalırdı, salt zeminden. Yolculuk olmasaydı ne yol olurdu ne de yolcu. Her ikisi de eş zamanlı olarak yolculuktan pay alır, kişiyi yolcu, zemini yol kılan yolculuğun ta kendisidir: eylem.
      
Yol eylemdir, artık salt bir devinim, bir eğilim değil, hemzamanve hemzemin bir etkinliktir, çünkü ereğine kavuşmuştur; yolda olmak ve/veya yolcu olmak artık bir ereğe sahip olmak değil, şimdiden ereğin içinde olmaktır. Yol yürüyüştür: bizatihi erek.

Yol bir causa finalis (illet-i gaiye) olarak nedenden ereğe doğru bir devinimdir ki örtükten açığa, soyuttan somuta doğru ilerler, ilerleyişi sürdükçe belirlenimleri çoğalıp çeşitlenir ve ancak erekte yetkinliğine, gerçekliğine ve doyumuna kavuşur: tekilde. Ereğine kavuşmuş her yol ister istemez yoksullaşmaya başlar, çünkü alışkanlıklara gömülür ve gücünü yitirir, böylece yerini kaçınılmaz olarak daha yüksek bir ilkeye bağlanmaya bırakır, öyle ki her yürüyüş bir yükseliş olur.

     
İKİ
    
İnsanın asırlardır bilinen iki ünlü tanımı var: ilki  ζῷον λογικὸν (hayvan-ı nâtık), diğeriζῷον πολιτικὸν (hayvan-ı medenî). İlki bir canlı olarak insanın düşünen/konuşan yanını, diğeriyse toplaşan/yardımlaşan yanını açıklar. İki niteliği de insanın özüne ilişkindir, dolayısıyla her ikisi de insanı en yakın cinsinden, yakın hayvan’dan ayırmaya ve onu bir tür olarak tanımlamaya yarar. Ne ki ayrımlardan ilki özseldir (zatî), diğeri ilineksel (arazî). İlki, kurala uygun biçimde “definitio fit per genus proximum et differentia specificam”usulünce tam tanımdır, çünkü genus proximum (cins-i karib) ile differentia specifica (fasl-ı karib) ikilisinden oluşur, ikincisi ise belki yine genus proximum’u içerir ama bu sefer tanımda özsel ve türsel yakın ayrım (fasl-ı karib) yerine sadece ilineksel ve diğerine nisbetle uzak ayrım (hassa) kullanmakla yetinilir. Bu nedenle tanımlardan özsel olanı zorunsallık, hassa düzeyinde de olsa ilineksel yanı rastlantısallık taşır, dolayısıyla psûkhe’nin bir nâtık yanı (λόγον ἔχον) olmasaydı, hiç kuşkusuz insanın da bir medenî yanı (πολιτικὸν) olmazdı, tıpkı insanın gülebildiği için düşünen bir canlı olmayıp aksine düşünebildiği için gülen bir canlı olması gibi.
    
Felsefe mutlak tanımlardan yola çıkmaz, çıkmamalı, çünkü tanım felsefenin amacıdır, ilkesi değil. İlkesi olsaydı onu yeniden elde etmeye gereksinim duymaz, böylelikle felsefe yapmanın, çağlar boyu yapılageldiği gibi, temelleri, dolayısıyla bütünü bulma ediminden çok sadece onu örneklendirmeye veya kanıtlamaya yönelik beyhude bir çaba olarak algılanmasına katkıda bulunmuş olurduk. Felsefeyi halk nezdinde boş ve gereksiz gösteren de bu değil midir: sözde felsefecilerin ezbere tanımlar, yani klişeler kullanma alışkanlığı? Nitekim bir şeyin tam ve ayrıntılı kavramını kendi sınırlarının içerisinde kökensel olarak ortaya sermekten daha çoğunu ifade etmemesi gerektiğini düşünen Kant, haklı olarak, deneyimsel hiçbir kavramın tanımlanamayacağını, ama sadece açıklanabileceğini söyler: “nach einer solchen Forderung kann ein emprischerBegriff gar nicht definiert, sondern nur expliziert werden.”
    
Yolun ve yolcunun birbirinden bağımsız düşünülmesini olanaksız kılan da işbu deneyimselliktir, yani yolculuğun ta kendisi. Bir  ζῷον λογικὸν olarak insanın yolculuğu, bir bilme, bir hakikate erme edimi olarak belirlendiğinde, yolcu için yoldaşlık sadece fuzulî bir yük değil, aynı zamanda uzakta tutulması ya da aşılması gereken bir mânia niteliği kazanmaya başlar. Hakikat olarak hakikatin yolu tek kişiliktir çünkü. Buna karşın bir ζῷον πολιτικὸν olarak insanın yolculuğu, özü gereği, bir bilme değil, aksine bir eyleme (praksis) edimi olarak belirlendiğinden politik yolda yoldaşsız bir yolcu, eşdeyişle tek başına sürdürülebilir bir yolculuk asla düşünülemez (er-refîk sümme’t-tarîk), çünkü her yoldaş aynı zamanda yolcudur, üstelik dayanışma ve yardımlaşma da toplaşmanın ereğidir. Bu yolcuları yoldaş kılan yolun kendisi olmaktan çok, yol da yoldaş da ister istemez yolculuğun kendisini tarafından belirlenir, insanın içinde eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşayacağı bir  politikê koinonia (πόλις), bir el-medinet’ul-fadılaoluşturma (تمدن) düşleminden. Ne ki şehir ve toplum bu yönüyle sadece hakkın ve hakikatin değil, haksızlığın da zeminidir. Yol boyunca birleşmeler ayrılmaları, toplanmalar ayrışmaları gerektirdiği ölçüde her türlü dayanışma çabası da yolculuğun doğası gereği kendi içinde çatışmalar yaratmaktan kaçınamaz. Yoldaşlar arasındaki küçümen iç çatışmaların düşmanlar arasındaki o kocaman savaşlardan daha sarsıcı ve daha kıyıcı olmasının bir nedeni de budur. Nasıl ölüm düşünülmeksizin yaşam düşünülemezse, çokluk düşünülmeksizin birlik, ayrışma düşünülmeksizin birleşme de düşünülemez. Düşe kalka yürümek deyişi bir yazgının ifadesidir bu yüzden, hem de hiçbir tikel yolculuk deneyiminin kendisinden kaçınamayacağı bir yazgının.

     
ÜÇ
   
Ana çelişki, gerçekte, bios theôrêtikos (vita contemplativa) ile bios politikos (vita activa) biçimleri arasında ortaya çıkar, akla bağlı teorik yaşam ile taakkula bağlı pratik yaşam arasında. Hakikat olarak hakikate erme çabasının seçimin niteliğine bağlı olarak yolcudan kendine özgü bir kişiselliği ve öznelliği, dolayısıyla zorunlu bir yalnızlığı talep etmesine karşın, bir toplumsal düşler dizisi suretine bürünür bürünmez çoğalan ve farklılaşan hakikatin devasa hacmi de henüz devinim aşamasındayken bile bağrında yolcuyu yoldaşa, beni bize dönüştürür. Ancak bilinç yönünü dışarıdan kendine çevirdiğinde, sahibini bu sefer kendi içine çeker ve çektikçe onu içsellikte asılı tutarak toplumsal yaşam alanlarından uzaklaştırmakla kalmaz, olabildiğince dışsallıktan (kendi dışındaki hedeflerden) yalıtmak da ister, sanki dış olmaksızın iç, alt olmaksızın üst, özdek olmaksızın biçim (var)olabilirmiş gibi. Nitekim Rafaello’nun Vatikan’da bulunan Stanza della Segnatura’nın duvarına nakşettiği Scuola di Atenenin tam ortasında yer alan Sinoplu Diogenes, tüm yalnızlığına karşın yine de tek başına değildir, o umursamaz görünüşünüyle bile olsa toplumun içindedir. Toplumun karşıtı değil, ürünü ve sonucudur, çünkü toplumsallığın olası biçimlerinden biridir. Hegel’in dediği gibi, gösteriş ve şatafatın yarattığı bir yararsız üründür (ein unartiges Produkt des Luxus), bir başka deyişle bütünüyle toplumsallığın değil, onun sadece bir biçiminin karşıtıdır, dolayısıyla olumlu içeriği veya önerisi bulunan bir kapsama sahip değildir, büyük ölçüde salt yadsımadır, bir negation, dışını yadsıyabildiği denli içtir, her iki anlamıyla da bir politik artık. Oysa negation dışı yadsıyarak kendine bir iç oluşturmaz. Dış iç’in tezahürüdür ve ancak bir iç varsa onun bir de dışı var demektir.
  
Teorik yaşam ilepolitik yaşamı, dolayısıyla filozof ile politikacı’yı doğrudan karşıtlık içinde resmeden Politeianın ünlü pasajlarından birinde (496b-e), Platon, felsefeyle düşüp kalkmaya layık insanların küçük bir azınlık (ὀλίγων) olduğunu söyler ve onları azgın hayvanlar arasına düşüp de onlarla işbirliği etmek istemeyen biri gibi tek başına kalmış olarak betimler. Böyleleri fırtınaya yakalanıp da rüzgarın savurduğu toz ve yağmur sağanağından korunmak için duvarın arkasına sığınmış birer yolcu gibidirler, çünkü ısrarla siyasal olanın dışında kalmakta direnirler ve çevrelerini saran yolsuzlukların, haksızlıkların ortasında temiz kalmaya çalışırlar. Olumsuz toplumsal koşullara bağlı olarak hakikat arayışını siyasal olanın dışında sürdürme çabalarına değinen en ilginç felsefi pasajlardan biridir bu. Akla uygun yaşam (τὸν νοῦν βίος), kendisini amaçlamış kişiye bir tür kendi kendine yeterlilik duygusu verir, başkalarıyla iletişim isteksizliği üretir, bu yüzden de toplumdan ayrılmanın (i’tizal) ve kendi içine çekilmenin (inziva) temelidir, çünkü dışsallığın reddidir: konuşmanın ve dinlemenin. Topluma hitab etmekten vazgeçmek aynı zamanda topluma kulak vermekten de vazgeçmek demektir, genel ve yaygın olandan. İnsanın, özü gereği, ζῷον πολιτικὸν olduğunu –hem de ısrarla- vurgulayan Aristoteles dahi konu teorik yaşam olunca Platon’u izlemekten kaçınamaz, öyle ki Ethika Nikomakheiada (1177b) bu tür bir yaşam biçiminin insanın doğasını aştığını, çünkü insanca değil, tanrıcaolduğunu söyler: “İmdi, insan olduğumuzdan insanla ilgili şeylerle, ölümlü olduğumuzdan ölümlülerle ilgilenmemizi öğütleyenleri dinlememeli; kendimizi olabildiğince ölümsüzleştirmeli (ἀθανατίζειν), bizdeki en üstün şeye uygun yaşamak için her şeyi yapmalı.”
    
Teorik yaşamı nitelemek için kullanılan ifade ilgi çekicidir: ᾗ θεῖόν (tanrıca), bir diğeri de sırf bu yüzden ἀθάνατον (ölümsüz). Ölümsüzleşme yolunu tercih edenlerin ister istemez politik yaşamdan uzak durmaya çalışmaları ve kendilerini tanrıca buldukları akıl yaşamına (teorik yaşama) adamaları, hiç kuşkusuz politik yaşamı devinimin, teorik yaşamıysa dinginliğin zemini olarak görmeleri nedeniyledir: bilmenin ereği bir sonsuz dinginlik, eylemenin ereğiyse bir bitimsiz devinimdir.[1] Nitekim Aristoteles, yapıtının son paragrafında (1181b), içeriği hakkında bilgi verdiği yeni bölümü, yani Ethikadan sonra Politikayı ele almasının nedeni olarak bir ek-açıklamada bulunur: “insanca şeyler konusundaki felsefemiz olabildiğince tamamlansın diye.” Teorik yaşam ne kadar tanrıca şeylerleilgiliyse, politik yaşam da bir o kadar insanca şeylerle (τὰ ἀνθρώπεια) ilgilidir. Oysa her iki yaşam da özünde ancak şehrin olanaklı kıldığı biçimlerdir, yani insan ölümlü olduğu ölçüde ölümsüzleşmeyi düşleyebilir, bir toplum içinde kalabildiği ölçüde yalnızlaşabilir, dışsallık elverdiği ölçüde içselliğe yönelebilir. Eylemsiz kuramın, kuramsız eylemin tasavvur edilememesi de bundan. Ne ki eylemi düşünmek eylem değildir, o özünde yine bir düşünmedir, belki yine bir konuşmadır, ama dış-konuşma değil iç-konuşma, belki emektir, ama yine de kol emeği değil kafa emeği, hepsinden daha da önemlisi kırın değil, kentin ürünü; agora’nın.
    
Bu ezelî ikilem karşısında modern çağın seçimini hangi yoldan yana yaptığını anlamak için, onun en sahici seslerinden birine kulak vermeli, Marx’ın sesine, çünkü Marx’ın Feuerbach üzerine yazdığı 11. Tez, bu çelişkiyi politik yaşamın lehine çözer ve dünyayı anlama/yorumlama çabalarını tümüyle yadsımamakla birlikte değiştirme/dönüştürme çabalarına göre onu ikincil kılmakla kalmaz aynı zamanda sönükleştirir de: “Die Philosophen haben die Welt nur verschieden interpretiert; es kommt aber darauf an, sie zu verändern.” Peki bunu nasıl yapar? Kaçınılmaz biçimde yine yorumlayarak. Dolayısıyla yorumlamanın, gerçekte, dünyayı değiştirmenin en köklü biçimlerinden biri olduğu yine düşünülmemiş olarak kalır. Güç olan, insanın dünyayı değil, dünyasını değiştirmesidir, bilineni bilmek kadar asıl bileni bilmeyi becermesidir: kendini. Bu saptama, asla düşünmenin eyleme önceliği anlamına gelmez, çünkü buna önce düşünmenin ve eylemin doğası izin vermez. Felsefe eylemin kesintiye uğramasını sabırla bekler ve ister istemez agoraya ancak alaca karanlıkta inmek zorunda kalır. Gücü yavaşlığındadır, topluma ve yaşama inat acele etmez, yavaşça bir taşın üstüne çıkar ve belki dinlemeyen dinler, anlamayan anlar diye akşamdan kalan o huzursuz gözlere olup biteni sakince açıklamaya başlar. Felsefenin buğulu bir camın arkasından duyulan o tok sesinde geçmişve şimdi sanki buharlaşıyormuş gibi görünür, doğrudur, ama unutmamalı ki o tok seste, eylemin tamamlanmış evreninden görülemeyen bir ışık sızar: gelecek. Gelecek, yani umut.

     
DÖRT
   
Teorik yaşamla pratik ve dolayısıyla politik yaşam arasındaki karşıtlığın ürettiği iki önemli kavramdır yabancılaşma ve yalnızlık. Toplum içinde dışsal olana, yani eyleme uzaklık zorunlu bir yabancılaşmanın sonucu, bu yabancılaşmaysa bir süre sonra engellenemez hâle gelen bir yalnızlığın. Bu nedenledir ki teorik yaşamı seçen kişiler için Doğu’da kullanılmış ve artık terkedilmiş olan iki felsefî terimden biri garib (yabancı), diğeriyse mütevahhid (yalnız). Bu terimlerin ilk kullanıcılarından Farabî, kimi yapıtlarında çeşitli vesilelerle teorik yaşamın toplumsal yabancılaşmaya yol açmasından söz ederken garib (gureba) sözcüğünü kullanır[2], siyaset felsefesine ilişkin başyapıtında ise mütevahhid sözcüğünü tercih eder.[3] Erdemsiz toplumda yaşamak zorunda kalan bir filozofun mutlaka erdemli toplumlara göç etmesinin zorunlu olduğuna işaret ederken bu sefer seçeceği sözcük hicrettir (vecebet aleyhi’l-hicret ilâ’l-mudun’ul-fazıla), çünkü ayrılık daima garib olanın payına düşer. İslam dünyasında Farabi’nin tek ve en yetkin mirasçısı olan İbn Bacce de -biraz daha farklı bir yolda- bu terimlerin tümünü kendi siyaset teorisinin temeline yerleştirmekle kalmamış, yapıtlarında onları kendi seçtiği ve benzerlerine önerdiği bir yaşam biçiminin sütunları haline de getirmiştir.[4]İlginç olanı, garib(gureba) sözcüğünü –tıpkı nevabitgibi- selefine borçlu olduğu halde onu bir sufi terimi olarak tanıtmasıdır. Oysa sufiler için yabancılık (gurbet) sadece toplumsal bir nitelik taşımaz, Platoncu anlamıyla, aynı zamanda varoluşsal bir öze de sahiptir. Böylelikle içinde yaşadıkları erdemsiz toplumda değil sadece, bizzat bu dünyada da gurbette yaşadığına inanan kişiler, yabancılaşmadan kurtulabilmek için asıl “vatan”larını bir cennette: ya düşlerinde ya da ötedünyada bulmaktan başka bir seçenek bırakmazlar kendilerine: ütopya.
     
Dünyanın ve/veya toplumun eylemle değişebileceğinden umudu kesmenin zorunlu sonucudur yalnızlık, çünkü yabancılaşma, basitçe insanın kendisini içinde bulduğu bir dünyaya aykırı düşmesinden  çok, yine kendi varettiği bir dünyayı tanıyamaz hale gelmiş olmasıyla gerçeklik kazanır, güçsüzleşmekle ve yoksullaşmakla. Bu zeminde hicret(ayrılmak, göç etmek) sözcüğü tüm anlamını yitirmese de onu büyük ölçüde değiştirir, öyle ki fiilen maruz kalınan durum, bilince yansır yansımaz bizatihi peşinden koşulan bir erek halini alır: medineye değil, cennete hicret. Yolcunun yoldaş vasfını yitirdiği en karamsar noktadır burası, yolcu bu safhada yolculuğuna öyle bir έσχατος, öyle bir son belirler ki onu bilim haline getirmekten kaçınamaz, çaresiz eskatoloji olur ve “tanrıca şeyler” bir anda “insanca şeyler”in yerine geçer. Tanım gereği hayvan-ı nâtık hayvan-ı medenî’den ayrışarak eşit ve özgür yurttaşlar olma özlemini eskatolojik boyutta doyurur, ütopik bir toplumda: cennet’te. Artık rahattır, çünkü insan ne yapıp etmiş kendisini fani(θνητόν) olmaktan kurtarıp baki (ἀθάνατον) kılmayı başarmıştır.
    
Bir istisna, hatta bir ilk ve başlangıç olarak Ziya Gökalp’in (öl. 1924) o görkemli mezar taşında geleneksel hüve’l-baki simgesinin yer almayışının asıl nedeni, acaba onun bu siyasal eskatolojiyi sona erdiren bir politikos olduğunu mu îma etmekti?
    
Bu sorunun kesin yanıtını bilemeyiz, ama her politik topluluk gibi Cumhuriyet’in de değişim olanağından yoksun bir son, yani bir cennet olarak tasarlanmadığı da bir gerçektir.
      
Niçin?
    
Elbette, tıpkı teorik yaşam gibi politik yaşamın da özü gereği asla bir sonu olamayacağı için. Tıpkı hakikat gibi siyasette de yol yoktur, yollar vardır çünkü.





*Birikim,  Haziran 2016, sy. 326, syf. 



[1]Türkçe’de huzur ve sükûnsözcüklerinin durmak, devinmemek anlamında birer Fizik terimi olmalarına karşılık hâlâ güçlü biçimde insan hallerine ilişkin psikolojik anlam taşımalarının asıl nedeni budur.
[2] Bkz. es-Siyaset’ul-Medeniyye, Kitab’ul-Mille, Fusul’ul-Medenî
[3] Bkz. Mebadiu Arai Ehl’il-Medinet’il-Fadıla
[4] Bkz. Tedbir’ul-Mütevahhidve Risaletu’l-Veda


















BARIŞ

$
0
0
Eylül 2016




Küçük bir çocuktum, yaşlı kadın, “barnağım acıyor” dediğinde, elini göstermeseydi acıyanın parmağı olduğunu asla anlayamazdım. Dilin cilveleri işte, p ‘b’ye, m ‘n’ye dönüşmüş, barmak barnak olmuştu. Parmaklarımıza çokluk değmek, dokunmak, tutmak için gereksinim duyarız. Nesnelerle aramızdaki iletişimin en kısa yoludur onlar, çünkü dünyaya parmaklarımızla ulaşırız, barmaklarımızla. O nedenle ‘m’ yine yerinde kalmalı, ‘b’ de aslına, ‘v’ye dönüşmeli: varmak. Yinelemekte sakınca yok: bizler sadece dünyaya değil, insana da hep parmaklarımızla varırız, elini tutarız mesela, el sıkışırız, var’lığı daima var’makla duyumsarız. Barış’ın varış anlamına gelmesi de bundan. Biz başkalarıyla enikonu ellerimiz aracılığıyla barışırız: itmekle değil tutmakla, vurmakla değil varmakla. Ellerimizi açar havaya kaldırırız, sana benden zarar gelmez, demek isteriz. Yüreğimizi parmaklarımıza taşırız, orada sana da yer var deriz; sana, yani insana. İnsan eliyle değil, yüreğiyle insanın elinden tutar. Varlık asıldır çünkü, yokluksa en nihayet bir araz. Asıl olan barıştır, savaşsa bir arıza. Buna rağmen savaşın amacı bile barıştır. Barışın amacıysa kendisi. Kendimizle barışırsak, dünyayla da barışabiliriz. Kendimize varmalıyız, kendimizi kendi ellerimizle tutup ayağa kaldırmalıyız. Lakin önce insanı insanda insanla tanımalıyız.



* Ot Dergisi Eylül Sayısı




Facebook

"AKADEMİ ve FABRİKA"

$
0
0


"AKADEMİ ve FABRİKA"

Dücane Cündioğlu&Oğuz Haşlakoğlu

Tarih: 6 Ekim 2016
Saat: 19.00
Yer: İTÜ-TAŞKIŞLA


TÜRKİYE ÇELİŞKİLER ÜLKESİDİR


ABDAL ile APTAL

$
0
0
Haziran 2015




Abdal, (hali) değişendemektir, aptal değişmeyen, o nedenle ilki evrilir, ikincisi devrilir.

Abdala malum olur, aptala bir şey olmaz.

Aptal önemli olana değer verir, abdal değerli olana.

Aptal hep haklı olmayı marifet bilir, abdal hep haklı olmamayı.

Abdal nedene bakar, aptal sonuca, bu yüzden ilki ayılır, ikincisi bayılır.

Kendine gelmek için aptal yerin sarsılmasına ihtiyaç duyar, abdal yüreğin sarsılmasına.

Abdalın bizi yoktur, aptalın beni.

Abdal us diye ısrar eder, aptal sus diye.

Abdal anlar ve susar, aptal anlamaz ama yine konuşur.

Aptal kendini bilmez başkasını bilir, abdal başkalarını bilmez kendini bilir.

Abdal sorularıyla tanınır, aptal cevaplarıyla.

Abdal durur ve düşünür, aptal düşünür ve durur, ne ki düşünen susar, duran susmak bilmez.

Aptalın hâli bardağın içinde kaşık gibi durmaktır, abdalınki ise çayın içinde şeker gibi erimek.

Abdal anlamak, aptal anlaşılmak ister, oysa ilkinin anlaşılmaya, ikincisinin anlamaya ihtiyacı vardır.

Abdal düşünür uyuyamaz, aptal uyur düşünemez.

Abdallar genellikle kördür, yani gözleri dünyaya kapalıdır, bu yüzden aptalların, yani gözü açıkların göremediklerini görürler.

Abdal uzak görür yakın söyler, aptal yakın görür uzak söyler.

Abdal mesud olmayı marifet bilir, aptal memnun olmayı.

Aptal için başarmak önceliklidir, abdal içinse denemek.

Aptala deki derler, abdala peki.

Abdal sevdiğini beğenmek, aptal ise beğendiğini sevmek ister.

Abdal bir fikrin tarafı olur, aptalsa taraftarı, o nedenle ilki savunur, ikincisi savrulur.

Derin çelişkiler karşısında, abdal olan tarafsız kalır, aptal olan kayıtsız.

Aptal bir oylamanın sonucunun oy birliği ile alınmasına sevinir, abdal oy çokluğu ile.

İyiler aptal görünür, aptallar masum. Abdallara gelince, onlar görünmez.

Abdala koltuğu, aptala kapıyı göster, ilki meşgul eder, ikincisi işgal eder.

Abdal dünyadan kurtulmaya, aptal dünyayı kurtarmaya çalışır. En sonunda abdal kendine kavuşur, aptal dünyaya.

Aptal yaptığından nadim olur, yere çöker, abdal tevbe eder, ayağa kalkar.

Abdal olan güzelin peşinden koşar, aptal olansa çıkarın. Bu yüzden ilki acı çeker, ikincisi zarar eder.

Güzel deyince aptalın aklına kadın gelir, kadın deyince abdalın aklına güzel.

Abdal borçlu gibi sevdiğinden bedel ödemekten çekinmez, aptal ise alacaklı gibi sevdiğinden en küçük anlaşmazlıkta hacze gelir.

Aptal zamanın neolduğunu bilmez ama vaktin kaç olduğunu bilir, abdal zamanın ne olduğunu bilir ama vaktin kaç olduğunu bilmez.

Abdal yaptığı kötülükten yapmadığı iyilikten pişman olur, aptalsa yaptığı iyilikten yapmadığı kötülükten.

Aptal çoğu bulamadığı için üzülür, abdal azı bulduğu için sevinir. İlkinin nedeni hırs, ikincinin nedeni kanaat.

Abdal sultanlardan uzak durur, aptal duramaz, o nedenle durmayı bilmeyenin yazgısıdır kullanılmak!

Vazgeçmek için pes etmek gerekmez. Aptal yılınca pes eder, abdal yılmayacağını bildiği için vazgeçer.

Abdal vasat değildir ama vasatta durmayı bilir, aptal ise vasattır ama vasatta durmayı bilmez.

Abdal düşteyken uyarılınca uyanır ve utanır, aptal ise ne uyanır, ne utanır, sayıklamaya devam eder.

Aptal çok kişiye az, abdal az kişiye çok değer verir, çünkü ilki ne verdiğini bilmez, ikincisi bilir.

Aptal abdala aptalgibi davranır, abdal aptala abdalgibi.

Abdal aptalın yanına düşse susar, ama aptal yine aptal aptal konuşmaya devam eder.

Abdal abdalı bulunca susar, aptal aptalı bulunca aptal aptal konuşur.

Dervişliğin şanındandır, abdal olan aptal olanı bağışlar.

Abdal sözün hakikatinden etkilenir, aptal ise retoriğinden. Sen sen ol, aptal olma!

Abdal sık ama yumuşak bir şekilde yere düşen kar taneleri gibi sükûnetle konuşur, aptal ise hınçla yağan sert dolu taneleri gibi öfkeyle.

Maksadı ifade etmenin yolu üçtür: hakikat, mecaz, kinaye. Aptal hemen hakikatin üstüne atlar, abdal ise mecaz ve kinayenin ardına bakar.
Aptal Batı'ya veya Doğu'ya, ya hayranlık duyar ya nefret eder, abdal ise ne hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece anlamaya çalışır.

Tanrı var mı?
      Teist: var (%100)
      Ateist: yok (%100)
      Agnostik: olabilir (%50)
Aptal yanıtları, abdal soruyu anlamsız bulur.

 Bazı abdallar aptal, bazı aptallar abdal görünür. Abdal görünmek kolay, olmak zordur.


Niçin etrafına bakınıyorsun ey talib, abdal da sensin, aptal da!



*OT Dergisi, Abdal ile Aptal, Haziran 2015



"AKADEMİ ve FABRİKA"

I. ZER İLE ZOR ARASINDA

$
0
0
3 Mayıs 2012



Sanatın varlık nedeni tahayyül. Çünkü insan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi, akledebildiği için değil. Tıpkı gerçeklik gibi, aklın da sınırları var. Bilimin de. Oysa tahayyülün sınırları yok. İster istemez sanatın da.
Sınırlarının olmaması elbette sorumsuzluğundan, keyfiliğinden, naifliğinden değil, bilakis ciddiyetinden, adanmışlığından, göklere doğru düşünmek suretiyle değil hissetmek suretiyle kanatlanmasından.
Descartes’ın düşlerini aktarırken, muhayyile, bilgeliğin tohumlarına çiçek açtırır, der peder Baillet. Ne kadar haklı! Hep uçmak, gönlünce havalanmak ister muhayyile. Yaklaşabileceği bütün sınırları aşmak, ve daha yukarıya, daha yukarıya yükselmek ister.
Muhafazakar sanat olmaz bu yüzden! Başka bir nedenden dolayı değil, sanatın özü gereği olmaz. Eğer kelimelerin haysiyetini korumakta ısrar edeceksek, açıkça ifade etmekten niçin çekinelim: Sanatın değil sadece, sanatçının da muhafazakarı olmaz! Çünkü tahayyülün, korunması zorunlu sınırları olmaz!
Tahayyül, bir başka deyişle abartı, sanatın en temel ilkesi. Bireysel özgürlüğün teminatı. İnsan olmanın sınırlarını genişleten yegane güç. Dünyaya düşene, yani kendisini, belirlenmiş olanın, doğal ve toplumsal yasaların, bitmez tükenmez sınırların ve dahi gerçeğin tam da ortasında bulana, kısaca insana nefes alma olanağı bağışlayan biricik vasıta.
Yasa, Düzen, Dizge, Ahlak.... bu kurumların, özleri gereği belirsizliğe tahammülleri yoktur. Belirsizliğe, yani tahayyüle. Hayalin alıp başını gitmesine. Gönlünce kanatlanıp uçmasına. Sırf bu gerekçeyle, düşünce gücü kadar düşleme gücü de denetim altına alınmak istenir. Vasata  uygun olup olmadığı sürekli gözönünde tutulmaya çalışılır.
Sanatın en başından itibaren yasayla, düzenle, genel ahlakla, hatta toplumla başının belada olmasının en temel nedeni bu serazadlığı değilse nedir? Elden bir şey gelmez. Tahayyül dizginlenemez. Sınırlanamaz. Muhafaza edilemez.
Düşünürlerin ve sanatçıların değişmez yazgısı: bir yanlarında zer (altın), bir yanlarında zor (iktidar) ile yaşamak, ve fakat nadiren. Çoğu zamansa, zer’e ve zor’a rağmen yaşamak.
Zavallı sanat! Düşünce ve Bilim, sanatta “gerçeğe ve akla uygunluk” arar, bulamazsa hezeyan der, türrehat der, dudak büker önemsemez. Hukuk, “yasalara uygunluk” arar, bulamazsa, suçlu ilan eder ve hınçla cezalandırır. Toplum ise sanatta “genel ahlaka uygunluk” arar, bulamazsa, dışlar, itibarsızlaştırır, gözden uzak tutmaya çalışır. Yıkıcı görür onu.
Haklıdır. Sanatın yıkıcı yanı, uyumsuz olan yanıdır. Uygun olan, hep bir şeye uygun olandır. Münasip ve mutabık olandır, dolayısıyla makbul ve muteber olan. Ölçüsü nedir bu kabul ve itibarın? Gerçekliğe uygun olması. Yani akla, yarara, çıkara, yasaya. Toplumsal olanın çıkarı genel olandadır: düzende ve dizgede. Sağlam ve sürekli olanda. Katılık ve kalınlık şanından olanda.
Din dilinde hukuksal dizge ve düzenin karşılığıdır Şeriat; haddin ve hududun. Sınırların. Fıkıh (Hukuk) da bu sınırları tayin eden bilimin adı. Vasat ve itidalin kaynağı hukuktur. Yasa. Töre. Bu yasanın öğretildiği yer ise medrese. Kenan diyarından Sina çölüne. Normatif aklın yurdu. Kural koyucu aklın. Toplumsal uyumun kaynağı. Düzenin. Dizgenin. Kuralların. Standartların. Müdahale edicidir bu yüzden. Erildir. Her şeyi belirginleştirmek ve kesinleştirmek ister. Kategoriler içinde düşünür. Muğlak ve mübhem olanı sevmez. Meçhul olandan nefret eder. Hele abes? Saçma? Absürd? Duymak bile istemez. Haklıdır. Var olma nedeniyle uyumludur. Özünün gereği budur çünkü. Asfaltta çiçek yetişmez!
Peki ya tekkeler?
Tekke... uyumsuzluğun yurdu. Bir bakıma (görünür) uyumsuzluklar içindeki (görünmez) uyumun. Farklı olanın. Karşıtlığın. İkna olanın değil, ol(a)mayanın. Sağlam ve sabit ve sarsılmaz olanın değil, bilakis sallantıda olanın. Tereddütte kalanın. Endişe duyanın. Karar veremeyenin.
Naz ehlinin mabedidir tekke. İtiraz ehlinin. Eşiği eleştiri. Zemini karşıtlık. İhtilaf havası, suyu. Gözü ise yukarılarda, ta yıldızlarda... Zer de umurunda değildir dervişlerin, zor da. Muhayyilesinin peşinde, yıldızların üstünde, Rahman’ın hemen yanıbaşında. Ayaklarının dibinde. Yasa geçerli değildir onlar için, ünsiyetten pay almışlardır, korku ve heybetten değil. Hz. Davud gibi raksa mütemayil tabiatlarıyla kendi eksenleri üzerinde döner her biri. Evrense onların çevrelerinde.
Niçin Rahim olanın değil de Rahman olanın yanıbaşındadırlar?
Rahim’in merhameti sadece müminlerle sınırlı iken, Rahman’ın merhameti bütün varlığı içine alır da ondan. Rahim olan, kendine inananlara ihsan eder, Rahman olansa inanan-inanmayan bütün kullarına. Rahim’in rahmeti sonuca yöneliktir. Rahman’ın rahmeti başlangıca. Rahim, cennet ehliyle yetinir. Rahman cehennem ehlini de, arafta kalanları da kucaklar.
Sanat, ilkinin değil ikincisinin şefkatini umanların marifeti. Uyumsuzların. Bağırıp çığıranların. Gürültü çıkaranların. İtiraz edenlerin. İnanmakta, kabul etmekte, uyum sağlamakta  zorluk çekenlerin. Tutunamayanların.
Sanatçılar dervişlerin kardeşleridir, sıradışıdırlar. Şatahatları (yasadışı sözleri) çoktur, kabahatleri de, kusurları da. Topluma, toplumsala uyum sağlamakta zorluk çekerler. Düzene. Dizgeye. Vasata.
Medrese, tarih boyunca tekkenin serazadlığından rahatsız olmuştur. Özü gereği. Çünkü medrese, kuralları öğretir, o kurallara riayet edilip edilmediğini denetleyecek olanları yetiştirir. Toplumsallığın, düzen ve yasanın teminatı hukuk ve siyasettir.
Tekke ise medresenin bu kural koyuculuğundan rahatsızdır. Yine özü gereği. Bütün yaşamı denetim altına alma hırsından bizar olur. Emirlerinden ve yasaklarından. Kadılarından ve kadızadelerinden.
Evsizlerin düşüdür tekke. Yurtsuzların. Kovulanların. Hizaya gelmeyenlerin. Ayar vurulamayanların. Aklın ve gerçeğin kendilerinden talep ettiği uyumu bir türlü gösteremeyenlerin. Dişildir. Narin ve kırılgandır. İseviyet tezahür eder her yanından.
Birinde ilimhükümfermadır, diğerinde irfan. İlim maluma tabidir. Muhatabının kusurlarına diker gözlerini. Tartışmak değil, ne yapıp edip sonuca bağlamak ister. İrfan ise mazerete bakar, muhatabının kusurlarını görmez. Tanışmak, el sıkışmak ister. Olduğu gibi görür, olduğu gibi kabul eder. Dışlamaz. İtmez. Suçlamaz. Sınırı yoktur. Saf müsamahadır. İstese de hor görmez. Çünkü hor olanı görmez.
İki uç, iki kutup, iki taraf. Artı-eksi gibiler. Biraraya gelmez görünürler. Zahire bakmamalı, toplulukların ihtilafına aldanmamalı. Birliği topluluklarda değil, toplumun bütününde görmeli.
Sanat tekkede tezahür eder. Arasokaklarda. Kaldırım kenarlarında. Abes olanın, muğlak ve meçhul olanın sinesinde. Tahayyülün zirvesinde. Zer’le zor’la olmaz bu yüzden.
İstediğiniz kadar yığın altınları ayaklarının dibine, dilerseniz korkutun, sıraya sokun, hizaya getirin, ayar verin, zer’le zor’la yüksek sanatın o nazlı yüzünü görmeyi asla başaramazsınız.
Bu işin esası tesamuhtur. Her halukarda müsamaha. Hoşgörü yani. Musa’nın şeriatıyla olmaz, Hızır’ın irfanına başvurmalı. Ama önce yediuyuyanları uyandırmalı.
Adalet ve merhameti, adına saray denilen o heybetli, o cesim, o korkunç binalarda arayanların vay haline! Adalet ve merhameti halkın vicdanında aramak zorundayız. Vicdanımızda. Meydanlarda değil, kaldırım kenarlarında. Sessizce. İçin için. İki damla gözyaşıyla. Rahim’in değil, Rahman’ın nazarını celbetmek için.
Sanatın mabedinde. Yani gönüllerimizde, ama asla yüreklerimizde değil. İhtiyacımız olan şey cesaret değil, tevazu.
Süleyman’ın asasına değil, Davud’un neşidelerine ihtiyaç duymalıyız.
Kudret yumruğunu ikide bir karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz. Fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine.
İlim o devasa yolların, metroların bitmesini ister. O kocaman kulelerin, betonların, duvarların tamamlanmasını ister. Hizmet etmek ister. Sonucu görmek ister. Hakkıdır elbet. Amacını yüceltmek ve gerçekleştirmek zorundadır. Lakin irfan da ne yapsın, çaresizdir, çoklarına zahiren lüzumsuz gibi görünen kimi ayrıntıların peşinden koşmak zorundadır. Çünkü irfan açısından değerli olan yüksek kuleler dikmek değil, insanı tanımaktır, insanımızı. Ayrıntı deyip de geçmemeli, irfan’ın ayrıntısı insandır. Sanatın ve ilhamın.
İnsanın en büyük eseri kendisidir, eğer anlamını bilirse. Bir devlet adamı için de öyle olmalı. Kendisine ne kadar kızılırsa kızılsın, ne kadar nefret edilirse edilsin, yine de saygı duyulmalı. Dostlarınca değil, bilakis düşmanlarınca.
Secdeye değen sadece alın olmamalı bu yüzden, kalb de sahibiyle birlikte eğilmeyi öğrenmeli.
Muhafazakar Sanat, varolan değil, varolması istenen (emrolunan) bir sanat tarzının adı. Kendisi yok ama şimdiden bir manifestosu bile var. Çok yazık! Zer de yanında artık, zor da. Farklılıklara tahammülsüz bu yüzden. Karşıt görmek istemiyor.
Halka, geçmişe, geleneğe, değerlere uygunluk bekliyor. Toplum adına toplulukları horluyor. Çokluk ve çoğunluk adına. Seçkinlik tafralarına müsamaha göstermiyor. Alt tarafı entellektüel gevezelikler, bohem havaları, dandy ucuzlukları, dégénéré tavırlar, monden şımarıklıklar...
Sanatçı, muhayyilesinin, yani kendisinin, zatının, özünün peşinden koştuğu sürece, sanat sıradışı, toplumdışı, hatta yasadışı olmaktan kaçınamaz. Muhayyilesinin, yani dizginlenmesi ve denetlenmesi imkansız olanın.
Hukuk’la, Ahlak’la, İktidar’la karşı karşıya gelmeden varolmayı beceremez sanat. Hallerinden şikayet edenlerin canları cehenneme! Huzurla yansınlar.
Kimse yeni anacaddeler açtığı iddiasıyla bu ülkenin arasokaklarını kapatma hakkını kendinde bulamaz! Bulmamalıdır. Bulamamalıdır.
Cumhuriyetin kurucu kadroları Şeb-i Arus törenlerini özelleştirdi de n’oldu? O garibler yıllarca kendi gönül aynalarının üzerinde raksettiler.
Birer bina zannettikleri sözümona tekkelerin kapılarına kocaman demir kilitler asıldı diye, başı kendiyle belada olan dervişler öylece susup neşideler söylemekten vaz mı geçtiler? Asla! Bilakis bazen kırlarda, bazen kuytu kuşelerde, bazen de anacaddelerin ortasında, hem de zabtiyelerin gözü önünde, için için zikrettiler.
Yüksek sesle “Hakk!” dediler.
Lakin ham ervah öncesiniduymadı.
Ene’yi. Ben’i. İnsan’ı.


Facebook

II. ZER ile ZOR ARASINDA

$
0
0

4 Mayıs 2012



Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın Mustafa İsen’in şöyle dediğini yazdı gazeteler:
Muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz.
Ne tuhaf değil mi, böylesine kesin ve güçlü bir retoriğe emanet edilmiş siyasi beklentiler tarih boyunca hep karşılıksız kalmıştır.
Yıkılışlarının ardında cılız bir fiske vardır hepsinin de.
Bir fiskecik, 
ve o hazin son!



İşte o fiskecik:


Önce vakıa, sonra bahs u nazar

Yani kuram, olgudan önce gelmez!

Hoşunuza gitmeyebilir, ama ne yapalım, yaşam diyalektiğinin yasası bu! Olgu ortaya çıkmadan evvel norm oluşturmaktan, yapılar meydana getirmekten söz etmek kolaydır, yapmaksa zor değil, –sanılanın aksine- olanaksızdır.

İster istemez bu mucizeyi “yükümlülük içindeyiz” şeklinde bir çoğul kipine taşıtma mecburiyeti vardır. Bir beklentiyi önce ödev haline dönüştürmek. Sonra bir karara. Sonra bir buyruğa. En nihayet yasaya.

Yükümlülük yasalaşınca, yasadışılık ortaya çıkar: suç ve tehlike.



Farklılıklar tehlike olarak algılanır. Toplumsal her tehlike cezalandırılması gereken bir suç vasfı kazanır. Cezalandırılması, yani yok edilmesi gereken bir cürüm.
O “normlar oluşturmak yükümlülüğü” yok mu, ah, ne de acımasız bir çehre kazanır vicdanın yaralandığı o elim dönemlerde? Bir çırpıda kıyıcılığa dönüşür, ülkenin zaten zor yetişen zekalarının üzerine çarpılar çizme kolaycılığına. Darbe hazırlıklarına özgüfişleme dedikleri o lanet işleme. Bürokratik teröre. Sistematik ve hiyerarşik tasalluta.
Türkiye’de tam da sanat ve muhafazakarlık tartışmaları bağlamında Sovyet Jdanov’culuğu tecrübesini hatırlamanın ve hatırlatmanın mahcubiyeti sanırım hepimize yeter!
Andrey Aleksandroviç Jdanov, 1934-1938 yılları arasında SSCB'de kültür politikalarının belirlenmesinde başrolü oynamıştı. Kimlerin canını yakmadı ki? Kaç aydının, kaç sanatçının?
Komşumuzun tarihine ilgi duyanlarımız, lütfen 1946-1950 yılları arasında SSCB’de yürürlüğe konulan kampanyayı ve sonuçlarını okusunlar. Stalin önderliğinde Sovyet muhafazakarlığının serencamını. Ülkemizde hemen hemen aynı yıllara gelen Amerikan McCarthy’ciliği bilinir, ama nedense Jdanov’culuktan çok az söz edilir.
Oysa öncesi vardı. Mesela I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Rus avangardının serazad muhayyilesinin yarattığı o çılgın Konstrüktivizm! Tatlin’in kulesi. Makinalaşmanın yüceltilmesi. Maddenin. İlerlemenin. Gerçekte ise Matematiğin.
Ve keza Suprematizm. Dördüncü boyutun ispatı. Mistisizmin zirvesi. Zavallı Maleviç. Kare’nin ressamı. Siyahın ve Beyaz’ın. Sonuç itibariyle, dördüncü boyut denemelerinin sürmesine izin verilmeyecek ve Maleviç “toplumsal gerçekçilik” adlı muhafazakar sanat hamlesinin ilk eledikleri arasında yer alacaktı.
Büyük yanılsamaların en büyük becerisi, gerçeğe, onu mıncıklayacak kadar yakın durmaktır. Yalan mı söyleyeceksiniz, gerçeğe en yakın olanını seçin. Lenin gibi, her önder gibi, gerçekliğe sınırlar tayin etmekten kaçınmayın. Nitekim 1908’de şöyle der Vladimir İlyiç Lenin:
Matematik belki dört boyutlu uzayı mümkün hale getirebilir, fakat siyasal devrimler ancak üç boyutlu uzayda gerçekleşebilir.
Bu yüzdendir ki siyasal iktidarların en az hoşlandıkları insani yetidir muhayyile! Gerçekliğin hoyratlığıyla başa çıkmanın biricik vasıtası. Sadece Din’in ve Sanat’ın değil, Bilim’in de temeli.
Sovyetlerin en büyük düşünürü güya Kasparov! Bir satranç ustası! Bu utanç Sovyet idarecilerine yeter! İran’lı idarecilere gelince, tarih aynı bestelere farklı güfteler yazmaktan hiç bıkmamıştır. Ali Şeriati’yi rahmetle anmaktan başka elimizden ne gelir!
Sovyet Jdanov’culuğu, “toplumsal gerçekçilik” adına düşünceyi de, sanatı da boğdu. Kementle değil, ardısıra dizili normlar aracılığıyla. Madde başlıklarıyla. Tanımlamak suretiyle. Netleştirmek adına farklılaştırdı. En küçük farklılığı tehlike, en küçük tehlikeyi suç saydı. Bağrına çökülen sadece Futurizm değildi, bilakis Sovyet kadızadelerince her türlü ütopya, her türlü fantazya, her türlü imagination insan bilincine haram edildi. Sovyet halkı gerçeklikle başbaşa bırakıldı. Dickens’ın Hard Timesındaki Mister Thomas Grandgrind’in kopyası milletvekili ve bürokratlar eliyle. Hem de en kötüsünden. Gündelik gerçeklerle.
Mister Grandgrind’in cetveli, tartı aleti, çarpım tablosu hep yanındadır. Dimdik duruşu, köşeli ceketi, köşeli bacakları, köşeli omuzları, köşeli alnı ve en nihayet köşeli parmaklarıyla ve hatta ve hatta sanki onu ensesinden yakalamış inatçı bir gerçek gibi duran boyunbağıyla.
İşte sorun da burada, düşlemek yasak, diye haykırır bir defasında:
Düşlememelisin, asla böyle bir şey yapmamalısın. Gerçekler! Gerçekler! Yalnızca gerçekler!
VE önce simge yasaklandı. Dolayımın ta kendisi yani. Pornografinin panzehiri. Hakikatsiz tezahürün. Taleb edilen sadece gerçek’ti, bütün çıplaklığıyla gerçek. Bütün yalınlığıyla. Genel ahlak adına. Toplumsal ödevler uğruna. Her şey toplum eliyle ve toplum içindi. Eksik olansa bireydi. Bireyselliğin ta kendisi. Hizaya girmekten kaçınma güdüsü yani. İnsan olma hakkı. Sürü dışına çıkma hakkı. Farklı olma hakkı.
Hepsi de haramdı. Aşk da, ölüm de.

* * *

Sanatın asıl gücü, gerçekliği temsiller vasıtasıyla dönüştürebilmesinde. Başka bir deyişle yeni gerçekliklere vücud verebilmesinde. Paralel evrenler inşa edebilen bir güç bu. Muhayyilenin gücü. Mecazın. Ve dahi bireyin gücü. Bireyselliğin.
Seçkinliği de bundan. Muhatablarını eler, seçer, gerekirse iter. Ne zer’le, ne zor’la, bilakis simgeler aracılığıyla.
Simge gösterdiği kadar da saklar. Perdeler. Temsil eder. Bu nedenle, hakikat, afişe edilen değil, her daim temsil edilendir. Hep bir adım ötede olandır. Ele geçirilmesi, avuçlanması olanaksız olandır.
Sanat, hakikate sadece işaret eder. Hürmetinden. Onu ele geçirmeyi değil, yanına yaklaşmayı ister. Kokusunu almayı. Mesafeye riayet edişi de bundan. Hep bir aralık varsaymasından. Birazcık aralık, birazcık mesafe. Hakikatin nefes alabileceği kadar. Sadece ama sadece, bir gün kendisine yakınlaşma umudumuzu korumamıza yardım edecek kadar.
Siyasetin ve ticaretin sanattan öğrenmesi gereken işbu hürmettir. Zer’in ve Zor’un. Önce mesafelere hürmet. Simgelere. Perdelere. Özel olana. Özgül olana.
Merak serbest, sanat sözkonusu olduğunda yasak olan ise tecessüs. Sözcüğün kökenine atfen, casusluk etmek. Başkaları adına, hakikatin mahremiyetine tecavüz. Mesafeyi ortadan kaldırma aymazlığı. Sadece yararı gözetme seviyesizliği. Ortalamayı ve vasatı yüceltip aykırı olanı, zayıf görüneni yok etme emeli.
Düşünce ve sanatın özerkliği, hoyratça dokunulmaması gereken gözbebeğidir toplumun. O özerklik ne zer’e, ne zor’a dayanan kararlarla korunur, bilakis onu yaşatacak olan bir iki derviş iniltisidir, bir kuşede bir sanatçı yüreğinden gelen iki damla gözyaşı. Aklın fikrin değil, ancak tahayyülün ve dahi ince sezgilerin haysiyet kazandırabileceği bir hususiyettir özerklik.
Vasatın, ortalamanın, itidal ve dengenin müdahalelerinin dışında kalması gereken bir alandan söz ediyoruz. Muhakkak kendi içinde özerk bırakılması gereken bir alandan. Özelleştirilmek suretiyle cezalandırılması, yok edilmesi emredilen değil, bilakis üzerine titrenilmesi, itina edilmesi beklenen bir alandan.
Neyzen Tevfik’in üzerindeki o keskin şarap kokusundan tiksinen dostlarımdan, biraz gayret edip onun ney-i mukaddesinden, yani gönlünden aleme yayılan o ilahi ezgilerle zevketmelerini istesem, acep yasanın dışına mı çıkmış sayılırım?
Hacı Arif Bey’in Nihavend şarkısını bir an bile Efendimizi düşünmeden dinlemiş değilim. Biricik efendimi. Kendimi bildim bileli canımı canına teslim ettiğim efendimi.
Vücud ikliminin sultanı sensin 
Efendim derdimin dermanı sensin 
Bu cism-i natüvanın canı sensin 
Efendim derdimin dermanı sensin
Hacı Arif Bey’in hayalindeki efendinin, benim hayalimdekiyle neredeyse hiçbir alakası olmadığını bilmez miyim!
Ne mahzuru var?
Aynı mı olmak zorunda? 
Herkesin efendisi kendince hoş değil midir?
Makbul ve muteber değil midir?
Herkesin rabb-i hassı? Esma-i hüsnadan herkese tecelli eden farklı farklı isimler? Farklı mizaçlar, farklı huy ve karakterler.
Benim, o sözlerin tesiriyle kitapların arasında düşlere daldığım sıralarda, kardeşimin efendisi, karşı pencereden ancak işaretleşebildikleri bir genç kızdı. Güzel yüzünde çiçekler açan kızdan gayrı bir derdi de yoktu, dermanı da.
Aramızda ne fark var sanki? Her birimiz -inansak da, inkar da etsek- rabb-i haslarımızın(mizaçlarımızın) terbiye ettiği nefisler aracılığıyla Rabb’ul-Alemin’e yönelmiyor muyuz? Farklılıklarımızdan dolayı bizi hor görmeyen tek Efendi, alemlerin Efendisi değil midir? Eğer öyleyse, koca bir ülkenin farklılıklarını belirleyecek kararlar alırken, o size özgü rabb-i hassınızın (mizaç ve karakterinizin) sınırlarına değil, bilakis rabb’ul-alemin’in (bütün mizaçların kendisinden türediği ilkenin) sonsuz ve sınırsızlığına istinad etmeniz gerekmez mi?
Parti’nin ve/veya Hükümet’in (geçiciliğin) ilkelerine değil, gerçekte Devlet’in (sürekliliğin) sınırlarına!
Ölçekler büyüdüğünde, ölçütler hassaslaştığında, herhangi bir alemin, mesela sizin aleminizin değil, bilakis bütün alemlerin rabbinin, bütün insanların efendisinin nazarından, bütün alemleri şefkatiyle mazur ve makbul gören Hakk’ın nazarından bakmalı değil misiniz?
Niçin kendi makam ve mertebenizi ölçüt haline getiriyorsunuz? Size sizi gösterecek bir aynadan da mı mahrumsunuz? Hakkı çekinmeden ihtar edecek bir dosttan?
Lütfen söyler misiniz, Şems’in ruhundan hiç mi esintiler ulaşmadı ruhlarınıza? 
Anadolu’nun o aşkla dolu kadehlerinden bir kere de mi olsun yudumlamadınız?
Aman dikkat, karar şiddet doğurur ey benim güzel oğlum, diyecek bir yaşmaklı nene de mi görünmüyor artık düşlerinizde?
Sizler bizler adına, kendinizce, kendi mertebenizce, ve pek tabii ki zer’e ve zor’a dayanarak kararlar aldıkça, rahmet alanının daraldığını hissetmiyor musunuz?
Artık başınız göğe değecek kadar mı zirvelerdesiniz?
İniltileri işitebilmek için bir zamanlar içlerine eğildiğiniz o derin kuyulardan gelen çığlıkları şimdi duyamayacak kadar mı zirvelere çıktınız?
Dağların eteklerinde insana rabb-i hassı yol gösterir, zirvelerindeyse rabb’ul-alemin! Kendi bahçenizde Rahim olanın rahmeti size yeter de artar bile! Lakin zirvelere çıktınızsa, eğer mülkten ve devletten nasibiniz arttıysa, bundan böyle Rahman olanın rahmetiyle aleme nazar etmek zorundasınız!
Şefkatle ve müsamahayla. Titreyerek. İtinayla.

* * *

Serçeleri çöle salmak onları özgürleştirmek demek değildir, aksine bu lütuf, onları göz göre göre katletmektir. Lütfetmeyiniz, tereddüt ediniz yeter! Bir daha düşününüz. Bir daha. Kendi alışkanlıklarınız için, kendiniz için değil, bizim için de. Arasokakların çocuklarını da gözetiniz.
Şeb-i Arus törenleri özelleştirilebilir mi? Mabedler mesela? Diyanet teşkilatı? Ne tuhaf değil mi, zor, elini çekiyor, tıpkı düşünce gibi sanatı da zere teslim ediyor. Altına.
Sanat kurumlarının birer fabrika muamelesi görmesini hakikaten anlamakta zorlanıyorum. İnsanın yapmadığı, yapamadığı şeyleri yıkması kolaydır. Muhafaza etmek, dondurmak değil, bilakis sürekliliği korumak demektir. Türkiye’nin modern kazanımlarını sahiplenmekten niçin kaçınalım? Şahsen hakkında ilgili veya bilgili olmasak bile farklı kapasitelerin varlığına niçin tahammül göstermeyelim?
Kuşatmak zorunda değiliz! Zorunda olmadığımız o kadar şey var ki! Her şeyi avucumuzun içine almak mesela. Herkesi bir sıraya sokmak. Daracık kollarımızın kucaklayabildiğinin dışında, kenarda köşede el değmedik hiçbir şey bırakmamak.
Bu kadar mı zordur tereddüt etmek? Karar alırken bir kez daha düşünmek?
Devletin ilkeleriyle hükümetlerin tercihleri arasında birebir özdeşlik olması gerekmez. Hükümetlerin sanata, sanatın bir türüne, bir tarzına ihtiyacı olmayabilir, ama devletin öyle mi? Devlet adamlığı sürekliliği gözetmeyi gerektirir; kalıcı ve sürekli olanı. Siyasetçilik ise günü ve/veya dönemi kollamakla sınırlı kalabilir. Örneğin kendini popüler sanata ilgi göstermekle sınırlayabilir. Devlet’in ise böylesi lüksleri olmaz. Yüksek sanata sahip çıkmak zorundadır, çünkü yüksek sanatın devlete ihtiyacından daha çok, bizzat devletin, bilhassa büyük devletlerin yüksek sanata ihtiyaçları vardır.
Yüksek siyaset, yüksek sanat olmaksızın icra edilemez.
Lütfen, Çin’de, halihazırdaki yüksek sanat atılımına uzaktan da olsa bir göz atınız. Bu atılımın Çin’in devlet vizyonunun genişlemesiyle yakın alakası olup olmadığını tedkik buyurunuz.
II. Dünya Savaşı’na kadar dünyanın sanat merkezi Paris’ti, yaklaşık 60 yıldır NewYork. Bu transferin nasıl gerçekleştiğini hiç merak ettiniz mi? İstanbul-Ankara karşıtlığı gibi, Amerika’da da Washington-NewYork karşıtlığından söz edebiliriz; daha diplomatik bir deyişle, narin bir işbölümünden.
Hükümet, bazı konularda kendi duyarlılıklarını askıya almayı bilmeli, Parti’nin kendi tabanının değil, bilakis devletin temel gereksinimlerini hesaba katmayı bilecek feraseti göstermelidir. Sayın Bülent Arınç’ın son açıklaması, Türkiye’ye has bir duyarlılık gösterileceğinin işaretlerini taşıyordu. Nitekim kendilerine yakışan da budur: siyaset dışı konularda, bir devlet adamı duyarlılığıyla hareket etmek.
Aksi takdirde bir gün bu ülkede kimilerinin arzu ve temenni ettiği gibi tornadan çıkma “muhafazakar sanatçılar üretimi” başarılırsa, onların tıpkı Rus balerinleri, Romen jimnastikçileri, Doğu Alman yüzücüleri gibi zer’e ve zor’a ayarlanmış birer makine parçası olacaklarından kimse kuşku duymasın! Çaresiz, öteki’ye (düşmana) karşı başarılı olması beklenen neferler olarak arz-ı endam edecekler. İdeolojik müsamarelerde oynatılan lise çocukları gibi. Sadık ve sessiz. Belki yetenekli, belki becerekli ama herhalukarda ruhsuz. Alelade çiziktirilen normların çocukları. Kuralların. Ardısıra dizili maddelerin. Önceden yasalaşmış resmi beklentilerin.
Yaptıkları zenaat olacak ama asla sanat adını almayacak! Yapıp ettikleri propaganda işi beceriler olmaktan asla kurtulamayacak. Çünkü sanat, öncelikle toplumun değil, bireyin marifeti. Sanatı topluluklar, kurumlar değil, birey yapar. Yaratı, bireysellik zemininde varlığa gelir. İç gerilimler, kişisel krizler, şahsi sorunlar, ferdi yoksunluklar...  yani önce insan.... önce ben...
VE pek tabii ki simge ve remz aracılığıyla.
Lütfen, simgelere hürmet ediniz.
Simgelere, yani kendisini değil, kendisinden ötesini gösteren işaretlere.
Hz. İnsana.


Facebook

ÖZGÜRLÜĞE AĞIT

$
0
0


23 Eylül 2012

Bitimsiz bir devinimdir tahayyül. Durdurulmak istenir bu yüzden. Israrla, hatta öfkeyle. Bazen aklın kibirli ve tavizsiz kesinliğince, bazen duyuların kaba ve tahammülsüz katılığınca.İnsanın, özgürlüğüne en düşkün yetisidir. Ne tek başına duyuların gerçeklik kıskacıyla denetim altına alınabilir serkeşliği, ne de aklın sertçe önüne diktiği zorunluluk ve kesinlik bariyerleriyle. Kendi yasalarına uymaktan hoşnuttur. Karşısına çıkarılan engellerin gözünü korkuttuğu pek söylenemez. Her defasında kendine kendince yollar bulur, ve özü gereği, devinimini sürdürme isteğinden asla vazgeçmez, vazgeçemez. Salt kendi hakikatine müştaktır çünkü, sırf kendi hayaline. Zatının gereğini talep eder: sonsuzluğu ve sınırsızlığı.


Tahayyül yetisi dünyanın dinsel ve sanatsal kavranışının kökeninde yer almakla kalmaz, sanılanın aksine, en başından bu yana bilimsel kavrayışın da temelini teşkil eder. Öncelikle ve özellikle matematik bilimlerinin. Geçmişte ve şimdi.
Tam da bu bağlamda, 28 Haziran 1643 tarihli bir mektubunda, geometrik şekiller ile hareketleri incelemekte ilk olarak hayal yetilerini kullanan matematikçilerden söz eden Descartes’ı hatırlamak bile tek başına kafi gelir sanırım (l’étude des mathématiques, qui exerce principalement l’imagination en la considération des figures et des mouvements).
İnsanlık tarihi, gerçekte bu yetinin, sanat alanındaki birtakım naif işlevleriyle sınırlı kalmayacak kadar köklü isyanının öyküsünü saklar sȋnesinde. Düşünmenin varlığını hissettirdiği tüm zamanlar boyunca, bu yetinin kendi etkinlik alanını genişletmeye yönelik eğilimleri, niteliğin geçerli olduğu din ve sanat alanlarında değil sadece, niceliğinegemenlik bölgesi sayılan matematik bilimlerinde de hiç hoş karşılanmamıştır.
Itaque hominum intellectui non plumae addendae, sed plumbum potius et pondera; ut cohibeant omnem saltum et volatum.
Çağdaş düşüncenin ilkleri arasında sayılan Francis Bacon, XVII. yüzyılın başlarında, duyuları ve deneyi yüceltmek adına, ünlü eseri Novum Organum Scientiarumda (1620) böyle söyler.
İnsanın müdrikesine kanatlar takmak yerine, zıplamasını ve uçmasını engellemek amacıyla ayağına kurşun bağlamak gerekir.
Bacon’ın kullandığı müdrike (intellectus) teriminin yerine hiç tereddüt etmeden muhayyile (imaginatio) sözcüğü yerleştirilebilir. Çünkü matematiksel kavrayışı karakterize eden hayal yetisinin kanatlanmasını engellemeye yönelik çabaların tarihi, düşünmenin tarihiyle yaşıttır ve dizginleyici yöntemler arasında başvurulan sakinleştiricilerin bir kısmının psikolojik değil, farmakolojik nitelik taşıması da aslında pek şaşırtıcı değildir. Nitekim biraz gerilere gidelim ve XI. yüzyılın tabib-filozoflarından İbn Sina’nın sözünü ettiği, özellikle matematik bilimlerinde akıl ile duyular tarafından çift taraflı denetim altına alınmaya çalışılan ruhun, yani pneuma’nın (πνεύμα)şu teskin edilemez isyanını birlikte görmeye çalışalım.





Ruh içeride kendisine isyan ettiğinde, akıl hemen dış-duyularla yardımlaşır ve onu ancak bu yolla denetim altına alır, tıpkı matematik bilimlerinde olduğu gibi.





Bu müdahalenin tıbbi bir nitelik kazanmasının nedeni, İbn Sina’ya göre, isyana kalkışan ruhu gerek tahrik, gerekse teskin etmek bakımından dış-duyuların hiç kuşkusuz ki akıl’dan daha güçlü ve daha etkili olmasıdır. Bu durumda sırf düşünsel sakinleştiricilerin işe yaramayacağı açıktır, dolayısıyla akıl düzeyinden aşağı inip daha çok dış-duyular ile iç-duyular (müvehhime) arasında etkili olabilecek tıbbî müsekkinlere başvurulmalıdır. Çünkü ruha boyun eğdirecek olan, en son tahlilde yine dış-duyulardır.
Burada, ortaçağlar boyunca, hayallerinin ne denli güçlü olduğu gayet iyi bilinen melankoliklere (bir tür mania hastalarına) uygulanan sağaltım yöntemleri hatırlanmalı. Bu takdirde ancak din’den sanat’a, sanat’tan bilim’e, insanın bilme etkinliklerinin tüm alanlarında sağduyuyu yoracak denli yukarılara sıçramaktan kendini alıkoyamayan muhayyile’yi zabt u rabt altına alma önlemlerinin nasıl olup da tıbbî, hatta siyasî bir nitelik kazanıverdiği anlaşılabilir sanırım.
Hayal yetisini denetim altına almak, tarih boyunca her iktidarın ihmal edilemez ödevi olmuş, denetimsizlik ise kaçınılmaz olarak iktidar kavramının karşıtı haline dönüşmüştür. Yasadışılıktır çünkü. Sıradışılık.
George Orwell’ın ünlü kahramanı Winston Smith (John Hurt), günlüğüne, 12 Mayıs 1984 tarihini düştükten hemen sonra şu satırları kaydeder:



Freedom is the freedom to say two plus two equals four. If that is granted, all else follows.
Özgürlük 2+2’nin 4 ettiğini söyleyebilme özgürlüğüdür. Bu kabul edildi mi gerisi ardından gelir.





Güvenlik açısından 2+2’nin her zaman değil, bazen 4 ettiğini söylemek gerekir. Çünkü iktidarlar, diledikleri takdirde 2+2’nin sadece 4 değil, bazen 3, bazen 5 edeceğine de inanmak eğilimindedirler. İktidar duygusu hakikate sahip olma duygusuyla eştir bu yüzden.
Duygulara bırakılan bu dar alanda, insan, tepkisini nasıl ortaya koyabilir, hayır demeyi nasıl becerebilir? Hayır demeyi, yani insan olmayı.
Elbette duygularının dizginlerini bırakmak suretiyle. Yasak sınırlama demek. Engelleme. Doğal olanı sınırlama ve engelleme. Aklın tahakkümü. Parti aklının. Devlet aklının. Ah o akıl yok mu, çam ağacı kadar kıskançtır, asla çevresinde başka ağaçların yetişmesine izin vermez. Kendine yakın bulmadığı her duyguyu, her bağlılığı hor görmekle yetinmez, alçaltır da.




Orgazmın nötrleşmesiyle Parti’ye bağlılık dışındaki bağlılıkların önüne geçilecek!






Michael Radford’un Nineteen Eighty-Fourda (1984) yinelediği bu yargıya sıradan insanların verdiği yanıt, hiç kuşkusuz ki beklenenden çok daha yalındır:
Making love, it was a political act.(Sevişmek siyasal bir eylemdi.)
Hayatta kalmak için değil ama, sırf insan kalmak için.
Kucaklaşmaları bir savaş, orgazmları zafer olmuştu. Bu, Parti’ye indirilmiş bir darbe idi.
Climaxın bundan daha hoş bir yorumu olabilir mi? Orgasmusun? 
İnsana insan olma çabası hep yasaklanmıştır. Daima. Tüm iktidarlarca. Öteki’ne ihtiyacı olan her kurumca. Sözde akıl ve mantığın yasalarınca. Bu yüzden Alphavillein (1965) her tarafındadır E=mc2. Nicelik yani. Matematik. Pek tabii ki bilimsel olasılıklar. Aksiyomlar, postülalar, hipotezler. Gelişmiş en büyük bilgisayarın, Alpha 60’ın yarattığı dünya. Yeni gerçek. Kaskatı. Duygusuz. Düşüncesiz.



1 sayısını bilirsek 2 sayısını da bildiğimize inanırız, çünkü 1+1, 2 eder. İlk olarak +’nın anlamını bilmemiz gerektiğini unutuyoruz.




Jean-Luc Godard, sorunu sayılardan çok sayıların birbirleriyle ilişkisinde görür, + iminde. İşlemin meşruiyetinde. Oysa yıllar sonra Tarkovski Nostalgiada (1983) bu denklemi yeniden ele alacak ve Godard’ın unutulduğunu söylediği +’nın anlamını bir kez daha hatırlatacaktır insanlığa.


1 + 1 = 1
Bir damla bir damla daha iki damla etmez,
daha büyük bir damla eder.

Antimadde’ye karşı zafer kazanmaktan sözedenler, yani Einstein’lar, Schrödinger’ler tüm yadsıma çabalarına rağmen haklı çıkmayı başaramayacaklardır. Kesinlik ve zorunluluk artık bir hayaldir. Gaflet işte, Tanrı’nın bazen zar attığı/atabileceği öngörülememiştir.
Niçin... Bu sözcük ne anlama geliyor unutmuşum.
Böyle der Henri Dickson (Akim Tamirof) ve ilave eder:
Yanılmıyorsam 150 ışık yılı (annees lumieres) önce karıncalar toplumunda sanatçılar yaşardı. Sanatçılar, yazarlar, müzisyenler, ressamlar. Bugün ise artık yok.
Zira bilgisayar var. ALPHA-60. Sadece insanlığın yokoluşuna hizmet eden mantıksal bir aygıt. Matematik.
Peki duygular? Muhayyile’nin dur-durak bilmeden insanı çıkardığı o zirveler?
Duygulanmak yasaktır. Düşlemek yasaktır çünkü. Hayal kurmak.




- Bu insanlar niçin idam ediliyorlar?
- Mantıksız davrandıkları için. Mesela şu adam, karısı öldüğünde ağlamıştı.




Alphavillein güçlü eleştirisini temsil eden en etkili sahnelerdendir bu! Yanıtın sahibesi Natacha von Braun’a (Anna Karina), gözleri yaşardığında, ağlıyor musun sen, diye sorulur.
Hayır, der,çünkü ağlamak yasak!
Ağlamak, yani hissetmek. Farklılaşmak, sürüden ayrılmak, hayallere kapılmak. Kısaca insan olmak.
Biz doğada ağlayan sakıncalı azınlığız.
Kitap-insanların hüzünlü itirafıdır bu! Düşünmeden, hissetmeden insan olmayı başaramayacaklarına inanan küçük bir azınlığın.
Book-people.
Adları da yaşamları kadar hüzünlü.
Kitap-insanlar, François Truffaut’nun, Ray Bradbury’nin aynı adlı romanından (1951) uyarladığıFahrenheit 451in (1966) finaline doğru karşılaştığımız küçük bir topluluğun adı. İnsanca yaşamak için çırpınan bir topluluğun. Kitapları, onları ezberleyerek korumaya kendilerini adamış mecnunların adı.
İçlerinden biri, Clarisse (Julie Christie), ilk karşılaşmalarında, kitapları yakan başarılı itfaiyeci Guy Montag’a (Oskar Werner) üç soru sorar:



İlki, beklenen soru:
Fahrenheit 451 nedir?
Yanıt gayet sadedir: Kağıdın yanmaya başladığı sıcaklığın derecesi.
İkinci soru, çok ince bir tarizin ifadesidir:
İtfaiyecilerin eskiden kitapları yakmadıkları, tam tersine ateşi söndürdükleri doğru mu?
Montag şaşırır, böyle düşünmek çok hatalıdır, der, çünkü zaten tüm evler ateş-korumalı.
Ardından son soru gelir. Soruların en masumu.
Kitapları niçin yakıyorsunuz?




İtfaiyeci bilindik bir şey söylermişcesine omuzunu silker, diğerleri gibi bir iş işte, der:
Pazartesi Miller, Salı Tolstoy, Çarşamba Walt Whitmann, Cuma Faulkner, Cumartesi ve Pazar da Schopenhauerve Sartre. Kül olana dek yakarız, sonra küllerini de yakarız. Bu bizim ilkemiz!
Bu karşılık, yukarıdaki sorunun yanıtı değildir. Evinin kapılarını Mondrian’ın renk ve çizgilerinin süslediği Montag, ne yazık ki bu sorunun yanıtını daha önce hiç düşünmemiştir. Hiç kitap okumamıştır çünkü. Lakin o soru bir gün karşısına çıkacak, yaktığınız kitapları hiç okudunuz mu, sorusuyla birlikte tüm yaşamı kökünden değişecektir. Mondrian gibi dördüncü boyutu arama pahasına üç boyutu, yani yaşamı, yani insanı nasıl yoksadığını kitaplarla irtibata geçtiğinde ancak farkedecektir.
Montag’ın karşılıksız bıraktığı sorunun yanıtı, itfaiyecilerin Kaptanı (Cyril Cusack) tarafından dile getirilir:
Kitaplar insanları mutsuz ediyor.




Bu sefer soru sorma sırası Montag’a gelmiştir:

- Niçin?
- Çünkü kitap okumak onları toplum-karşıtı (anti-social) yapıyor.




Başka bir deyişle, kitap okumak bireysellik duygusunu artırdıkça bir yandan yabancılaşma/yalnızlaşma arzusu güçlenirken öte yandan da toplumsallık duygusu gerilemeye başlıyor. Toplumsallık duygusu, yani şu Adler’in tüm psikolojik rahatsızlıkların temelinde yattığını söylediği Gemeinschaftsgefühl.
Kaptanın gözünde, romanlar, asla varolmamış insanlar hakkındadır. Bir de ölüler hakkında hikayeler vardır, onlara da biyografi denilir. Felsefe’ye gelince, o tam bir saçmalıktır. Felsefe, diye sertçe vurgular Kaptan, romanlardan bile daha kötü!
Aslında korkulan hep tahayyüldür. Denetlenemeyen tek insan yetisi. Distopia’nın yaratıcısı. Düzen ve dizge karşıtı. İster istemez toplum-karşıtı.
Tahayyül, arasokakların ışıldağı. Tutunamayanların. Sıradışıların. Güçlü bireylerin. Bu yüzden de felsefenin ve sanatın biricik bineği. Düzen ve dizge açısından düşünmenin de, hissetmenin de birer tehlike haline gelmesi kaçınılmazdır. Tarih boyunca iktidarlar kendi zayıflıklarının farkında olmuşlar, güçlü bireyselliklerin gelişmesine asla izin vermemişlerdir. İktidar aygıtının en tehlikeli hasmıdır tahayyül. Özgürlüğün eşiği. Çaresizlerin yegâne tutamağı. Adına gerçekdenen dev kafesten uçup kaçmanın. Devlet’ten. Toplum’dan. Kanun’dan. Düzen ve Dizge’den. Akıl ve Mantık’tan.
Sonsuzluğa ve sınırsızlığa müştaktır tahayyül. Bitimsiz deviniminin biricik nedeni de budur aslında. Durmayacağı için değil, duramayacağı için durdurulamaz. Ne tuhaf değil mi, asırlar öncesinden, Aristoteles, hem de öfkeyle, şöyle haykırıyordu:
Ama durmak gerek! (ἀνάγκη στῆναι)


Durmadıkça, sağınlıkla anlamak ve bilmek olanaksızdır da ondan. Anlamak ve bilmek, yani dış-dünyadaki devinimi, değişimi, nesneler dünyasının akışkan çokluğunu birlik altına getirmek. Stageira’lı bu konuda hiç tereddüt etmez, hem aklın (noesis), hem de müdrikenin (diánoia) durması gerektiğine inanır, her iki yetinin de ancak dururlarsa, durabilirlerse anlayacaklarında ısrar eder. Ona göre, müdrikenin bildiğini ve düşündüğünü söyleyebilmemizin bir tek nedeni vardır: durmak (stinái).
Aristoteles müdrike’yle yetinmez, aklı da, kıyası da devinimden çok bir dinginliğe veya bir durağanlığa benzetir. Harekete değil, sükûna.
Bir sona varmayan akılyürütme mi olur? Bir neticeye varmayan kıyas, bir sonuç önermesiyle bitmeyen tasım? Her halukarda öncüllerin bir sonucu olmalıdır. Akılyürütme, ister istemez, bir noktada durmalıdır. Dinlenmelidir.
Dinginlik ve durağanlık, sadece Aristoteles için değil, hocası Platon için de bilmenin koşullarındandır. Phaidon risalesinden küçük bir kayıt, hakikat talibinin merakını teskin etmek için yeterli addedilmelidir:


Hatırlama ve düşünmede dinginlik (λαβούσης τὸ ἠρεμεῖν) ortaya çıkınca, bundan kesin bilgi doğmaz mı?
Salt bu örnekten, kesin bilgi’nin kökenindeki o saklı durma, bir uğrağa, bir durağa varma anlamı, çok uzaklardan bile görülecek denli açığa çıkmış gibidir. Çünkü her iki filozofun dilinde de epistēmē, durmak anlamındaki episthámaiden köken alır. Nitekim İngilizce understanding’deki standing, Almanca’da verstehen’deki stehen, Arapça’da vakafe’deki vukuf, hep anlama ediminin temelindeki durma’nın izleridir. Grekçe’deki stēmēnin.
VE böylece tecessüm etmiş akıl hiç durmaksızın yalvarır, bazen rica, bazen emr eder:
Ama durmak gerek!




Durmanın trajik sonuçlarını kavramak için, sırf Darren Aronofsky’nin Pi (1998) filmini hatırlamak bile yeterli. Güneşe bakmanın bedelini. Niceliksel tahayyülün bedelini. Dolayısıyla bir adım ötesinin. Tevehhümün.



İktidarların toplum adına bireye müdahalesi her defasında hayal ve hazzın yasaklanmasıyla sonuçlanır. Yarar ilkesinin lehine. İster istemez. Yaygın olarak olumlanan nesnel olandır. Objektivite. Toplumsal olanın meşruiyeti. Devlet ise en yüksek soyutlama. Para gibi. Aklın gücü. İktidarın bedenden sıyrılışı. Yargının. Tanımlamanın. Öznel olansa olumsuzdur. Kuraldışılıktır. Sıradışılık. Bireyin yazgısı, dolayısıyla duyguların. Karar verilemez olanın. Her adımda kestirilemez, ölçülemez, belirlenemez kalanın.
Muhayyile’nin özgürlüğü sorunu, kaçınılmaz olarak siyasal bir niteliğe bürünür, bürünmek zorundadır. Zira özgürlük son tahlilde mülkiyet üzerinden bir düzen(sizlik) ve dizge(sizlik) sorunudur.
Godard’ın 1965’te, Truffaut’nun 1966’da ele aldığı, Michael Radford’un ise 1984’te yinelediği düzen ve dizge’den özgürleşme sorunu, 2000’li yıllara gelindiğinde Kurt Wimmer tarafından Equilibriumda (2002) yeniden ele alınacaktır.
Akıl Çağı’nda yatıştırıcılara ihtiyaç vardır. Makina Çağı’nda. Proziumlara. Prozaclara. Düşünmek ve hissetmek yasaklanmıştır çünkü. Düşünmeyi ve hissetmeyi harekete geçiren her şey! Felsefe ve sanat, kitaplar ve tablolar. İnsanı insan yapan her şey!
En önce La Gioconda (Mona Lisa) yakılır. En başta. Sonra ele ne geçerse. Kitaplar, tablolar, kısaca duygulanıma geçit veren her şey. Hissetmek ve sevmek yasaktır bu evrende.
Başrahip John Preston (Christian Bale), kendisi gibi rahip olan en yakın arkadaşı Partridge’i (Sean Bean) öldürmeden evvel bir mabedde sıkıştırır. Bir katedral yıkıntısında.
Partridge, her şey bitti, der sakince, bizi biz yapan herşeyi yok ettik! Ardından da tüm filme anlamını veren, William Butler Yeats’ın bir şiirinden, Cloths of Heavendan (1899) şu dizeleri okur:

I would spread the cloths under your feet:
But I, being poor, have only my dreams;
I have spread my dreams under your feet;
Tread softly, because you tread on my dreams





Elimde olaydı atlaslar sererdim ayaklarının altına
Ne ki garibanın tekiyim, varım yoğum düşlerim
Düşlerimi serdim ben de ayaklarının altına
Nazik ol lütfen, üzerine bastığın benim düşlerim





Hakikatin yanında saf tutmanın bedeli, sanıldığı gibi, hakikat düşmanlarının eziyetlerine sabretmek değil, bizatihi hakikatin kendisine tahammül etmektir.
Düşlerden mi söz ediyorsun, ölmeyi göze alacaksın o halde! Hayal mi ediyorsun yıldızlara tırmanmaktan çekinmeyeceksin! Olup biteni görmezden mi geliyorsun, daha iyi bir gelecek mi tasarlıyorsun, farklı bir bilim, farklı bir inanç, farklı bir düş, yeni, yepyeni bir gerçek mi arıyorsun kendine, çaren yok, öleceksin!
Ölmeyi göze alamıyorsan, Max Frisch’in Homo Faber (1957) adlı romanındaki teknisyen gibi düşünmeyi sürdüreceksin, Walter Faber gibi.
Romanlardan hoşlanmam, düşlerden de öyle!
Sırf romanlardan ve düşlerden mi, eskilerden söz eden herkesten! Tolteklerden, Zapoteklerden, Azteklerden. Sanatçılardan yani. Kahinlerden. Dervişlerden.
Sırf elektriğin ne olduğunu bilmedikleri için kendilerini yüce ve derin ruhlu kişiler sayan bütün sanatçılar gibi sinirime dokunuyordu.
Hal böyleyse kehanete değil, bilime inanmak zorundasın! Kadere değil, tekniğe, yani istatistiklere, hatta rastlantılara bile değil, sadece olasılıklara.





Neden rastlantı? Olanağı olmayanın denenmiş bir gerçek olarak gösterilmesinde mistiğe gerek yok, matematikle de açıklarım ben bunu!






Bu kibir nereden geliyor?
Elbette teknik’ten. Bilimin makinalaşmasından.
Bir teknisyenim ve her şeyi olduğu gibi görmeye alışkınım.
Her şeyi olduğu gibi görmek...
Ne büyük bir iddia! Görüneni göründüğü gibi bilmeyi marifet sanmak.
Robot her şeyi insandan daha iyi tanır, geleceği bizden daha iyi bilir, çünkü onu hesaplar, spekülasyona ve hayale dalmaz, kendi sonuçlarından yararlanır ve şaşırması olanaksızdır; robotun önceden sezişlere gereksinimi yoktur.
Frisch’in romanı 1991’de Alman yönetmen Volker Schlöndorff tarafından sinemaya uyarlandı. Genellikle tersi olur ama Homo Faberin filmini romanından daha başarılı bulduğumu itiraf etmeliyim. Schlöndorff’un makası Frisch’inkinden keskindir ve bu nedenle anlatımı çok daha özlüdür. Daha özlü ve daha yoruma açık! Filmin diline varoluşçuluğun geç yorumlarının yapışıp kalması, örneğin Tolstoy’la Sartre ve Camus’nün yer değiştirmesi kabilinden kimi ayrıntılardaki ufak tefek değişiklikler hesaba katılmazsa, Schlöndorff’un gizemli anlatımı pekala Frisch’in uzun uzun ve dobra anlatımına yeğlenebilir, özellikle ensestçatışmasının çözümlenişinde. Yorumun yaşamda kalışına.
Sevgili Tanrı, bulaşıcı hastalıkları o yarattı, biz elinden almışız. Artık onun elinden türemeyi de almalıyız.
Walter Faber’ın şahsında modern bilinç eleştirinin odağına yerleştirilir, sonra da hayal yetisinin, metin boyunca, bizzat çelişkinin özü üzerinden bedenlenmesine izin verilir. Walter Faber (Sam Shepard) ile Sabeth (Julie Delpy) arasında ortaya çıkan onulmaz çelişki üzerinden. Bir erkek ile bir kadın arasında. Bilim(-teknik) ile sanat(-edebiyat) arasında. Kısaca yaşam’la ölüm, ben’le sen arasında.
* * *
Karanlığın olmadığı bir yerde buluşmalıyız.
Peki ama nerede?
Aklın aydınlığında mı?
Vicdanın mı yoksa?
Nerede?
Nur noch ein Gott kann uns retten demişti bir defasında Heidegger.
Ancak bir tanrı kurtarabilir bizi.
Bir tanrı?
Hangi tanrı?
Hangimizin tanrısı?
Söyle, müminiyle kafiriyle hepimizi rahmet kanatları altına alacak olan Tanrı hangisi?


Krzysztof Kieslowski’ye soracak olursak, sevgi’nin kendisi. Ne ki sadece bir klişe!
Tanrı nedir, sorusunun yanıtı, kişinin sevdiğine sımsıkı sarılmasından ibaretmiş. Hissedersen inanırmışsın. Seversen. Tanrı’yı asıl o sevgide bulurmuşsun.



Ne kötü, inanma yetisinin zayıflığı, nasıl da insanı kimi ihtiyaçları tanrılaştırmaya götürüyor. Neden mahrumsan onu tanrılaştır! Neyi arzuluyorsan. Neye gereksinim duyuyorsan. Salt profan bir sevgi olur böylesi. Yapmacık. Zahirde tabii. Sırf görünüşte. Hakikatte ise sevgi elbette yaşamın özüdür. Yaşamın ve Tanrının. Ancak adanmışlık ise. Safi sadakat suretindeyse. Aşka münkalib olabiliyorsa.
Dekalogların ilki (1989), On Emir’in başı, Benden Başkasına Tapmayacaksın, adeta Homo Faberin şerhi mesabesindedir, bu yüzden muhakkak birlikte değerlendirilmelidir.



Mühendis bir baba. Planlayan, hesap eden, işini şansa bırakmayan kılı kırk yarıcı bir teknisyen. Bilgisayarın gücü. Sibernetik yeşilinin. Ve tüm hesapların boşa çıkışı. Mavinin yengisi. Bir yavrucağın yazgısı üzerinden hem de.
Eleştirinin odağında yine modern bilinç, yine teknoloji. Tekniğin lojiğini boşa çıkaran o gizemli yaşamsal basitlik. Yazgı. Kader.



Ne ilginç değil mi, kader sözcüğü bile mikdarsözcüğüyle aynı kökten. Ölçü demek. Ölçüt. Gerçekleşme olasılığı karşısında, kadar gibi, kader de matematiğin zorunluluğunu yüklenmekten kaçınmaz. Zorunlu ve kesindir. Karşı konulamaz. Her şeye kadir. Azrail kadar muktedir. Cebrail kadar mücbir. Tanrı kadar mucib. Özgürlüğe mani bu yüzden. Tercih ve iradeye. Matematik gibi. Matematik, yani tekniğin o sözünü ettiğimiz meş’um lojiği. Tekno-loji. Bilimin mantığı. Bilimselliğin. Özünde yine tahayyül var. En nihayet o da bir düşlem, ama niceliksel.
Sonuç itibariyle, sıfatı insan olan varlık, hakikati iki şekilde düşlemliyor, niteliksel ve niceliksel olarak.
Fizikçilerin dayanağı doğa, Matematikçilerin ise zihin. Buna mukabil siyasilerin dayanağı güç, tüccarlarınsa para.Filozofların dayanağı us, sanatçıların esin.
Bîçarelere gelince, hani şu haklarında en çok konuşulup da en az anlaşılanlara, yoksullara, baldırı çıplak dervişlere, nur yüzlü delilere, tenhada kalmış şairlere, hakikat ateşini iki elleriyle avuçlayan abdallara... onların dayanağı ise sadece tanrı.
Bir tanrı.

ÇAMLICA'DA ÜÇ MABED

$
0
0
29 Eylül 2012







Çamlıca'da üç mabed: bir cami, bir kilise, bir havra.


Düşlüyorum.

Kendimce.





İstanbul'u selamlayan üç büyük dinin üç mabedi.

Allah'ın adının anıldığı üç ev...

İslamofobia'nın çirkin tahriklerine verilebilecek en güzel cevap!

Daha kapsayıcı, daha kuşatıcı, daha arifane bir mukabele!

İstanbul... ya doğu, ya batı karşıtlığının çözüldüğü yer!

Cenderenin aşılabileceği tek yer!

Çünkü hem doğu, hem batı.

Üstelik ne doğu, ne batı.

İstanbul, üzerinde birleşilebilecek o bir tek 'kelime'nin şehri!

Hakikatin.

Şefkatin.

İstanbul... Rahman'ın sinesi.

Alemlerin rabbinin.

Tüm esma'nın kalbi.

Elimde değil, ürperiyorum.

Kendimce.

Çamlıca'da üç mabed... üç siluet... cami, kilise, havra...

Kucaklamak çok mu zor, bir "emin belde" olmak mesela?

Tüm sakinlerine.

Ehl-i Kitab'a.

Lütfen, bu sefer olsun ses ver ey İstanbul!

Sırf bizim için değil, kendin için de.

İstikbalin için.

İnsanlık için.


ÇAMLICA İÇİN YAKARIŞ

$
0
0

21 Kasım 2012





Hak, hükümdarların, siyaset ehlinin, idarecilerin ellerine demiri, yüreklerine cesareti vermiştir.

Niçin?

Elbette ellerindeki demiri yüreklerindeki cesaretle birlikte kullansınlar diye. Yönetme sürecinin zorluklarını kolaylıkla aşabilsinler, yıldırımlar, fırtınalar, boralar karşısında bir hamlede yıkılmayıp, hak adına, halk adına, haksızlıklara/yolsuzluklara pekinlikle karşı koyabilsinler diye.



Lakin unutmamalı, bir de mizanı indirmiştir. Mizanı, yani ölçüyü, yani teraziyi, yani denge ve itidali, ki o demiri acullukla değil, hikmetle, hikmete uygun olarak kullanabilsinler diye. Hikmete, yani hakikatin bilgisine uygun olarak.
Hak, buna karşılık, ilim-irfan ehlinin, alimlerin, aydınların ellerine de kalemi, gönüllerine ise fikr u zikriyerleştirmiştir, ki onlar da kalemlerini hak adına, halk adına ve fakat her halukarda haksızlıklara karşı kullanmaktan çekinmesinler diye. Kısaca, demirin nasıl hikmet ve mizan karşısında sorumluluğu varsa, aynı şekilde kaleminde aynı ilkeler karşısında kesinlikle ihmal edemeyeceği büyük sorumlulukları vardır.
Hak ve hakikat siyasi erkin tekelinde olmadığı gibi, intelijensiyanın da tekelinde değildir. Her iki sınıfın da varlık nedeni hakikati temsil değil, hakikate hürmettir. Çünkü hakikat, elde edilmiş, ele geçirilmiş olanın değil, bilakis elde edilmek ve kendisine yakın olmak istenilen ilkenin adıdır.
Hakikate nisbetle ehl-i demirin de, ehl-i kalemin de öncelikli vasfı teennîdir. Olmalıdır. Dikkat ve itina. Kuşku ve tereddüt. Eylemin ve kuramın namusu kararlı olmakla, inad etmekle, ben yaptım oldu demekle değil, bilakis hakikate hürmeten kuş gibi ürkek davranmakla korunur. Yaptıklarımızın, yapacaklarımızın doğruluğundan yüzdeyüz emin olmak haklılığımızın değil, cehaletimizin alametidir çünkü. Cahiller cesur olurtesbiti, alemlere rahmet olarak gönderilenin bizlere rahmetinin eseridir. İfade istifade içindir, muhakkak ayık olmalı, haktan bir nişane olan o beni, ne yapıp edip benlik beliyyesinin hasarlarından korumaya özen göstermelidir.
Yanlışın yaygınlığı onu doğru haline getirmez. Bilmeli ki cehl ilm’in değil, hilm’in zıddıdır. Hilm’in, yani teenni ile, tesamuh ile hareket etmenin. Cehalet ise fevri hareket etmek, düşünmeden taşınmadan davranmak demektir. Kontrolsüzlüğün ta kendisidir cehl. Murakabe ve muhasebenin tam karşıtı. Nitekim Türkçe’de, cahil delikanlı deyişindeki sarkastik vurgu, eşanlamlı iki sözcüğün yanyana getirilmesiyle elde edilir. Dikkat ediniz lütfen, eşanlamlı iki sözcüğün.
İslam irfanı asırlar içinde zan ile cehl’i yanyana getirmiş ve bu iki kavramı açıkça ilmin karşısına koymuştur. Demek oluyor ki düşünürken zan’dan, sanılardan, davranırken cehl u cehaletten uzak durmak, demirin de, kalemin de en temel düsturudur. Olmalıdır. İlim kadar, ilm-i siyaset’in de.
* * *






İmdi, elimde kalemden, gönlümde bu toprakların esenliğinden gayrı bir dâvânın yer almadığı bilinsin isterim. Asırlardır kalbimi hakikate direnemeyecek şekilde terbiye etmekle uğraşıyorum. Evet, isterim ki hakikati görünce değil, sezince bile, hemen yüreğim boyun eğsin, bir ömürdür peşinden koştuğu o nazlı sevgiliye direnmesin, cilvelerinden yılmasın, yaklaşınca da lüzumsuz gayretkeşliklerle onu incitmesin, hemen benliğini yere çarpıp kendini bütünüyle sevgilinin ayaklarının dibine bıraksın. Çaresizim, belki de nasipsiz, bilemiyorum ama bir ömürdür böyle olsun diye çırpınıyorum.






Yaptım, üstesinden geldim, demiyorum. İsterim, diyorum. İstedim, diyorum. Niyetimi beyan ediyorum. Elimde değil, acziyetimden olmalı, anladığım, anlayabildiğim kadar, anlaşılmak da istiyorum.
İşaretlerin peşinden koşmaktan çok yoruldum, benim gibi aşıklar varsa aranızda, hiç değilse, onlar benim kadar zahmet çekmesinler istiyorum. Anlamak ve anlaşılmak bu kadar mı bâr olur insanın sırtında, inanınız, kelimelerim kimseye bâr olmasın, en azından mânâları âsan olsun istiyorum.
Bu yüzden sözümü pek söyleyeceğim, açıksöyleyeceğim, lütfen sözlerime kulak veriniz, bilmiyorum ki acaba farkında olmadan çok şey mi istiyorum.
Mabed hakkında bir şeyler söylemek istiyorum, mabed ve mabud hakkında. Cami hakkında. Çamlıca’da inşa edilmeye karar verilmiş olduğu anlaşılan meş’um bir proje hakkında.
* * *
Tasannu olarak anlaşılmak korkusu bulunmasaydı yalvarırdım, yapmayınız derdim, kıymayınız. Bu ülkenin, bu şehrin çocuklarını yıllarca başlarını öne eğdirecek bir ucubeyle sınamayınız. Ya Kahhar! zikrine bizi muhtaç hale getirmeyiniz, bilakis bırakınız da o besmele’nin edasında bizlerin de sadası olsun, diye yakarırdım. Bizlerin, yani Türkiye’nin.
Ağa oğlu, beğ oğlu olsanız, susar, ima’yı bile zül addederdik. Firavunlar gibi gururdan gökleri delen sözde azametiniz secdelerde hak ile yeksan olacak nasılsa deyû akibetinizi sabırla beklerdik. Ama değilsiniz, iyi biliyoruz, oylarımızla bizleri yönetmenize bizler izin veriyoruz çünkü. Yanlış anlamayınız, sadece sizi seçen oylarımızla değil, bütün oylarımızla. Oylarımızla, yani bu ülkede yöneticilerin seçimle gelip gitmelerine olan inancımızla.
Şayet Sayın Başbakan’a hitaben bir mektup yazacak olsaydım, kendilerine, Sayın Başbakanım, derdim, insan yaptıklarından çok, yapmadıklarıyla insandır. Kaçındıklarıyla. Hz. Musa’nın elindeki levhalarda yazılı olana evamir-i aşere(on emir) derler, inanmayınız, doğrusu emir değil, nehiy’dir. Yapılması gerekenleri değil, kaçınılması gerekenleri söylerler çünkü. Ortak koşmayacaksın, denir, öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina yapmayacaksın, vs.
Yapmamayı becerebildiklerimizle insan haline geliriz bu yüzden. Kaçınmak, ürkmek suretiyle uzak durduklarımızla. Haram, yapmadıklarımızı içeren sahanın adı. Günah da öyle. Kaçınmamız, uzak durmamız gereken alanın.
Kelime-i Tevhid dahî ile başlar. Negation’la. Redd u inkar ile. Reddin reddidir bu yüzden. İlke sahibi olmaktan çok, insanın ilkelerini koruması güçtür. Bilinmeli ki ilkeler icab ve kabulle değil, redd u inkar ile korunur. Karşı koymakla. Çözülmemekle. Direnmekle. Sabr u sebatla. Kısaca ayak diremekle.
İşte bu mülahazalarla, söyleyiniz lütfen, derdim, kaçınsınlar, yapmasınlar, aman o güzelim Çamlıca tepesine ehven-i şerr’i layık görmesinler. Kötülerin en kötüsünü. Gerçekleşme imkanına kavuşanını. Aman sözcüğü ebceden (sayısal olarak) Muhammed’e karşılık gelir, o nedenle bizler amandemekten, aman dilemekten rahatsız olmayız, acziyet şanımızdandır, der, aman diler, Çamlıca’ya hürmet için yakarırdım.
Sanırım Ankara yârânı sesimizi duymaz, ama siz duyun derdim. İstanbul’un sabık Şehremini olarak zevksizliğin, çirkinliğin, düşünce yoksunu o beton dövmenin Çamlıca’nın sırtına basılmasına lütfen izin vermeyin, diye yalvarırdım. İşgüzar idarecilerin, mabedlerimizi, şehirlerin en yüksek tepelerine demirden kocaman haçlar diken Sırplara, Hırvatlara, Makedonlara, Latinlere eş bir meydan okuma aracı haline getirmelerinin önüne geçiniz, diye inlerdim.
Son Peygamber’i, Son’un Peygamberini edeben sona bırakır, iniltilerin sultanı İsa Efendimiz gibi seslenirdim kendilerine. Matta İncili’ndeki gibi, dar kapıdan giriniz, derdim, çünkü kişiyi yıkıma götüren kapı geniş, yol da enlidir, üstelik bu kapıdan girenler çoktur. Oysa yaşama götüren kapı dar, yol ise çetindir. Bu yolu bulanlara gelince, onların sayısı çok azdır.
Yaşama, yani bu dünyadaki ve öte dünyadaki yaşama.
Demiri mizan’a vurmalı, cesareti mizan’ın kılavuzluğunda kullanmalı. Tarih ibretamiz örneklerle doludur.
Nedense pek az kimse bilir, Sultanahmet Camii yıllarca cemaatsiz kalmış ve İstanbul halkı, alimler de, halk da, o güzelim camide namaz kılmayı içlerine sindirememişlerdir. Çünkü henüz genç bir delikanlı olan I. Ahmed’in, ki 28 yaşında vefat etmiştir, kaprislerinin bir eseri olarak telakki edilmiştir, haklı olarak. Ulema da, urefa da camiinin yapımına destek vermemiştir. Buna karşın hakikatte bir opus-magnum, bir şah-eser olan Sultanahmet Camii’in güya kopyası iddiasındaki bu acul projenin acilen uygulanması yüzünden benzeri bir utançla ne İstanbul’un siluetine bir kabus çöksün, ne de gönüllerimizin tam da ortasına kara bir leke, diye istirhamda bulunurdum.
Fakat ben sadece bu ülkenin Başbakanına değil, bu ülkenin tüm insanlarına, tüm namuslu aydınlarına sesleneceğim. Henüz tümüyle yitirmediğimize inandığım Türkiye’nin Ruhu’na. Vicdanlarımıza.
Bir damla bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder, diyeceğim. Nârâ atmaya lüzum yok, ihtiyaç da. Hatta çığlığın bile yeri değil. Ama hiç değilse iniltimizi duyuralım. Gözyaşlarımızı çoğaltalım. Geliniz, siyasetin elindeki demirin sertliğini büyüyen gözyaşlarımızla yumuşatalım. Cesaretlerinin karşısına mizanı çıkaralım. Hikmeti. Hürmeti. İnsana. Eşyaya. Kuşa kurda. Dağa tepeye. Taşa toprağa. Hürmeti ve mehabbeti ve merhameti.
Sırf kendimiz için değil, artık bize katlanamayacak kadar yorgun hale gelmiş olan güzelim İstanbul için. İstanbulumuz için.
* * *
İnsan insanını gözlerinden ele verir. Gözlerinin ışıltısından. Yüzünün gözünün aydınlığından. Yaşam sevincini zaptedemediği anlar olur ya hani, ama nadiren, o an insanın gözlerinin içi gülüverir birden, gören olsa utanası gelir, göz aydınlığı işte o anı, o hali remzeder.
Gözün aydın olsun deyişi, Türkçe’ye has en güzel seslenişlerden biridir belki de. Bir temenni. Bir dua. Öyle ya, mazmunu, için içine sığmasın da gözlerinin içi gülsün a benim güzel dostum, demek.
Gözümün nuru deyişini de aynı tasarımın saçakları arasında bulmaz mıyız? Düşünsenize, bizler, insana has o ışıltıyı hep gözlerde fark etmez miyiz? Masumiyeti. Ruhun bekaretini. Saflığı. Sadakati. Özü. Özümüzü. Söylesene ey talib, biz bizi hep gözlerde bulmaz mıyız?
Göz aydınlığı gözlerde parıldayan sevinç ışıltılarının raksından ibaret. Hani şu, bütün ihtişamıyla, bebeklerini kucaklarına alan anne-babanın gözlerinde ancak görebildiğimiz parıltı. Bazen, erinin ta uzaklardan gelen mektubunu heyecanla açan yavuklunun gözlerinde, bazen gizli bir gururla topladığı bayram harçlıklarını sayan küçük bir veledin gözlerinde. Sanki saklı bir gururun dışavurumu. Uzun bir özlemin ardından gelen her kavuşma anında. Hem de bazen gözyaşlarının eşliğinde, ama hep pırıl pırıl, hep aydınlık, hep ışıltılı, hep dizginlenemez sevinç parıltıları halinde. Ne ki nadiren. Tekrar yaşamın o yorucu yakıcı yıkıcı akışına kapılacağımızı bile bile. Bir anlık. Gecenin karanlığındaki yakamozlar gibi. Ummanların derinliğindeki gibi. Nadiren ama esaslıca.
Sezdirmeye çalıştığım, hakikatte, Kur’an’da kurret’ul-ayn olarak tanımlanan halin ta kendisi. Kur’an’ın hakikat taliplerine va’dettiği ödüllerin en soylularından biridir göz aydınlığı. Bu dünyada ve öte dünyada.
Nadir oluşu, tanrısal oluşunun temel nedeni. Dünyada kaybolduğumuzu her farkedişimizde, bir çift gözden ancak izini sürebileceğimiz tanrısallık o aydınlanışta tecessüm eder. İnanınız lütfen, insan insanını gözlerinden ele verir. Her şeylerini saklamayı ustalıkla beceren hiçliğin abideleri o veliler bile, evet, onlar bile bir tek gözlerini saklayamazlar. Velayetin, yani göz nurunun çağıldadığı pınardır gözler. VE o gözler asla kendilerini saklamayı beceremezler.
* * *
Ne şaşırtıcı değil mi, göz aydınlığı, Efendimize (s.a) bu dünyadan sevdirildiğini bildiğimiz üç nesnenin sonuncusu. Hakikatte bu âlemdeki tek tesellisi. Yegâne ışıltısı. İlki kadın. İkincisi güzel koku. Üçüncüsü göz aydınlığı. Lakin başka bir şeyle değil, en ziyade namaz halindeyken hasıl olan bir göz aydınlığı (kurret’ul-ayni fi’s-salati).
Hakikat ehli burada hemen şöyle bir uyarıda bulunur:
Efendimizin göz aydınlığı, namazın, ibadetin kendisinden alınan bir hazzın ifadesi olmayıp, namazda Hakk ile vuslat sebebiyle hasıl olan bir hazzın ifadesidir. Çünkü kişinin ibadetin kendisiyle zevk ve telezzüz etmesi, onun eksikliğine delalet eder. Efendimizin göz aydınlığının asıl nedeni, namazın kendisi değil, namazda sevgilinin huzurunda olmaktı. Cemali seyretmekti. Güzeli. Güzelliği. Nitekim hadis-i şerifte, namaz sebebiyle (bi’s-salat) değil, namazda (fi’s-salat) denilmiştir.
Basit bir kelime oyunu mu?
Asla ve kat’a!
Bilenler bilir, ibadetin kendisinden zevk alınması caiz değildir, ibadet ibadetin amacı değildir çünkü. Nafile ibadetlere düşkünlük, ekseriyetle ibadetin amacını unutmanın bir alameti olarak görülür, ve hakikat ehli, ibadete düşkün müridlerini, maksadı unutup ibadetten zevk aldıkları gerekçesiyle kenara çekerler. Dinlendirirler. Çünkü değil mabed, ibadet bile teferruattır mabuda nisbetle.
Peki ya asıl amaç nedir?
Amaç kurbiyettir, yani sevgiliye yaklaşmak, yakınlaşmak. Dizlerinin dibinde eğleşmek. Huzurda olmak. Görülemese bile hakikatin saç diplerinden kokusunu almak. Firakın acısını dindirmek. Hasretin. Özlemin. Dünyaya ve dahî dünyada savrulmuşluğun ızdırabından bir anlığına olsun uzak kalmak. Yüzümüze bakar mı, diye ummak, acaba bir merhaba der mi, diye. Pencerenin kenarına çıkar mı, bir iz, bir im, bir işaret bırakır mı diye.
Maksud-ı aslî ne ibadettir, ne de mabed, asıl amaç mabuddur. Sevgilinin ta kendisi. Rızası. Cilvesi. Hakikatte ve fakat her halukarda cemali, hatta celâli.
Göz aydınlığının yegâne sebebi o. O, çünkü uzak gibi. Uzakta gibi. Seslensek duyamayacakmış gibi.
Mabedler yapıyoruz, huzuruna çıkmak için, sesimizi duysun diye. Sesini duyabilelim diye. Lakin sırf zahirde. Gerçek aşıkları, mabudlarının gerçek mabedinin gönülolduğunu, onun cemalinin kendilerine şahdamarlarından daha yakın bulunduğunu bilmezler mi, elbette bilirler. Ama ne farkeder, bilseler bile, onlar ona onun da beğeneceğini umdukları evler inşa etmekten kendilerini alamazlar. Mabedler. Mescidler. Camiler. Şapeller. Kiliseler. Havralar. Hep evler. Cemevleri. Dağ başlarına, tepelere, bazen en kalabalık, bazen de en tenha yerlere. Kuytuluk köşelere. Bazen mağaralara. İnlere. Sırf onun ismini anmak için. Lütfen bizden vazgeçme, diye ricada bulunmak için. Sen olmazsan bizler bu acılara katlanamayız, lütfen bizi terketme, diye istirham etmek için. Ama sade onun için. Sevgilinin hoşnutluğunu kazanmak için. Mabed işbu gayeye hizmetin mahsulüdür. İbadet de öyle. Hepsi de mabud için. Hepsi de sırf ona yaklaşıp yakınlaşmak için.
Hatırlanacak olursa, Efendimize (s.a) ilk seslenilen yer Hira’ydı. Onun mabedi bir mağaracıktı. Hani şu amanamanın simgesi. Küçücük. Daracık. Alemlere asıl rahmet o mağaracıktan yayıldı. Sade Ayasofya’dan, Selimiye’den, Sultanahmet’ten değil.
İbrahim’in yaptığı mabed, o muhteşem Kabe-i Muazzama, ağzına kadar putlarla doluyken, Ruh’ul-Kudüs o devasa yapıya, ne içine, ne çevresindekilere tenezzül buyurmayıp hemen yanıbaşındaki Cebel-i Nur’un tepesinde, küçük bir mağaraya inmeyi tercih etti. Abdullah’ın yetimine. Amine’nin yavrusuna. Hakk’ın cebri (Cebrail), cesametteki büyüklüğü ve heybeti değil de mânâdaki küçüklüğü seçti, yetimin sağ omuzundaki o küçücük mührün üzerine bûselerini kondurdu.
Biz bu yüzden aman diyoruz, ne dileyelim ey demir sahipleri, sizlerden sadece aman diliyoruz.



Bir budist derviş olaydım, hayvanların sırtlarını dağlar gibi, Çamlıca’nın omuzunu o çirkin dövmeyle dağlayacaklarının farkında bile olmayan ekabiri engellemek amacıyla ve hem de halkımı bu utançtan kurtarmak niyetiyle, hiç tereddüt etmeksizin, üzerime benzin döküp kendimi yakmak isterdim. Lakin hem itikadım, hem de hikmet’ten bu fakire nasib olan hisse böylesi bir itiraz biçimine izin vermiyor. O nedenle, bu toprakların haşarı çocuklarına vasiyetimdir, ben öldükten sonra, demir’i ve cesaret’i yumuşatmayı becerememiş bu yazının basılı olduğu sayfaları yakıp küllerini o kabus’un civarına saçsınlar!






Facebook

TANRI veya İNSAN

$
0
0


28 Ocak 2013








Bundan böyle tanrı’nın adını daha çok duyacağız.








Ne ki kendimizi daha dindar veya daha dinsizhissedeceğimizden ötürü değil, bilakis, hep olduğu gibi, bazılarımız kendilerini daha muktedir, daha mütehakkim, daha mütecaviz, bazılarımız ise daha çelimsiz, daha çaresiz ve daha yalnız bulacakları için.

Evet, tanrının adını, ama hemen yanısıra insanın da adını.

Biri olmadan diğeri asla kavranılamaz. Aşk’tan mahrum bir kudret, kudret’ten mahrum bir aşk, bu haldeyken varlık asla kendini tümleyemez. Bilinmek için seni yarattım, dediği duyulmuştur toprağın derinliklerinden. Kendini seyretmek için aynaya muhtaçtır, yetkin bir mazhara. Sırf zuhur etmek için.

İstemin doğası iyi kavranılmalı, insan, kendini kandırmadıkça, gücü ve zorunluluğu tikelden çıkarsamayı beceremez. Kendisinden. İster istemez başkasına muhtaçtır. Başkalarına.

Başkasına muhtaç olma duygusu, vicdanı oluşturan ilkelerin en esaslısı bu yüzden, en derini, en köklüsü. Başkasına, yani ötekine, her daim ben’in, biz’in sınırlarını belirleyen diğerine, diğerlerine.

Ben varsa, sen de vardır. Ama hep bir başkası. Başkaları. Yazgı böyle, her daim başkalarıyla varoluruz, kendimizi daima başkalarında varederiz. Elimizde mi sanki, başkalarına muhtaç olduğumuzu her idrak edişimizde, tanrı hemen yanıbaşımızda beliriversin de elimizden tutsun isteriz. Kendilerine muhtaç olduklarımızın da muhtaç olduklarına inanmak isteriz çünkü. Yalnız olmadığımızı, bir ömür boyu korunmasız bırakılmayacağımızı ummak isteriz. Madem varolduk, insanca varolmayı isteriz. İstemekle yetinmeyiz, gücümüz de olsun isteriz.

O istemler, istemeler sayesinde insan değil miyizdir zaten?

Cupiditas est ipsa hominis essentia, der Spinoza. Arzu, insanın özüdür.Arzu, yani insanın kendi varlığını sürdürmek için harcadığı çaba (conatus).

Peki ya tanrı’nın özü?

Felsefe’nin vereceği yanıt, kabul edilmelidir ki, insanın tanrı’ya ilişkin en sıkı soyutlamalarından biridir:







Dei potentia est ipsa ipsius essentia! 

(Tanrı’nın kudreti onun özüdür.)







Bir yanda arzu ve irade, diğer yandaysa kudret.

Ne ilginç değil mi, insanın payına düşen hasret, buna mukabil tanrının yanında, hep yanında olansa güç ve kudret!

Her fırça darbesinde hayatımı tehlikeye atıyorum, der Cézanne. Çaresiz söylemek zorundayım, bundan böyle tanrı’nın adını daha çok duyacağız, ve fakat onun adını her duyuşumuzda, kaçınılmaz olarak, insanın adını da duymuş olacağız.

Çok az kaldı, tanrı ve insan arasındaki ve bağlacının kıyıcılığı sona erecek. Firak vuslata dönüşecek. Bir gün. Zorunlu olarak.

Çağın ruhunu takdimimdir: tanrı veya insan.

Modern zamanların çocukları olarak istemi ve gücü bundan böyle hep yanyana idrak edeceğiz. Kendimizde ve dışımızda. Başkasında. Gayr-ı şahsî (unpersönlich) ilkeler demetine dayanmaksızın doğayı da, toplumu da açıklayamayız çünkü. Sözgelimi varlık, evren, devlet, vatan, ulus, din, insan, para... hepsi de birer soyutlama, safi soyutlama değil mi?

Tarih boyunca tanrı’yı bu soyutlamalardan birine indirgemeye veya aralarında üleştirmeye yönelik hamlelere karşın, kudret tahtı hep boş kaldı ve tanrı, insanın muhtaç olduğu gayr-i şahsî ilkeolarak sıralamanın en üstündeki yerini daima korudu. Ama ilke olarak, yani bir kavram, bir ide olarak.

İman edildi, inkar edildi, farklı biçimlerde yorumlandı, değiştirildi, dönüştürüldü, hatta öldürüldü, ama bilim adamlarının, filozofların, ilahiyatçıların zihinlerinin bir yerlerinde ister istemez sürekli varoldu, olabildi. Oysa insanoğlu pratiktir, pragmatiktir, hiçbir kavramdan başını okşamasını beklemez. Hiçbir ide’den kendisini sevmesini, gözetmesini, kendisine yardım etmesini ummaz.

Kavramın, kavramların kudret ve kuvvete nisbetleri ne ki?

İnsan tanrısını hemen yanıbaşında bulmak ister, zihninin derinliklerinde değil. Bir ide, bir kavram olarak hiç değil. Canlı kanlı halde nefesini duymak, yumuşacık kanatlarının sıcaklığını hissetmek ister. Şahdamarından daha yakın olmak da neymiş, düşünmek değil, duyumsamak ister, tıpkı bir anne gibi, bir baba gibi. Bazen bir kardeş gibi. Kendisini ne zaman çaresiz hissetse, ne zaman terkedilse, reddedilse, itilse kakılsa, kimsesiz olduğu yüzüne vurulsa, hemen onu yanıbaşında bulmak ister. Elinden tutsun, başını okşasın, o narin, o zarif parmak uçlarıyla gözyaşlarını silsin ister.

Nothing to be done! 

II. Dünya Savaşı’nda yeterince yorulduğu, yeterince hırpalandığı için, insan aynen bu şekilde inlemeye başlamıştı.

Yapacak bir şey yok!

İnsan, yani beden, yani et, sinir ve kas, yani el ve ayak. İnsan, yani madde. Beckett’ın Godot’yu bekleyen insanı. Tanrı’yı. Ama sadece bir tarafı. Tek tarafı. Estragon (Gogo). Öyle ki savaş boyunca bombalar sağanağına dönüşen maddecik bile en nihayet yorulacak ve eylem yerine beklemeyi seçecektir.


Belki şehrin son delisi de ölecek, belki de mezar taşında şöyle yazacaktır: 

Kül mü olayım, kor mu kalayım, ama her halukârda alevsiz yanayım.

Risk büyük, çünkü ardında, bedelini ödeme kararlılığının bulunmadığı her tahayyül, ister istemez insanın, kendisini yaşamda tutan en esaslı yetisini zaafa uğratacaktır. Umudunu.


Size tanrı’dan haber veremem. Masum değilim çünkü. Sadece insandan söz edebiliyorum bu yüzden. Tümüyle insandan.

Godot bugün gelmeyecek ama yarın mutlaka gelecek!

İnsan sadece masum olanın sözüne inanabilir. Bir çocuğun sözüne. Geleceğin. Umudun. VE yaşamın muhtaç olduğu sözlere. Bu nedenledir ki, aydınlanma konusunda bana güvenmeyin, diyen Pozzo’nun, yani Kilise’nin hiçbir vaadine inanmamakta mazuruz. Has ipekten kefenlerin. Müesses dinin. Deneyimliyiz çünkü.

Godot’ya ne diyeyim, diye bize sorarsa birgün bir yetimin gözleri, Vladimir (Didi) gibi biz de, sadece bizi gördüğünü söyle ona, yeter, diyeceğiz. Beklediğimizi söyle ona, yerimizi terketmediğimizi. İnsan kalmakta ısrar edeceğimizi.

İnsan kaldıkça, ister istemez, tanrı’nın adını daha çok duyacağız.

O halde söyle ey sâbi, bizi gördüğünden eminsin değil mi?


KAYNAK: Dücane Cündioğlu, "tanrı veya insan", Hürriyet (Fikirler 2013, s. 16), 28 Ocak 2013


Facebook

CUMHURİYET DİNDARLIĞININ TRAJEDİSİ

$
0
0

12 Mayıs 2013







İstanbul’un en çok kitap satılan semt ve/veya ilçelerinin hangileri olduğu sorulsa, sanırım listenin hemen başında İstanbul’un şu üç ilçesi yer alır:

Beyoğlu, Beşiktaş, Kadıköy.

İlk ikisi Boğaz’ın Avrupa yakasında, üçüncüsü ise Anadolu yakasında.




Kitabın en çok satıldığı, yani en nitelikli kitapların değil sadece, en nitelikli kitapçıların da bulunduğu yerlerin başında geliyor bu üç ilçe.

Sevimsiz bir yükü omuzlamaktan kaçınamam, açıkça sormak zorundayım bu yüzden.

Acaba Fatih, Eyüp, Üsküdar gibi görece muhafazakâr ilçeler bu koca şehirde kitaba ve kitapçılara evsahipliği yapmaktan kaçınırlarken, onları, niçin Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy ilçeleri bağırlarına basmakta?

Bir rastlantı mı? Şehre özgü ulaşım olanaklarının kahredici bir cilvesi mi? Yerel yöneticilerin basireti ve/veya basiretsizliği mi? Niçin Eyüp değil de Beyoğlu mesela, Üsküdar değil de Kadıköy, yoksa bu karşıtlık nasıl işlediğini bilmediğimiz bir mekanizmanın mı eseri?

Karşıtlığın nedenlerini belirgin kılmak istiyorsak, soru sormaya devam etmeli, örneğin yanısıra kafelerin, restoranların, bar ve meyhanelerin, kültür ve eğlence yerlerinin yoğunlaştığı semt ve/veya ilçelerin hangileri olduğunu da sormalıyız.

Bu sefer alacağımız yanıtlar bir farklılık arzedecek mi?

Hiç sanmıyorum, çünkü kitapçıların yanısıra eğlence mekanlarının, tiyatroların, sinemaların, barların en çok yoğunlaştığı semtler de yine bu üç ilçe içerisinde yer almakta. Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta, Kadıköy’de. Üstelik birbirinden yalıtılmış bölgecikler halinde değil, yanyana, bitişik halde, neredeyse içiçe. Üç uzun cadde. İstiklal, Ortabahçe, Mühürdar caddeleri.




İstiklal caddesinin renkliliğini ayrıca tasvire ne hacet, sade tasavvuru bile yeterli. Beşiktaş’ta (Ihlamurdere’ye çıkan) Ortabahçe caddesi sizi iki büyük kitapçının arasından hoşâmedi ederken, daha ikinci adımınızı atmışken Çarşı size hemen ellerini uzatır. Kadıköy’de Mühürdar caddesi iki taraflı kitapçı dükkanlarının arasından bir lalezar gibi sizi sînesine davet ederken, cafe ve restoranlar biraz ötenizden size seslenirler. Hele akşam olmaya görsün, ışıl ışıl yanar her yer. 





Apolloncu yarar ilkesi, Dionysosçu haz ilkesine daha fazla direnemez, pazarlık yapmak zorunda kalır. İkisi de bir türlü birbiriyle başedemez. Pazarlık pazarın şanındandır çünkü. Müzakere ve diyalog. Eşit ve özgür olanların diyaloğu, farklı olanların müzakeresi.

Kitaba ve kitap okumaya düşkünlük ile eğlence, haz ve zevk birarada yaşamak için bu semtleri tercih ettiklerinden, üçü de zaman içinde kendilerine özgü birer kültür havzasına dönüşmüş. Her birinin belleği var, çünkü muhayyilesi var. Muhayyilesi var, çünkü önlenemez bir devinimi var. Devinimin olduğu yerde yaşam, yaşamın olduğu yerde haz vardır, hazzın olduğu yerde de kültür. Bir tek iktidar yoktur. Tek boyutluluk. Her halukarda farklılıklara hürmet vardır çünkü.

İster istemez bir de gürültü vardır. Gürültü, hem de ne azîm bir gürültü, koca bir ırmağın çağıldayan sularının gürül gürül akışının değil ama, aksine insan yığınlarının o muazzam yayılışının gürültüsü. Bulutların arasından sızan ışıkla işbirliği halinde talihsizliklerin, alınganlıkların, kibir ve hasedin üzerini bir şal gibi örten şehrin gürültüsü.

Bireye, bireyselliğe, dolayısıyla farklılıklara nefes aldıran ortamların bu denetimsiz gürültünün ortasında saklanmasından daha doğal ne olabilir?

Olmaz, olamaz, çünkü şehir yaşamının canlı olduğu yerlerde belirir neş’enin alametleri. Sadece neş’enin mi, hüznün de! Taşra’nın tekdüzeliğine, hatta teksesliliğine karşın şehrin o akılalmaz karmaşası. Bir senfoni. Akıl ile kalbin çatıştığı nice arasokak. Çatıştığı ve uzlaştığı. İkinci doğa âdeta. Kültür. Bir şaka gibi sanki, kultur, yani hars veya ekin. Ama bu sefer toprağa değil, insan bilincine. Şehrin bilincine.

Her kadim şehir varoluşunu hem aklî (Apolloncu), hem de kalbî(Dionysosçu) ilkelerin yarattığı gerilime borçludur bu yüzden. Bu gerilim değil midir ki şehir halkının, Nietzsche’nin deyişiyle, hem daha neşeli (heiterer), hem daha bilimsel (wissenschaftlicher) olanın arasında salınmasını mümkün kılan?

Bir yandan aklın ve düzenin, uyumun ve kontrolün, nizam ve intizamın hükümfermâ olduğu anacaddeleri inşa eden Apolloncu ilke, öte yandan taşkın ve coşkun duyguların esrimelere yol açan o denetlenemez usdışılığının saklandığı arka sokaklardaki mütebessim Dionysosçu seziş ve kavrayış!
Atina’da agora meyhanelerinde, yani çarşıda sadece lâf u güzafla vakit öldürülmez, Greklere özgü o şölenler (symposium) en ciddi felsefi tartışmalara da evsahipliği yapardı.





Köyceğiz Gölü’nü Akdeniz’e bağlayan Dalyan Çayı’nın sağ kıyısındaki Kaunos (Kbid) antik kentini bilir misiniz, ne ilginçtir ki arkeologlar o kentte hâlâ bir odeon veya bouleuterion izi bulamadılar, bu nedenle theatron’da sadece tragedya ve komedyalar oynatılmakla kalınmadığını, yanısıra müzik dinletilerinin ve politik kararların alındığı halk meclisi toplantılarının da orada yapıldığını söylüyorlar.





Şaşırmamalı tarihin cilvelerine, Dionysos’un mabedinde, hem gösteri, hem müzik, hem siyaset.
Dağlar gibi dalgaların dört bir yana doğru, uğultuyla yükseldiği ve indiği azgın bir denizde, bir gemici, bir sandalın içinde, güçsüz teknesine güvenerek nasıl oturursa, yalnız insan da böylece sakin oturur, bir acılar dünyasının ortasında, principium indivuduationis’e dayanarak ve güvenerek.
Schopenhauer’in tasvir ettiği işbu hayal (maya) perdesini Apolloncu ilkeye uyarlamakta hiç tereddüt etmez Nietzsche.

Bakmayın siz tablonun ortasında bir gemiciye rol verildiğine, gerçekte, şehrin törpüleyici düzenliliği tarafından sürüklenen masabaşı insanının yazgısıdır anlatılmak istenen. Büro yaşamının eşitlikçi düzenekleri arasında eriyip giden zavallı insanın. Kısaca bireyin.

Principium indivuduationis!

Türkçesini nasıl bulalım da söyleyelim, eskilerin diline başvuracağız çaresiz. Toplumsal olanın ortaya çıkardığı bu halin adı teferrüdve teşahhus. Çağdaşlarımız bireyleşme, bireyselleşme diyorlar, hem de teferrüd’de kendisini saklayan ferdile, teşahhus’un içinden gözlerini bize dikmiş bakan şahsın varlığına karşın. Ferdve şahıs sözcüklerinin yanında birey de biraz cılız kalıyor ne yazık ki, bireyleşme de. Öyle ya, hani nerede şu canım ferdiyet, nerede şahsiyet, nerede çağrışımlar ülkesinin, yani dilin insanın ayağını yerden kesen şu baştan çıkarıcı kadîm cilveleri?

Neş’e arasokaklarından sızar şehre. Derken, ciğerleri dolduran kokusu, farklılıkların yanından süzülmeden edemez özgürlüğün. Kuruntularına aldırmaz bile, bir çırpıda eşitliği ihlal eder. Bilhassa geceleri. Işıkların körelttiği karaltıların arasında. Meydanlarda.
Kentin eşitlikçi düzeni, anacaddelerinde, ferdiyeti ve şahsiyeti adım adım oluşturmakla kalmaz, şehrin insanlarını arasokakların o özgürlükçü belirsizliğiyle tehdit etmeyi de sürdürür. Üstelik farklılıkların ölçüsüzlüğüyle. Bireylerin.

Kitap ve eğlence. Düşünce ve sanat. Düzen ve düzensizlik. Müzik ve belirsizlik. Kısaca haz ile anlam’ın aniden ve yeniden çarpışması: sevinç.

Öncelikle yığınlar, ve pek tabii ki sonra şehrin tam da ortasında fıçılarının içinde kimseyi rahatsız etmeden oturmayı beceren bireyler. Görünüş’ün alametleri çoğaldıkça inadına gözden yitip giden Aristotelesçi cevher-i ferd’ler. Ama hep yanyana. Birlikte. Çelişkiden çok karşıtlık. Birbirini hem iten, hem çeken beşik tonozu kıvamında. Bir kemer gibi. Kilittaşı da, insanın, kaslarını, karşıtlıkların oluşturduğu yüreği. Mırıldanmaya ne gerek var, açıkça söylemeli, şehrin ana sermayesi insan yüreğidir. Ölçüye ve ölçüsüzlüğe aynı anda hürmet etmeyi bilen insan yüreği.

İnsanın beyni kitapçılara gereksinim duyduğu kadar, gönlü de yanısıra teselliyi bazen kafelerde, restoranlarda arar. Hem hüzün, hem neşe. Geçim sıkıntısının lafı mı olur, sıkıntının hası: can  sıkıntısı.Daralan ruhlar. Dev panoların altında, parlak neon ışıklarının önünde karaltılar. Belli belirsiz üstelik. Yığın ve birey. Eşitlik’le çatışan özgürlük. Tekdüzeliğe teslim olmamakta direnen farklılık. Her daim ölçü ve ölçüsüzlük. Başka bir deyişle, vérités de la raisonun (akıl gerçekliği)  yanısıra bir de vérités du fait (olgu gerçekliği). İstanbul’da kültür ve sanat denince, çaresiz Beyoğlu, Beşiktaş ve Kadıköy.



İstanbul’un gerçek karakteri: kosmopolis

Farklılıklar-arası gerilimin yarattığı cennetler.

Rengarenk bahçeler yani. Her dinden, dilden, kültürden çiçekler. Her şehirden, her bölgeden, Türkiye’nin her kesiminden. 

İnsan, hep insan! Önce ve sonra insan!




Gayr-i müslim vatandaşlar, diğerlerine nisbetle üç ilçede de hâlâ hatırı sayılır bir nüfusa sahip bu yüzden. Bir türlü içimin ısınamadığı o sözcükle azınlıklar. Yanısıra sol ve liberal kesimlerin ağırlıklı olarak yaşadığı yerler buralar. Başka deyişle, çokluk İstanbul’un şehirleşmiş popülasyonu. Esasen İstanbullu değilse bile, artık İstanbullu olmuş kesimleri.

VE öte yanda, mahcup bir halde susakalmış üç koca ilçe, hazdan ve zevk ilkesinden uzakta üç kadim belde, hem de bir kanadı kırık tam üç yüzük kaşı. Fatih, Eyüp, Üsküdar. Bir asra yakın bir süredir kendilerine gelemiyorlar, bir türlü geçmişlerine yaraşır bir kültür havzası olmayı başaramıyorlar. Bugün’de ve şimdi’de yaşamadıkça, zamanda ve mekanda geçmişin mirasına bir gelecek sunamayacaklarını anlayamıyorlar.

Niçin?

Henüz terkettikleri köyün hatıralarıyla meşgul yerel yöneticilerinin beceriksizliği mi, yoksa ilçe sakinlerinin yaşamdan uzak, neş’eden uzak, devinimden uzak taşralı ufukları mı?

Her ikisi de değil, çünkü bu ihtimalleri geçersiz kılacak bir geçmişe sahip oldukları malumumuz, zira gayet iyi biliyoruz ki ne eski Fatih, ne eski Eyüp, ne de eski Üsküdar bugün işaret ettiğimiz türden uzaklıklara aşina idiler.

Peki sorun nerede? Cumhuriyet dindarlığının bu denli haz ilkesinden, yani şehir yaşamından, kültürden, neş’eden, umut ve sevinçten uzak oluşunun asıl sebebi ne?

Fatih’in merkezinde Fatih Camii, hemen yanında çarşısı (Malta). Eyüb’ün merkezinde Eyüp Sultan, hemen yanında çarşısı (İkram ve Arasta). Üsküdar’ın merkezinde Mihrimah Sultan ve Yeni Cami, yine hemen yanında çarşısı (Atlama Taşı). Benzerlerine bütün Osmanlı şehirlerinin merkezinde rastlayabileceğiniz türden, loncaların belirleyiciliğinde oluşmuş küçük dükkanlardan müteşekkil tipik çarşılardır bunlar. Örneğin Bursa’da, Muğla’da veya Üsküp’te, Saraybosna’da, hep aynı arasta’lar. Cami ile çarşı yanyana, hatta içiçe. Pek tabii ki yanısıra medreseler, ve (sonraları) taş mektepler. Kısaca düzen ve intizam. Kurallar ve yasalar. Her türlü değişime direnen töreler.




Peki zevk ilkesi?

Şiir ve musiki?

Bunca yasaya, bunca kurala rağmen, hani kuraldışılık, hani farklılık, hani çeşitlilik?

Özgürlük nerede? 

Deliler ve sarhoşlar?

Şairler ve dervişler?




Fransızların la raison a toujours raison dedikleri gibi haklı olan, hâkim olan hep akıl mıdır bu beldelerde?

Yegâne belirleyici, tartışmasız hakem, topluluğu kayıtsız şartsız zabt u rabt altına alan hep Musa’nın şeriatı mıdır, Hızır’a hiç mi yer yoktur?

Hep Arapça’nın kesinliği mi Türkçe’nin yalınlığına eşlik edecek olan, hani nerede Farsça’nın kıvraklığı ve ürkekliği?

Bu kadar mı tek boyutludur bu şehirler? Yoldan çıkmaya, günaha hiç mi izin verilmez? Günaha, yani mahremiyete, yani sırr u esrara, yani neş’eye, hüzne, eğlenceye, şiiriyete?
Nizam’ul-Mülk yaşıyor hâlâ, ama Ömer Hayyam nerede? Molla Kasım’lar da tamam artık, peki ya hani Yunus’larımız? Vani Efendi’ler her yerde, peki ama Niyazi Mısrî’ler nerede? Ebusuud Efendi’lere sözümüz yok, İbn Kemal adaylarına da, iyi ama a dostlar bizim gözlerimiz İbrahim Maşukî’leri arıyor. Hani şu, ey canlar dedikçe canlarına okunan şah-ı merdan çocuklarını. Çentik atılmış isimsiz mezartaşlarıyla bile nadanın nazarından saklanan şehrin us’lanmaz deli çocuklarını.

Mehmed Akif’i dilinizden düşürmüyorsunuz, ama siz bize niçin Neyzen Tevfik’ten hiç söz etmiyorsunuz? Hani şu Yenikapı Mevlevihanesi’nin eşiğinde büyüyen ser-mestten. Akif’in dostundan? Medreselerin estirdiği poyraz ve lodos şöyle dursun, seher vakti tekkelerde esen meltemlerin bile ciğerlerini harab ettiği İstanbul’un has evladından? Sokakların sultanından, delilerin, meczubların, serserilerin pirinden?

Cibril’in inişi için insana hüzün ve keder gerek, peki ya Cibril’i bile geride bırakacak mirac için? Hani sizi yedi kat semanın üzerine uçuracak Refref’iniz, hani üzerine bineceğiniz Burak, lütfen söyleyin a dostlar hani nerede semavi cazibe, mehabbet ve aşk nerede?

Dindar semtlerde neş’e, hüzün ve yanısıra derin kültür arıyorsak, çaremiz yok, tekkelerinin izlerini takip edeceğiz.

Fatih’in Haliç’e bakan tarafı medresenin, medresecilerin yakası, peki Hırka-i Şerif’e mücavir olan yaka? Avam bir yanda, peki havass? Hani İskenderpaşa’nın eski asaleti? Asitane’nin sesi hiç mi ulaşmaz Mihrimah Sultan’ın civarına? Asitane’nin, yani Yenikapı Mevlevihane’sinin? Cerrahi Tekkesi’nde inleyen ses, içten gelen bir sestir, ama Fatih hiç duymaz bu sesi, duysa bile hazmetmeyi beceremez. Hele hele delilerine ve sarhoşlarına tahammül bile edemez.



Eyüp Sultan’da, Haliç’in kenarında suya dudaklarını değdiren o ünlü Bahariye Mevlevihanesi’nin yerinde yeller esti yıllarca.

Güya restore edildi de n’oldu, şimdi ideolojinin merhametsiz pençeleri el koydu o canım binaya.




Çırağan Sahilhanesi’ne feda edilmiş Beşiktaş Mevlevihanesi’nin bedeninden eser kalmamış olsa da, İstiklal caddesinin tutunamayan çocuklarına kucak açan Galata Mevlevihanesi Tünel’in yanıbaşında veya Üsküdar Mevlevihanesi başından itibaren hem bedenen, hem ruhen tüm haşmetiyle saklandı durdu Doğancılar’ın arka sokaklarında.





Eyüp’te Haki Baba Tekkesi’nin İstiklal Harbi’nden sonra nasıl hiç esamesi okunmadı ise, Üsküdar’da Özbekler Tekkesi’nin de bir daha doğru dürüst çığlığı duyulmadı. Mehmed Akif’in ve dostlarının ziyaretçilerinden oldukları Beylerbeyi’ndeki Bedevi Tekkesi’nin de, Havuzbaşı’ndaki Afgani Tekkesi’nin de bugün adını da, yerini de bilen ne az kimse var.

Sözün özü, Eyüp’te de, Fatih’te de, Üsküdar’da da hüzün ve neş’e vardı bir zamanlar. Haz ve zevk ilkesinin hası hem de. Çünkü yüzlerce tekkeyi sînelerinde saklıyorlardı. Sadece sarhoşlara, berduşlara, külhanbeylerine mi, bahtı karalara da, aşıklara da, tutunamayanlara da kucaklarını açıyorlardı. Delilere. Şairlere, hep şairlere. Şiire.

Cami ve Medrese ve Çarşı merkezi temsil ediyordu, nizam ve intizamı. Anacaddeleri. Musa’nın şeriatını. Hızır ise tam da aksine arasokaklarda dolaşırdı, iktidarın aşinası olmadığı izbe mahallerde, bazen mehtaba çıkamayacak kadar yorgun aşıkların düşlerine girer, bazen tekkelerin tevhidhanelerinde, kafeslerin arkasından da seyretseler el-âlemi, o gönülleri kıpır kıpır genç kızların hayallerini zenginleştirirdi.

Konaklar arasında sevgililere mektupları kimlerin taşıdığını sanıyorsunuz, elbette öncelikle çocuklar, sonra bohçacılar, derken deliler, meczublar, dervişler...

Şehir yaşamının işaretleri bir zamanlar bu dindar semtlerde de vardı. Öncelikle diri bir yaşam, özellikle düşünce ve sanat, yani kültür, yani neş’e! Cami ile tekke arasında oluşan gerginliğin tüm meyveleri. Yasak olduğu için yasak çiğneyiciler de eksik olmazdı şehrin sokaklarından. Günah.

Cumhuriyet dindarlığının dünyasını sadece Cami şekillendirdi, hâlâ da şekillendirmeye devam ediyor. Anlamı hazla buluşturamadığından olsa gerek genellikle neş’esiz ve hülyasız. Had ve hududdan ötesini bilmeyen bir dindarlık bu! Güya yüzünü geleceğe dönmüş ama şimdi’siz ve burada’sız, yıldızlara gözünü dikmiş yürürken çakıltaşına basıp düşen bilgeler misali. Mısır’dan, Pakistan’dan, İran’dan yapılan beylik çevirilerce ideolojik ufku belirlenen Cumhuriyet dindarlığı, yıllardır Tanrı’yı şehre nasıl davet edeceğini düşünüyor. Sadece camilerde toplanmayı biliyor, derneklerde, kurs binalarında, bir de gençken göçmenliğin bütün faturasının kendisine çıkarıldığı bekar odalarında.

Evet, içim yanarak söylemek zorundayım, neş’eden ve hüzünden uzak bir dindarlık bu. Farklı olanı (hoş)görme yetisinden neredeyse mahrum. İlmihal sadeliğinde, ve namaz hocası katılığında.

Şehrin aşure tadındaki çoğulculuğu sadece farklılıklar-arası gerilimin yol açtığı zenginliği ortaya çıkarmakla kalmaz, insana olduğundan daha farklı olabilmenin olanaklarını da sunar. Korkma, istersen değişebilirsin, der. Sana güven veren alışkanlıklarını gözden geçirebilirsin, dilersen bir başkası bile olabilirsin, diye kulağına fısıldar. Süreklilik ilkesinin yanısıra değişmenin heyecanından da mahrum etmez insanı. Hiç çekinme, şiirin, müziğin ve raksın (semahın) eşliğinde ruhunu pekâlâ katılaşmaktan kurtarabilir, bakışlarını kendine çevirmeyi bildiğinde dünyayı da yerinden oynatabilirsin diye muştulamaktan kaçınmaz insanı.

O halde bir türlü şehre ısınamamış yığınların desteğinde kurumasına izin vermemeli canım yaşam ilkesinin, inat edip onu asla ideolojik müsamahasızlığın cenderesinde öğütmemeli, eskilerin tabiriyle havalandırmalı, onu sevinçle şehrin üstüne serpmeli. Yaşamın en temel ilkesini. Arzu’yu, sevgi’yi, aşkı, ama her daim aşkı.

Tüm şehir o aşktan nasiplenmeli, Bektaşilerin duasıyla, evvela, aşkolsun erenler, demeli. Aşkolsun, yani herşey aşka dönüşsün, diye seslenmeli. Israr edilecekse, aşkta ısrar edilmeli.

Ne yapıp edip tanrı’yı şehre çağırmalı! Belki de meydanlarda toplanmak yerine usulca şehrin arasokaklarına dağılmalı!

Aramıza ‘rahmet’in inmesini istiyorsak, korkmamalı, neş’eyle semaya yükselip oradan tekrar şehrin üstüne damla damla düşmeli!

NOT: Bu yazı, ilk olarak "Tanrıyı Şehre Çağırmalı" başlığıyla yayımlanmıştır. (Hürriyet, 12 Mayıs 2013)

http://www.hurriyet.com.tr/kultur-sanat/haber/23257243.asp



Facebook

TAKSİM MANİFESTOSU

$
0
0



16 Haziran 2013
BİR

A’raftayım, ve yalnızım.

Aradayım.

Lakin ne bir yanım cennet, ne öte yanım cehennem, bilakis iki yanım da tümüyle cehennem!

Sade iki yanım mı, dörtbir yanım, her yanım, âteş-zâr olmuş sanki, dinmek bilmez alevler içinde yanmaktayım. Çünkü yaşamları boyunca hep haklı olanların arasındayım.

Avurtlarını kendi hakikatleriyle, ama hep hakikatleriyle şişirenlerin arasında. Hiç çekinmeden gerçeği insanın yüzüne tükürenler arasında. Aslâ kuşku duymayanlar, kesinlikle tereddüt etmeyenler, ömürlerinde bir kez bileolsun yanılmayanlar, ne tuhaf değil mi, sanki hatadan berî, kusurdan âri olanlar arasında. Ama yine de meleklerin değil, sözümona insanların arasında. İnsanlarım arasında.

Sözcüklerimi özenle ve dikkatlice seçmek zorundayım bu yüzden. Öncelikle kırmadan, incitmeden ifade etmeyi becerebilmeli, bîtaraf olan bertaraf olurgibi klişelere yüz vermeden ne yapıp edip kesin inançlılığın o yakıcı alevleri arasından geçebilmeliyim.

Ah, kibir ve tekebbürün hâlelediği düşünce ve davranışlara yine kibirle karşılık vermekten ne de hoşlanır şu insan nefsi! Hitabetin şehvetine kapılmaktan meselâ, hele hele göze göz, dişe diş keskinliğinde nârâlar savurmaktan!

Ah ki ne ah!

Ben nefsimi aklayamam, çünkü nefs hep kötülüğe mecbur eder insanı, demek, diyebilmek için, Züleyha gibi, günahlarının ateşinde arınmayı bekleyemez de insan,bir intikam savaşçısı gibi kalın zincirlerini bileğine doladığı o koca gürzüyle mukabele bi’l-misl diye haykırır her defasında, ve böylelikle mızrağını hukuk’un en kadîm ilkesinin üzerine fırlatmakta bir an bile tereddüt etmez, kısasa kısasder hiddetle. Mazlum ve mağdur olduğuna inanmıştır ya bir kere, zulm ücevr, kahr u cefa bundan böyle bir tek düşmana yakışır vasıflar haline dönüşür. Düşmana, yani kendisine benzemeyene, yani kendi hakikat tasavvurunun dışında kalana, ya başı örtülüye, ya başı örtüsüze, ama hep ötekine. Türk veya Kürt, Sünni veya Alevi, Müslüman veya Hıristiyan veya Yahudi, şu ya da bu yaftaüzerinden ötekileştirebildiğimiz her insana. Ama hep insana.

Bu ahvalde yasa hiç değişmez, mağdur olan mağrur olur, ve insan bir kez kendisinin hakkın yanında yer aldığına inanmayagörsün, hakkın da hep kendi yanında yer aldığına inanır. Haklı olmak mağrur olanın gururunu besler, büyütür ve güçlendirir. Haklı olmak, yani her daim birilerinden alacaklı olmak, ve dolayısıyla, şişinmenin gereğidir koşulsuz surette onaylanmayı istemek.

Yanılmamalı, bu bağlamda onaylanmak demek, her defasında kabul ve tasdik görmek demek değildir, bilakis her türlü red ve inkarın, tuhaf biçimde, haklılığın tasdiki anlamını kazandığı yerdir burası. Karşıdan gelen şiddet arttıkça, tarafların haklılıklarına olan inançları da artar. Çünkü mağduriyet de artmıştır. Gurur, işbu mağduriyet duygusuna süreklilik kazandıran hâlin adıdır. Küçük zaferlerle mahiyeti kadar hüviyeti de değişir gururun, ve bir çırpıda tekebbüradını alır da kimseler farketmez. İçin için içi oyulur insanın. Ah, şu zavallı insanın.

Bilirim, iktidarın da, muhalefetin de mağduru oynadığı bir zeminde konuşmak zordur, zira mağrurlar arasında tek başına kalmak zordur, hele hele ancak kendi ideolojik sınırları içinde güvenlik duygusunu tadabilen geniş kitlelerin önünde.

Taraflara itidal ve sükûnet tavsiye etmek de -özellikle hassas dönemlerde- ortayolculuğun o tipik, o zavallı çöpçatanlığına soyunmaktan başka bir mânâ ve değer taşımaz nezdimde.

Sessiz kalmayı yeğlerim daha iyi. Susarım ve ürperirim. Tek başına durur ve beklerim.

Öyle ya, tikel olguların ya-ya da’cı karşıtlığa zorlayan taleplerine icabet etmekten kaçındığımızda, niçin kendimizi bir çırpıda tümel genellemeler üzerinden hem-hem de’ci uzlaşmaların eline bırakmak zorunda hissedelim ki?

Bu ülkenin adalete, mehabbete, rahmete hasret toprağının devasa zenginliklerine yaslanmak varken, lütfen biri çıkıp söylesin bize, niçin bu yangını, taraftarlarına ancak siperlerinin izin verdiği ufuk kadarıyla yorumlamayı marifet bilelim?

Bu, ne denli soylu bir tutum ise, o denli de yalnızlaştırıcı değil mi? Ne o, ne bu demek! Bir yandan ya-ya da’cılığın naif ve bir o kadar da saldırgan köktenciliğine iltifat etmemek, öte yandan hem-hem de’ciliğin klişelere teslim olmuş o ürkek arabuluculuğundan medet beklememek, söyler misiniz, bu noktadan sonra, kahve çekirdeği koyuluğundaki yalnızlığa mahkum olanların mırıldandığı şu belli belirsiz ezgiden gayrı ne kalır ki elimizde?

Ya-ya da’cı karşıtlık, en nihayet bir belirleme hamlesi, ne ki her sınırlama gibi eksik ve yetersiz (determinatio est negatio), bu nedenle de naif. Buna karşın hem-hem de’ci çözümleme gözünü tikellere dikmiş bir uyanıklığın toparlayıcılığıyla malul. Fenafillah’taki tatmin kadar. Kuşkuları alelacele yatıştırma isteğinin bir sonucu. Bir yorgunluk illeti. Bütünlüğün içinde erimenin keyfi. Sözde vuslat.

Bir de negatio negationis var oysa.Reddin reddi yani, inkarın inkarı, her türlü olumsuzlamanın olumsuzlanması! Ancak bu kuşatıcı bakışladır ki hakikati zıtların birliğinde görmeyi başarmak. Arifler cem'ü'l-ezdâd derler, Batılı talebeleri ise, coincidentia oppositorum. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu sezmek, ve ne yapıp edip miracın sonunda özne ile nesne’yi birliğe getirmek. Kısaca illâ demeden önce demeyi bilmek, evet’ten önce hayır’ı seçmek! Hiçbir unsurun, hiçbir parçanın, hiçbir zerrenin kendi kimliğinden, kendine has özelliklerinden vazgeçmesini beklemeksizin tüm farklılıkları birliğe kavuşturmak. Ne yapıp edip efendi-köle diyalektiğinin sınırları üzerine çıkmak (Aufhebung) ve mukayyed olanın mutlak’ta temsiline izin vermek! Son tahlilde lâ-kaydî olmayı başarmak yani. Her defasında yoldan çıkmak için yeniden yola çıkmak!
Mansur ene’l-hak söyledi 
Haktır sözü, hakkı söyledi 
Nâdân mukayyed anladı 
Ammâ ki mutlak söyledi
Yorumlayacak mısın, o halde evvela yorulacaksın, sadece aklın kılavuzluğuyla yetinmeyeceksin. Çünkü gevezeliğin ne yeri, ne de zamanı, tek başına hiçbir analist, hiçbir analiz üstesinden gelemez bu yangının, bir an evvel vicdan’ın sesine de kulak vermek gerekiyor, ortak vicdan’ın sesine, aslâ yüzde’lerle ifade edilemeyecek olan o ma’şerî vicdanın sesine. Sokaklarda, meydanlarda, mahkeme kapılarında değil, gönüllerimizde bulduklarımızın sesine. Kısaca, Anadolu’nun derinliklerinden devşirebileceğimiz engin müsamahanın, mehabbetin, şefkat ve merhametin sesine.

Evet, sade hakikatin sesine. Hakikatimizin sesine. Bu toprakların sesine, bizatihi yüzde 100’ün sesine.

Hiçbir miting meydanı bu yüzde 100’ü sînesinde ağırlayamaz, ne sokaklar, ne caddeler, ne stadyumlar, üstelik ne bir dernek, ne bir vakıf, ne bir parti, ne de herhangi bir ideolojik yapılanma halkı bütünüyle kuşatabilir, halkı, yani demos’u. Yüzde 100’ü sînesinde ağırlayacak tek meydan bütünüyle Türkiye’dir, halkın sînesinde huzurla gözünü yumabileceği zemîn ise sadece ülkenin kendisi, bu ülkenin tüm vatandaşlarını din, dil, ırk ve mezhep ayrımı yapmaksızın her şeyiyle kucaklaması gereken en kapsamlı siyasî yapı da Türkiye Cumhuriyeti Devleti.

O halde kendimizi kandırmayalım, bu boyutta çıkan yangınları değme arazözler bile söndüremez. İbrahim gibi dörtbir yanımızdan alevler yükseliyorsa şayet, hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki bu iç yakan ateşin sönmesi için küçük serçeciklerin ağızlarında taşıdıkları damlalara bile ihtiyacımız var demektir.

Kimse, boşuna, kibire kibirle galebe çalmayı düşünmesin, beceremez, o yukarıya kalkmış çenelerin sahipleri var ya, değil birbirlerini görmek, farkedemezler bile. Bu nedenle gurur ve kibrin üstesinden gelecek tek hâl sadece ve sadece tevazu’dur, yani içtenlik ve alçakgönüllülük.

Bir kez daha tekrarlamaktan niçin kaçınayım o halde, ihtiyacımız olan şey cesaretdeğil, tevazu.Süleyman’ın asasına değil, Davud’un neşidelerine ihtiyaç duymalıyız.Kudret yumruğunu ikide bir karşıtlarımızın masasına indirmek yerine, bazen sıfatsız, vasıfsız, suretsiz görünmeyi de öğrenmeliyiz. Her fetihten sonra zemine inip toprağa yüz sürmeyi bilmeliyiz. Toprağa, yani herkesi herkese eşit kılan vicdanın zeminine.

İKİ

Adil olan her şey dine uygun mudur, yoksa dine uygun olan her şey adildir ama adil olan her şey dine uygun değildir de bir kısmı dine uygun, diğer kısmı da başka bir şey midir?
Platon’un, gençleri dinsizliğe sevkettiği gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiş ustasını savunmak amacıyla kaleme aldığı erken diyaloglarından birinde, Euthyphronda, yukarıdaki sorusuna mukabil, genç ve dindar muhatabının, kendi sözlerini takip edemediğinden yakındığını gören Sokrates, ona, zorla biraz kendini dostum, der ve kendisine, korku ile saygı arasındaki kapsayıcılık sorununun dindarlık ile adalet arasındaki ilişkiden hareketle nasıl adım adım soruşturulabileceğini göstermeye çalışır.

Saygı korku’dan daha kapsayıcıdır filozofumuza göre, çünkü saygı duyduğumuz her şeyden korkar ve sakınırız ve fakat kendisinden sakındığımız, korktuğumuz her şeye saygı duymayız, duymak zorunda da hissetmeyiz. İşte adalet ile dindarlık arasındaki ilişki de aynen böyledir. Dindarlık adaletin bir parçası olduğundan, dindarlığın olduğu her yerde adalet aranır ama adaletin olduğu her yerde dindarlık (inanç) aranılmaz. Başka bir deyişle, dindarlık adalet’in muayyen formlarından biridir ve adalet ilkesine asıl tâbi olması gereken dindarlıktır, dindarlığa tâbi olması gereken adalet’in kendisi değil!

Geleneksel siyaset felsefemiz, başından itibaren bu hakikatin farkında olmuş ve hiç değilse teorik olarak, adalet ilkesini, olması gereken yere, yani egemenliğin en temeline yerleştirmekte hiç ama hiç tereddüt etmemiştir.

Adalet mülkün (egemenliğin) temelidir demekle yetinmemiş, mülk küfr ile âbad olur, zulm ile âbad olmaz diyebilecek kadar siyasî irfanını isbat da etmiş.

Yönetimde sürekliliğin sözde iman’la değil, ancak adalet ilkesine riayetle mümkün olabileceğini, bundan daha iyi ne anlatabilir, bilemiyorum.

Kısacası, insanlık tarihi boyunca bütün uygar toplumların üzerine titizlendikleri en yüksek erdemlerden biri olmuştur adalet. Çünkü aklın değil sadece, vicdanın da toplumsal yaşamdan beklediği, bulamazsa hemen talep ettiği en öncelikli ilkedir. Görünümleri, koşulları, biçimleri, araçları belki zaman içerisinde değişebilir, farklılaşabilir ama esas itibariyle özü aslâ değişmez. Yanlış anlaşılmamalı, yasalardan  değil, o yasaların bizatihi ruhundan söz ediyorum. Adalet’ten.

Aklî yasalar da değişir, dinî yasalar da. Şeriatlar, yani tarih içinde peygamberlere gelen farklı hukuk sistemleri bile değişmedi mi? Nuh’un şeriatı, İbrahim’in şeriatı, Musa’nın şeriatı... kısmen veya bütünüyle değişmeyeni var mı içlerinde?

Değiştiler, çünkü değişmeselerdi, toplumun da, yaşamın da özüne ters düşmüş olurlardı. Nitekim Osmanlı’nın son hukuk kodifikasyonlarından biri olan Mecellede bu hakikat şu şekilde dile getirilmiştir:
Ezmanın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkar olunamaz!
Yani zamanın ve koşulların değişmesiyle birlikte yasaların da değişikliğe uğraması kaçınılmazdır.

Peki ya adalet, bu kavramın ve/veya bu insanî sezinin hiç mi değişme ihtimali yok?

Sizin anlayacağınız, Hızır’ın irfanında değişme mi olur, demek istiyorum. Ledünnî ilim düzeyinde. İlmini kendinden, insandan, rabbinden elde edenin, baktıkları her an değişse bile acaba bizzat bakışı değişir mi hiç?

Vicdanınıza başvurun lütfen, derûnunuza yönelin, alacağınız yanıt hiç kuşkusuz ki olumsuz olacaktır. Hiçbir surette, hiçbir yerde zaman boyutu adalet burcunun taşlarını yerinden oynatamaz çünkü. Adalet bir mahalleyi, bir bölgeyi, bir ülkeyi değil, hatta yeryüzünü bile değil, bizatihi âlemleri ayakta tutan ilkedir. Kosmos’u. Ama önce insanı, zübde-i âlem olan insanı.

Kur’an’da yer alan, Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını belirten ayetlerdeki “hak ile” kaydı, hemen hemen bütün yorumcular tarafından “adl ile” (adalet ile) biçiminde tefsir edilmiş ve evreni ayakta tutan ilke olarak adaletvurgusu biteviye yinelenmiştir.

Bu satırları yazarken, adalet kavramını çözümlemekten çok yüceltmekten hoşlanan sorunlu bir coğrafyada düşünüyor olduğumu da unutmuş değilim, kavramları yücelttikçe onları yorumlama yetimizin zayıfladığını da. Bu yüzden adaleti bir kenarda tutup onun da ötesine işaret etmeye çalışacağım, toplum olarak irfanımızı asıl ispat etmemiz gereken sahaya. Tuhaf biçimde tüm adalet taleplerinin geçersiz ve yetersiz kaldığı en insanî noktaya.

Öncelikle bir ayeti hatırlatmakla yetineceğim, hani şu tüm Cuma namazlarında okunan ayeti (Nahl: 90), Allah’ın inananlara sadece adaleti değil, hemen yanısıra ihsanı da emrettiğini bildiren ayet-i kerimeyi.

إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالإِحْسَانِ وَإِيتَاء ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ

Düşünmeli değil mi, niçin tek başına adaletin zikri yeterli olmuyor da, hususen ihsan sözcüğünün zikredilmesine gerek görülüyor?

Yanıtı çok basit, adalet toplumsal barışı inşa etmek için tek başına yeterli değildir de ondan. Her zaman, daha fazlası gerekir. Ötesi.

Fazlası, yani afv. Nitekim bağışlamak karşılığında da kullanılan afv (affetmek) sözcüğünün kök-anlamı fazlalık’tır. Üstelik kısasa kısasgerilimini aşmanın en yetkin biçimidir de. Afv, doğrudan Kur’an’ın tanımıyla bir rahmettir. (Bakara: 178)

Yukarıdaki ayette ihsan sözcüğü zikredilmeyip de sadece adalet’le yetinilseydi, bu, âlem’in nesneleşmesi, insanın özne olmaktan çıkması, yaşamın da özgürlükten mahrum kalması anlamına gelirdi. Adalet demek, en temelinde, zorunluluk demektir çünkü. Mathesis universalis, evreni yöneten adaletin bir diğer adı, yani yasalara, kurallara koşulsuz bağlılık... dünyayı, yaşamı, insanı zorunluluğun boyunduruğuyla sınırlamak... ve istemden uzak tutulmak, istemden ve özgürlükten...

Belki de Tanrı, kişilerin gözyaşlarıyla bir şekilde uzlaşabilen bir tarihin sürekli reddinden ibarettir, der Levinas, Talmud okumalarında, ve hemen ardından ekler:
Teselli'nin varolmadığı bir dünyada barış kurulamaz!
Teselli’nin, yani umudun, yani süreklilik duygusunu diri tutacak bir kurtarıcılığın, yani daha özgür, daha eşit, daha kardeşçe bir dünya hayalinin varolmadığı bir dünyada barış da olmaz!

Adalet’in yanısıra ihsan’a da gerek var bu yüzden, sadece celal’in değil, cemal’in de cilvelerine ihtiyaç var.

İhsan sözcüğünün kökündeki hüsnü (güzelliği) sezebiliyor musunuz?

İhsan demek, güzellikte bulunmak, güzellik yapmak demek. Doğru olanla yetinmeyip onun da üstüne çıkmak, dünyayı zorunluluklar, yükümlülükler açısından yorumlamakla kalmayıp iyi’nin ve doğru’nun yanısıra bir de şu âleme güzelliğin penceresinden bakmak demek. Hani şu hüsn ü cemalin penceresinden. Hüsn ü aşkın. Sadece adaletin karşılığı mathesis universalisi değil, harmonia  universalisi de görmek demek. Bağışlamanın, affetmenin, görmezden gelmenin, bazen zorunlulukların dahi ihmal edilebileceğini farketmenin önsezisiyle, sırf sevgilinin cilvelerine katlanmak kadar, onun da bizim cilvelerimize müsamaha göstereceğini ummak demek. Derdimden anlamaz, ben o yâri neyleyim diyen genç âşıkın aksine sevgili’yi her derdimizden anlar bilmek!

Bu yüzden olsa gerek, bana Allah nedir diye sorsalar en azından adalettir derim, derdi rahmetli babam.

Şu küçük kaydı anlamak ne kadar vaktimi aldı bir bilseniz: en azından...

Evet, olup bitenleri doğru yorumlayabilmek için, her tanımlama teşebbüsünün -hem de her defasında- en azından seviyelerinde olduğunu fark ve kabul etmeliyiz. Çokluk zat’ta, yani müsamma’da değil ki, isimlerde. Zahirde. Yeryüzünde.

Hâlâ buradayız madem, isimlerin hakkını vereceğiz, isimlerinin sonsuzluğuna hürmeti elden bırakmayacağız. Allah sözcüğü, bir sözcük olmak itibariyle ism-i zat’tır, lakin en son tahlilde isimdir, zat değildir. Zat’ın aynasıdır. Varlığın. Özü ise irade ve kudrettir.

Kuvvet ve kudret, yani zorunluluk. İşte adalet’in kaynağı. Nerede adalet varsa, orada uluhiyetin tecellisi var demektir, kuvvet ve kudretin eşit ve zorunlu dağılımı yani.

Yasa çok açık: mathesis universalis’in istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir. Sırf bu nedenledir ki besmele’de Allah lafzının şiddeti, rahmet kökünden türeyen iki sıfatla dengelenir, Rahman ve Rahim ile.

Kudret ve adalet yetmez, kudreti merhamet’le, adaleti de ihsan’la desteklemek gerek, celâli ise cemal’le.

Göze göz, dişe diş keskinliğinde yargılarda bulunmak belki haklı, belki adilâne olabilir, ama söyler misiniz, hani ihsan nerede? Nerede cemalin tecellisi? Rahmet nerede?

Biliyoruz, zorunluluk kudret ve iktidarın gereği, uluhiyetin icabı, peki ya mehabbet nerede? Nerede şefkat ve merhamet? Sadece celaliyle tecelli eden güce mi boyun eğeceğiz, hani nerede rahmetinin genişliğinde eğlenebileceğimiz cemalinin tecellileri?

Kelâmcılar, istedikleri kadar, Hakk’ı fail-i muhtar (dilediğini eyleyen) ve kadir-i mutlak (saf ve mutlak güç) olarak tanımlamakla yetinsinler, biz, müslüman filozofların, hele hele ariflerin, Hakk’ı, rahmet ve şefkati kendisinden özü gereği taşan varlık (mucibun bi’z-zat) olarak açıklamakta ısrar ettiklerini de biliyoruz.

Peki onca ısrar niçin?

Elbette varlığın seyrine hürmet için!

Başka deyişle, hukuk afv ile, adalet ihsan ile, kudret rahmet ile dengelenmedikçe, değil sadece toplumsal yaşama, doğal yaşama da barışın hakim olamayacağını yakînen bildikleri için.

Fransız devriminin insanlığa armağan ettiği ünlü üçlemeyi hatırlamanın tam sırası!







liberté, égalité, fraternité







Osmanlılar bu üç terimi şu şekilde tercüme etmişlerdi:
hürriyet, müsavat, uhuvvet
Yani:
özgürlük, eşitlik, kardeşlik
Özgürlük ve kardeşlik olmazsa, hangi adalet mekanizması, tek başına, bir toplumun barış içinde yaşamasını mümkün kılabilir?

Hiçbir mekanizma!

Demek oluyor ki bizim en az adalet kadar, özgürlük ve kardeşliğe de ihtiyacımız var, eşitlik kadar farklılığa da, hem de su gibi, ekmek gibi, hava gibi.

İnsanın özüne aykırı her türlü baskı karşısında özgür, insan yaşamını belirleyen tüm yasalar karşısında eşit, tüm ayrımcı politikalara rağmen ve fakat inatla insanın özüne hürmeten yeryüzünün bütün insanlarıyla kardeş olmak, işte metafizik iddiaların, üzerinde tek tek sınanabilecekleri gerçeklik zemini.
özgürlük, eşitlik, kardeşlik
Hakikatinden vazgeçtim, şimdilik ülkemde hayalini bile erteliyorum ama görmüyor musunuz sadece ifadesi bile ne kadar güzel!

Gerçekten de çok güzel, çünkü insana insanlığını hatırlatıyor.

ÜÇ


Segui il tuo corso, e lascia dir le genti!
Dante’ninDivina Commediasında yer alan bu öğüdü -ona Das Kapitalinin girişinde yer veren Marx’ın aksine- tutamadığım için mazur görülmek istiyorum.
Sen sadece kendi yolunu izle ve bırak onları bildiklerini okumaya devam etsinler!
Bu sefer, yıllardır yaptığım gibi, sadece kendi yolumu izlemekle yetinemem. Hakikatin yolunun tek kişilik olduğunu bilmeme karşın, iki haftadır içim ürpererek izlediğim apaçık olumsuzluklar karşısında daha fazla susamam. İnsanımın insanıma, kardeşlerimin kardeşlerime reva gördüğü o oransız şiddet karşısında gözlerimi kapasam bile, elimi, kalemimi, kırık mızrabımı artık daha fazla tutamam.

Alevlerin zirvelerine ulaştığı o a’raf dağında, bir başına, tek başına, Tanrı’nın şehre gelmesi için yıllarca aralıksız yakaran bu fakirin, şimdi, tam da o’nun bütün ihtişamıyla Taksim Meydanı’nda belirişini görmüşken, sırf seyr u temaşanın zevkiyle yetinmesi, ve Tanrı’nın çocuklarından yine onun neşidelerini esirgemesi, aklın değilse bile, vicdanın kaldırabileceği bir yük değil. Ortak aklın ve vicdanın sesini duymaya çalışan herkes gibi, ben de, çaresiz, Dante’ninöğüdünü, şimdilik, elimin tersiyle bir kenara itmek zorundayım.

Sözüm bütün dostlara!

Öncelikle istirham ediyorum, öfke ve nefreti bir kenara bırakıp müsamaha gösteriniz, afv ediniz, rahmet buyurunuz, ihsan ediniz de öyle dinleyiniz sözlerimi, ve sakın Hakk’ın celalinden varid olan tecellilerin nefsinizi saldırılara karşı güçlendiriyor gibi görünmesine aldanmayınız da siz asıl cemalinin nefsinizdeki tecellilerini takip ediniz.

Değişmekten korkmayınız mesela, öfkenizi bastırmaktan, arzularınızı dizginlemekten, hatta yeri geldiğinde geri adım atmaktan, evet, korkmayınız, zira halden hale geçiş, O’nun, kullarına mehabbet ve rahmetinin eserlerindendir.

Çok yazık, teennîve tedbir hamleleri, üstelik mehterânın yürüyüşünde, ne zamandan beri bir zaaf alâmeti olarak yorumlanmaya başladı da bizler bu hakikatten gafil kaldık, bilemiyorum.




İlerlemeci ideolojinin klişelerine bu denli kolay teslim olunmamalıydı, zira suhulet erdemdir, geri adım atmaktan çekinilmemeliydi, ve tabii ki bir de, karşıda, hasım bellenmiş düşman askerlerinin değil, memleket evladının bulunduğu unutulmamalıydı.




Mehterân adımlarının karşısına çıkarılan yürüyüş tarzı, o konuşmada iki sözcükle tanımlanıyordu: istikrar ve güven.

Lâkin akl-ı selîm sahibi biri çıkıp da bize açıklayabilir mi, geri adım atma erdemini göstermeksizin ve şiddete de başvurmaksızın şu ünlü istikrar ve güven’in sürdürülebilirliği nasıl temin edilecektir? Böyle bir şey mümkün müdür?

Değildir, nitekim iki haftalık süreç içerisinde (korkularının her boşa çıkışında) hükümetin geri adım atmayı becerdiğini sevinçle görüyor, kendilerini tebrik ediyorum. Yapılması gereken budur, çünkü doğrusu budur.

Halk, karşısında geri adım atılması gereken en azim güçtür.

Erdemli yöneticiler, hizmetkarı olduklarını söyledikleri halkın karşısında geri adım atmaktan asla utanmazlar, yanlış anlamışız, özür dileriz derler, ve halkın önünde eğilirler, hele hele bir de değerli ve samimi bir amaç için çırpınıyorlarsa.

Niçin? Çünkü vekil, aslın bendesidir, aslına tabî olduğu müddetçe değer ve itibar kazanır, yani veliyy-i nimetine hürmette kusur etmedikçe. Veren el alan elden üstündür. Veren el haktır. Hak, yani halk. Alan el ise yöneticilerdir. Onlar kimdir? Onlar da tabiatıyla halktır ve ilkelere hürmette kusur etmedikçe onlar da haktır. Demek oluyor ki veren de, alan da halktır!

Üstüne basa basa uyarmış olayım, doğal âfetler halkı ikiye ayırmaz, camiyi de yıkar, meyhaneyi de, ehl-i secdeyi de yere serer, ehl-i bade’yi de. 17 Ağustos 1999 depremi sırasında yüzde 50 kimdi meselâ? Aranızdan biri çıksın da o âfette o yüzde 50’nin kimler olduklarını bize bir zahmet göstersin!

Yukarıda şöyle demiştim:
Yasa çok açık: mathesis universalis’in istisnası olmaz, kendisi yine kendi yasalarına tabidir.
Yani, celal sıfatlarının tecellisine davetiye çıkarmamak gerek, çünkü ışığının(nûrunun) yanından ısısı (nârı) aslâ eksik olmaz.

Toplumsal âfetlerin doğal âfetlerden farklı olduğunu mu sanıyorsunuz? Kalkışmaların, isyanların, iç savaşın, savaşın?

Aslâ! Allah korusun, o durumlarda da yaşla kurunun birlikte yanması kaçınılmazdır.

İmdi, o halde yazın defterinizin en başına:
Halk her zaman yüzde 100’ün adıdır!
Ülkenin değil sadece seçimle gelmiş yöneticileri, darbeler yoluyla iktidarı ele geçiren cuntacılar bile, eğer koltuklarında kalmak niyetindeyseler, yalan söylemek ve o yalanların bedelini ödemek pahasına bile olsa, her adımlarında o yüzde 100’ün adına hareket ettiklerini beyan etmek zorundadırlar.

Sözüm etnosun (topluluğun) yöneticilerine değil elbette, demosun (toplumun) yöneticilerine! Türk’ün, Kürd’ün, Alevi’nin, Sünni’nin, Yahudi’nin, Hristiyan’ın, Müslüman’ın değil, çağdaş bir ülkede çağdaş yurttaşların oylarıyla seçilen bütünüyle halkın yöneticilerine! Yani  cemaatin değil, cemiyetin yöneticilerine!

Demokrasi demos’un ürünüdür, etnos’un değil! Çünkü etnos (gemeinschaft) anlamındaki halk kendi kendini yönetemez, tâbi olacakları ve sadakatle paçasına sarılacakları önderlere ihtiyaç duyarlar ama demos aslâ böyle değildir, o pekâlâ kendi kendini yönetir. Yönetemiyorsa, yönetemezse, çağdaş anlamıyla demos olma yetkinliğine ulaşamamıştır zaten!

Demek oluyor ki demokratik toplumlarda yöneticiler, hele hele gergin dönemlerde, biz ülkenin yüzde 50’sini zorla evde tutuyoruz, türünden talihsiz açıklamalar yapıp halkı niceliksel veri tabanları gibi görmeye ve göstermeye kalkışmamalıdırlar. İstemeden böyle bir söz söylenmişse şayet, hemen, kastı aşan bir beyandı, özür dileriz, denmeli ve konu kapatılmalıdır. Aksi takdirde, demos’un (cemiyet’in) yüzde 50’lik oy oranına sahip kesiminden değil, bilakis yüzde 50’lik sözde bir etnos’tan (cemaat’ten) bahsedildiği düşünülebilir ki bu durumda, demokrasinin zaten derinleştirilmekten (deeping) çok, kör topal yerleştirilmeye (consolidation) çalışıldığı bir toplumun dinamiklerinin yeterince ve derinden kavranılmamış olduğu iyice açığa çıkmış olur.

Hükümetin, demokrasinin kurumsallaşması konusunda ülke tarihine yaptığı katkıların içtenlikle alkışlanmaması, hiç kuşkusuz kadirbilmezlikten başka bir anlam taşımayacaktır. Ancak ne şaşırtıcı bir yazgıdır ki bazı iktidarlar, vesilesi oldukları olumlu süreçlerin sonuçlarını takdir etmekte önce kendileri zaaf gösterebilirler de itiraz ve muhalefet ettikleri sonuçların bizzat müsebbibi olduklarını hiçbir surette anlamayabilirler.

Taksim direnişi, İstanbul'un tarihinde İstanbul'un yüzüsuyu hürmetine gerçekleşen ilk direniş olduğu halde, yetkililer ne yazık ki bu doğal tepkiyi anlamakta fevkalade yetersiz kalmış, ne olup bittiğini sağlıklı biçimde okumayı bir türlü becerememiştir, üstüne üstlük demokratik yönetimlere özgü iletişim kanallarının zenginliğinden yararlanmak yerine, iki hafta boyunca halkın karşısına bir tek isimden başkasını çıkarmaya cesaret bile edememişlerdir. Çünkü halkın hayli zamandır, la havle deyû sineye çektiği  o tahammülü güç agresyon tablosu, ne pahasına olursa olsun Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası (AVM ve Rezidans) yapılacağı yönündeki meydan okumalarla bu sefer kendilerinin bile kontrol etmekte güçlük çekecekleri noktalara ulaşmıştır, ve başsız, ayaksız, örgütsüz bir gövdenin o şairane kendiliğindenliğini (gelişigüzelliğini) istismara yeltenen kimi kötü niyetli, şiddet yanlısı grupların veya küçük bir aralıktan da olsa hükümetin ürke ürke uzattığı barış dalını hoyratça geri çevirmek basiretsizliği gösteren kimi oda temsilcilerinin hükümetle yarışan arogant tavrıyla çözüm yolları birdenbire tıkanıvermiştir.

Niçin söylemekten çekineyim ki direnişin ihtişamı da zaten içtenliğinde, doğallığında ve sadeliğinde. Sivil oluşu, haklılığının en büyük alâmeti. İlk başlarda şiddetle arasına mesafe koymaktaki başarısızlığı, aleyhine değil, lehine yorumlanmalı. Çünkü bu, Taksim’deki halk iradesinin bir stratejiyle değil, bilakis toplumsal vicdanın yönlendirmesiyle belirlendiğini gösterir.

Unutulmamalı, vicdanın yanılmazlığı, tablonun bütününde ortaya çıkar, yoksa her vicdan bir süreliğine sapma gösterir ve sonunda istikametini bulur, tıpkı iktidarın vicdanının da başına geleceği gibi.

Asıl soru şu:
Burada mesele birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi midir?
Hem evet, hem hayır!

Evet, çünkü hükümetin bir tek insanların üzerine beton dökmediği kaldı. Anlaşılmıyor mu, halk, kentsel dönüşüm bahaneleriyle ülkenin betondan bir çöplüğe dönüştürülmüş olmasından ızdırap duyuyor artık, ve dört bir tarafın devlet eliyle hem de sözde hizmet adına çirkinleştirilmesini kesinlikle istemiyor. Koskoca İstanbul’un ortasında, ellerinde, nasılsa şöyle böyle bir park(çık) kalmış, onun da basiretsiz belediyecilerin, firaseti zayıf yöneticilerin o kerameti kendinden menkul kararlarıyla ziyan olup gitmesine bir türlü gönlü razı gelmiyor.

Biraz vulgarize ederek söyleyeyim: Halk, bu kadar hızlı kalkınmak istemiyor. Biraz teenni, biraz özen, biraz sükûnet istiyor. Bilenler bilir, burasını tartışmayacağım, İstanbul neredeyse bitmek üzere, bu nedenle halk, denetleyemeyeceği ölçülerdeki çılgın hamleleriniz sizin olsun, lütfen biraz nezahet, biraz nezaket, biraz rekaket diyor. Meselâ İstanbul kültüründe, içki içen insanları kastederek ayyaş ve alkolik sözcüklerini kullanmak veya aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içtiklerinden dem vurmak, en hafif tabirle ayıptır, çünkü bu sözcükler genellikle hakaret için kullanılır. Etnos içinde kullanımı meşrû olan ifade ve tabirler, demos sözkonusu olduğunda kullanılamaz. Kullanılırsa hubris’in tezahürü olarak algılanır.

Velhasıl, o kadar mı güç, o kadar mı zor, böylesine basit bir tepkiyi anlayamamak?

Ne yazık ki o kadar güç ve o kadar zor! Çekiç olmayagörsün insanoğlu, tüm dünyayı da çivilerden ibaret görür. Toplumu yönetmeye talip olmuş dindar kadroların, türlü engellemeler ve darbeler arasından sıyrılarak ellerine geçirdikleri iktidar koltuğuna tam da alışmaya başlamışken en küçük kıpırtıda olup biten herşeyi bir rejim meselesi haline getirmelerinden, her çatışmayı bir varlık-yokluk kavgası düzeyinde algılamalarından daha doğal ne olabilir?

Siyasette böyle, peki ekonomide?

Ekonomide, hükümetin 70’li yıllara mahsus kalkınmacı kapitalizm sloganlarına dayalı, ne pahasına olursa olsun kalkınma da kalkınma diye tutturan tavrından hoşlanmıyor, zira halk kalkınma’nın nimetleri kadar bedellerini de umursuyor artık.

Biliyorum, bu satırları okuyan değerli yöneticilerimiz, muhtemelen, bahsedilen şu insanlar halkın yüzde kaçı ki diye düşünecekler ve ellerinde, kendilerine itaatle yükümlü yüzde 50’lik bir kütleyi (cemaati) tuttuklarına inandıklarından, bir iki homurtudan n’olur, siz asıl bize sandıktan haber verin, diye kendi kendilerine mırıldanacaklardır. Halbuki birilerinin onlara şunu -belki bir kez daha- hatırlatması gerekiyor: Demos, yani halk, iradesini sadece sandık aracılığıyla göstermez, hele hele yöneticilerine karşı güven duyguları biraz sarsılsın, aslâ ama aslâ, sandık’la, seçim’le filan yetinmez, her fırsatı ganimet bilip sesini duyurmaya çalışır, hınçla sokakları ve meydanları inletmeye başlar. İstediği takdirde büyük gürültüler çıkarmak gibi bir özelliği vardır halkın. Bağırır, çağırır, ne yapar eder sesini duyurur.

Zannedildiğinin aksine, demokrasi’nin gerçek erdemi ve dahi gücü, kendisinin o çok kolaylıkla çiğnenmeye elverişli gibi görünen kırılgan dengelerindedir. Demokratik haklar belki bir süreliğine çiğnenebilir, ertelenebilir, ama asla yok edilemez. Teminatı halkın kendisidir çünkü. Halkın kendisi, yani vicdanı.

Zümreleri oluşmuş, yönetim süreçlerine bizzat katılma hakkının farkına varmış bir halk varsa ortada, oluşmuşsa, bu halk kendi kendini yönetme talebinden asla vazgeçmeyecektir. Endişe edilmesin lütfen, her devirde iktidarın nobranlığı karşısında beceriksiz muhalefetin çapsızlığını halkın vicdanı telafi edecektir.


Mesele birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi midir, sorusuna verdiğim yanıtın ilk kısmıyla ilgili olarak söyleyeceklerim bu kadar!


İkinci kısmına gelince, burada mesele kesinlikle salt birkaç ağacın sökülüp sökülmemesi meselesi değildir. Mesele, sonu gelmez üslup hatalarının, en sonunda bir hubrisalgısına dönüşmesi!



Sözgelimi iktidar sahipleri, Taksim’de ne olup bittiğini anlayamadıklarını itiraf etmekten hiç çekinmiyorlar. Ne istiyor bu çapulcular, diyorlar, hizmetse hizmet ettik, etmeye de devam ediyoruz, daha ne istiyorlar, diye ısrarla soruyorlar, yani iktidar kudretin kullanımı demekse, kudretimizi onların hizmetlerinde kullanıyoruz ya, niçin bir türlü  memnun olmuyorlar.

Olmuyorlar, çünkü iktidarın uygulamalarında, kudret kadar rahmet’in nişanelerini de görmek istiyorlar. Adalet kadar ihsan’ın, kısas kadar afv yolunun tezahürlerine de tanık olmayı arzu ediyorlar. Kısacası, yüzde 50’ye indirgenmiş olan ve her fırsatta öteki yüzde 50’nin gücüyle tehdit edilen bir halk ne hissederse aynen onu hissediyorlar.

Sizin biber gazınız, copunuz varsa, bizim de bir haysiyetimiz, bir onurumuz, kime neye olduğunu bilmesek bile başımızı göğe erdiren sevdalarımız var, gençliğimiz var çünkü, diye haykırıyorlar. O meydanda çocuklarımız var, arkadaşlarımız var, kardeşlerimiz var diyerek gaz dumanları arasında raks ediyorlar.

Onların sayesinde, bütün Türkiye olarak bizler hem de hiç de farkında olmadan gerçek bir demos’a dönüşüyoruz. İtiraz etmeyi öğreniyoruz. Karşı çıkmayı. Oldu bittilere razı olmamayı. Hâlâ bir geleceğimiz olduğuna dair güçlü umutlar beslemeyi. Daha ne olsun, o çocuklar sayesinde, biz zavallı korkaklar, insan olduğumuzu hatırlıyoruz.




İktidar davranışlarını dinî referanslarla teyid etmeye çalışsa bile, inancınız sizin olsun biz sadece adalet istiyoruz, adalet yetmez ihsanın tecellisine de tanık olmak istiyoruz, neyleyelim kudretinizi biz bizatihi rahmetin kendisini görmek istiyoruz, demeyi de o hakikaten la-kaydî ve lâ-ubalîçocuklardan öğreniyoruz.




Yöneticilere, eğer onlar birgün bize, yoldan çıkarsak bizi neyle doğrultursunuz, diye sorarlarsa, onlara, sandığı beklemeye gerek yok, biz sizi şimdiden şarkılarımızla da doğrulturuz, yetmezse şakalarımızla, esprilerimizle, latifelerimizle de yeniden yola sokarız, demenin binbir tarzını, bizler, Taksim’deki o muzip çocukların neşesinden çıkarıyoruz.

İrfan geleneğimizde birbiriyle ilgili üç tabir kullanılır: akl-ı selim, kalb-ı selim, zevk-i selim.

Aklın da, kalbin de, zevkin de selim olması doğuştan değildir, eğitimle ve çevrenin yardımıyla kazanılır. Toplumu oluşturan bireylerin bu konuda farklılık arzetmeleri, bazılarının aşağıda, bazılarının yukarıda olması gayet tabiidir, ama önemli olan toplamın, yani toplumsal çoğunluğun aklının, kalbinin, zevkinin incelmişliğinin derecesidir.

Türkiye halkının kültürel tercihlerini iktidar belirleyemez, hele hele yöneticilerin şahsi beğeni düzeyleri. Bu nedenle halkın yüzde 50’sini temsil ediyor olduğu iddiasıyla kimse güya öteki yüzde 50’nin zevk-i selimini belirleme, mümkün olmuyorsa aşağılama hakkına sahip olamaz. Çünkü medinet’ul-fadıla’da, yani erdemli şehirde, halka hürmet, hakka hürmettir! Halka, yani yüzde 100’ün tamamına.

İmdi, hükümeti halka ve hakka hürmete davet ediyorum, insana hürmete, ve Cenab-ı Hakk’ın son elçisine, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimize öğrettiği bir ilkeyle, bu ülkenin bütün yöneticilerini uyarmak istiyorum:

 فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللّهِ لِنتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لاَنفَضُّواْ مِنْ حَوْلِكَ
Allah’tan bir rahmet ile halkına yumuşak davrandın, eğer sen katı yürekli bir nobran olsaydın, çevrendekiler elbette senin etrafından dağılıp giderlerdi. (Alû İmran: 159)



KAYNAK: Dücane Cündioğlu, TAKSİM MANİFESTOSU, Hürriyet/Pazar, 16 Haziran 2013

Facebook

ABDAL ile APTAL

$
0
0

Ağustos 2013-Mayıs 2014




1.Dervişliğin şanındandır, abdal olan aptal olanı bağışlar.











2.Abdal, (hali) 'değişen' demektir, aptal 'değişmeyen'. O nedenle ilki evrilir, ikincisi devrilir.






3.Abdal anlamak, aptal anlaşılmak ister, oysa hakikatte ilkinin anlaşılma'ya, ikincisinin anlama'ya ihtiyacı vardır.
4.Abdal olan hazzın (güzelin)  peşinden koşar, aptal olan yararın (çıkarın). Bu yüzden ilki hep acı çeker, ikincisi daima zarar eder.







5.Bazı abdallar 'aptal', bazı aptallar 'abdal' görünür. Abdal görünmek kolay, olmak zordur. 





6.İyiler 'aptal' görünür, aptallar 'masum'. Abdallara gelince, onlar görünmez.
7.Abdal anlar ve susar, aptal anlamaz ama yine konuşur.







8. Derin çelişkiler karşısında, abdal olan tarafsız kalır, aptal olan kayıtsız. Kuşku irfan'ın alametidir çünkü.






9.Abdal dünyadan kurtulmaya, aptal dünyayı kurtarmaya çalışır. En sonunda abdal kendine kavuşur, aptal dünyaya.
10. Abdal yaptığı kötülükten, yapmadığı iyilikten pişman olur, aptal'sa yaptığı iyilikten, yapmadığı kötülükten. 
11.Abdal düşteyken uyarılınca uyanır ve utanır, aptal ise ne uyanır, ne utanır, sayıklamaya devam eder.







12.Abdal tebessüm eder sevindiğinde, aptal sırıtır, bu yüzden, üzüldüklerinde ilki ağlar, ikincisi zırlar.






13.Abdal vasat değildir ama vasat'ta (itidal'de) durmayı bilir, aptal ise vasat'tır ama vasat'ta durmayı bilmez.
14. Abdal borçlu gibi sever, asla bedel ödemekten çekinmez, aptal ise alacaklı gibi sevdiği için en küçük anlaşmazlıkta hacze gelir.





15.Abdal durur ve düşünür, aptal düşünür ve durur. Ne ki düşünen hemen susar, ama duran susmak bilmez.







16.Abdal aşk ile mest, aptal mey ile hoş olur. Sonuçta ser-mest olan ebediyyen ayılmaz, ser-hoş olan zariflerden sayılmaz.
17.Abdal sevdiğini beğenmek, aptal ise beğendiğini sevmek ister. İlki önce içe, sonra dışa bakar, diğeri tam aksini yapar.







18.Abdallar genellikle kördür, yani gözleri dünyaya kapalıdır. Bu yüzden aptalların, yani gözü açıkların göremediklerini görürler.






19.Aptal yaptığından nadim olur, yere çöker, abdal tevbe eder, ayağa kalkar. (Aradaki farkı oluşturan, pişmanlık hissine eşlik eden bilinçtir.)
20.Aptal hep haklı olmayı marifet bilir, abdal hep haklı olmamayı.
21.Aptal bir oylama'nın sonucunun "oy birliği" ile alınmasına sevinir, abdal "oy çokluğu" ile. 
22. Abdal abdal'ı bulunca susar, aptal aptal'ı bulunca aptal aptal konuşur.







23.Abdal aptal'ın yanına düşse de susar, ama aptal yine aptal aptal konuşmaya devam eder.





24.Güzel deyince aptal'ın aklına 'kadın' gelir, kadın deyince abdal'ın aklına 'güzel'.
25. Abdal sorularıyla tanınır, aptal cevaplarıyla.



26. Abdal uzak görür yakın söyler, aptal yakın görür uzak söyler. O yüzden ilkinin bikrine kanma, ikincisinin zikrine. 




27.Abdal sözün hakikatinden etkilenir, aptal ise retoriğinden. Sen sen ol, ey talib, aptal olma! 
28.Aptal'ın hâli bardağın içinde kaşık gibi durmak veya altında tabak gibi uzanmak, abdal'ınki ise çayın içinde şeker gibi erimek. 
29.Aptal Batı'ya (Doğu'ya) ya hayranlık duyar, ya nefret eder, abdal ise ne hayranlık duyar, ne nefret eder, sadece anlamaya çalışır.







30.Abdal'a malum olur, aptal'a bir şey olmaz, başkaları bile değil, kendisi kendisine meçhuldür çünkü.







31. Günlük yaşamın seni işgal etmesini istemiyorsan ey talib, aptal gibi önemli olana değer vermek yerine, abdal gibi değerli olana önem ver!
32. Abdal mesud olmayı marifet bilir, aptal ise memnun olmayı. 
33. Aptal için başarmak önceliklidir, abdal içinse denemek.







34. Abdal sık ama yumuşak bir şekilde yere düşen kar taneleri gibi sükûnetle konuşur, aptal ise hınçla yağan sert dolu taneleri gibi öfkeyle.






35. Aptal laf eder, abdal söz eder. Lafı bırak, söze kulak ver!
36. Tanrı var mı? 
Teist: var (%100) 
Ateist: yok (%100) 
Agnostik: olabilir (%50) 
Aptal yanıtları, abdal soruyu anlamsız bulur. 
37. Abdal bir fikrin tarafı olur, aptalsa taraftarı. Bu nedenle ilki savunur, ikincisi savrulur. 







38. Aptal'a deki derler, abdal'a peki. Hiçbir güç mutlak değildir çünkü.






39. Abdal meşgul eder, aptal işgal eder. O nedenle ilkine koltuğu, ikincisine kapıyı göster!
40. Aptal çok kişiye az, abdal az kişiye çok değer verir, çünkü ilki ne verdiğini bilmez, ikincisi bilir. 
41. Aptal çoğu bulamadığı için üzülür, abdal azı bulduğu için sevinir. İlkinin nedeni 'hırs', ikincinin nedeni 'kanaat'. 
42.Abdal'ın biz'i yoktur, aptal'ın ben'i. Hal böyleyken ilki 'ben' demekten utanır, ikincisi 'ben ben' diye paralanır. 








43.Abdal düşünür uyuyamaz, aptal uyur düşünemez.







44. Vazgeçmek için pes etmek gerekmez. Aptal yılınca pes eder, abdal yılmayacağını bildiği için vazgeçer. 
45. Abdal nedene bakar, aptal sonuca. Bu yüzden ilki ayılır, ikincisi bayılır.  
46. Aptal abdal'a aptal gibi davranır, abdal aptal'a abdal gibi.
47. Aptal zamanın 'ne' olduğunu bilmez ama vaktin 'kaç' olduğunu bilir, abdal ise zamanın 'ne' olduğunu bilir ama vaktin 'kaç' olduğunu bilmez. 
48. Abdal'ın yazgısıdır, sigarayı içen aptal olur ve fakat öksürmek ona düşer.
49.Aptal kendini bilmez başkasını bilir, abdal başkalarını bilmez kendini bilir. Cehalet gafletten yeğdir çünkü. 
50.Sultanlardan uzak dur ey talib, abdal uzak durur, aptal duramaz, bu nedenle kullanılan ilki değil, hep ikincisi olur.
51.Maksadı ifade etmenin yolu üçtür: hakikat, mecaz, kinaye. Aptal hemen hakikatin üstüne atlar, abdal ise mecaz ve kinaye'nin ardına bakar. 
52.Kendine gelmek için aptal yerin sarsılmasına ihtiyaç duyar, abdal yüreğin sarsılmasına.
53.Abdal us diye ısrar eder, aptal sus diye.
54. Niçin etrafına bakınıyorsun ey talib, abdal da sensin, aptal da!






Facebook

KONFOR BOZAN DERİNLİK

$
0
0

03-16 Ocak 2013







Bazı cümleler insanın zihnine mıh gibi çakılır ve bir daha da oradan çıkmaz... 






Haydarpaşa Lisesi’nin 1960’lardaki müdürü; her an incinmeye hazır biz parasız yatılı öğrencilerin koruyucu babası, özgüven aşılayıcımız Halil Tekinalp, tevazunun bir biçimi konusunda şöyle derdi:

Hak edilmiş bir övgü karşısında onu hak etmediğinizi söyleyip tevazu göstermeyin; o tür bir tevazu, daha gürültülü bir övgü talep ediyormuşsunuz algısına yol açabilir.

45 yıl öncesinden onaylayıp zihnime yerleştirdiğim bu bilgiye rağmen, aşağıdaki soruya, aşağıdaki cevabı veren kişinin adı Dücane Cündioğlu olmasaydı, cevabı duyunca tepkim herhalde “biraz tevazu lütfen” olurdu...


Soru (Çamlıca’ya cami girişimiyle ilgili olarak yazdığı yazıya referansla): “Siz gündeme hep en son dahil oluyorsunuz. Buna rağmen tartışmalar cümlelerinizle yeniden başlıyor. Nasıl oluyor bu?”
CevapSözün gücüne değil, evvela düşüncenin gücüne dikkati vermeli. (...) Sözlerine kulak verilmesini isteyenler, her şeyden önce kulak vermeye değer sözlerin sahibi olmalıdırlar, uğrunda ölmeye değer sözlerin.”

Dahası da var...

Mesela: Teorik olarak bundan böyle gideceğim bir yer yok. Dairemi tamamladım.

Mesela: Türkiye’deki tek filozof benim. Bu ülkedeki tek metafizikçi benim çünkü.

Tabii, bütün bu cümleleri onun “abartı” ve “sözlerin çok anlamlılığı” çerçevesinde söy­ledikleriyle birlikte mütalaa etmek, yani o cümleleri biraz “iskonto”yla okumak gerekir...

Bir söyleşide “talebelerinizle aranız nasıl” sorusunu şöyle karşılamıştı:

━ “Oğuz Atay’ın söylediği gibi: ‘Şimdiki gençler başka türlü babacığım demiş, ‘her sözden tek anlam çıkarıyorlar.’ Oysa ben abartıdan, çok anlamlılıktan hoşlanırım. Eh tabii, onları kızdırmaktan da. Derse başlarken ‘Benden asla hata sâdır olmaz!’ diyorum ama bakıyorum yanlış anlayacaklar, hemen ‘lütfen siz de, ben de bu iddiaya inanacak kadar aptal olmayalım’ diye latifemi açıklamak zorunda kalıyorum.

Yine de, diyorum, sözlerini “abartı”nın ve “çok anlamlılığın” etkilerinden arındırsak bile, ortada kendine dair çok büyük laflar eden bir adamla karşı karşıya olduğumuz muhakkak... Fakat bunu o kadar çok hak ediyor ki, tevazu gösterse, acaba “daha gürültülü bir övgü” mü talep ediyor diye düşüneceğim; tevazu göstermiyor, doğrusunu yapıyor...

Çalışma odasında, İskandinav oturuşu

Tarihçi İlber Ortaylı, matbaanın Türkiye’ye hayli geç gelişini “mollaların direnişi”ne bağlayanlara “geçiniz” der ve devam eder (mealen): “Mesele basitçe ihtiyaç duymayla ilgilidir. Türk milleti sohbetten, konuşmadan hoşlanır; okumaktan-yazmaktan değil. Matbaa icat edildiğinde Osmanlı’da İskandinav aydınlar gibi bir odaya kapanıp aylar boyunca okuyup yazan adamlar olsaydı, matbaa hemen gelirdi.”
Matbaa hemen gelmedi, sonraki yüzyıllarda “bir odaya kapanıp aylar boyunca okuyup yazan adamlar”ımız da olmadı; ya da sayılacak kadar az oldu... Dücane Cündioğlu, hiç kuşkusuz bunların en “deli”lerinden biriydi;  o, aylarca değil, yıllarca da değil bir ömür boyu kapandı bir odaya...

━ “Ben Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü yirmi gün sonra duymuştum; Apo’nun yakalandığını ise neredeyse bir ay sonra.”

Aslında “mağara”sına çekilmeden önce o da bizim gibi “normal”di, toplum içindeydi ve herkes gibi “yüzey”deydi... Fakat o zamanlar 10’lu yaşlarındaydı. 1978’de, 16 yaşında “siyasi tutuklu” olarak cezaevine girdi. Girerken inanmış bir ülkücüydü, çıkarken inanmış bir İslamcı. Yani hâlâ toplum üzerinden düşünüyordu, sonra bundan vazgeçti, insanı ve kendisini tanımaya yöneldi.
O amacını böyle belirlemişken, kendisinin “muhafazakâr ya da İslami kesimin en önemli düşünürü” olarak tanımlanmasına haklı olarak çok kızıyor (Yok, “en önemli”ye değil itirazı, “kesim”e):

━ “Ne diyeyim, kesim kesim diyerek kesiyorlar, bölüyorlar, ayırıyorlar, çekiyorlar, itiyorlar. Düşünmenin ve hatta siyasetin hakkı verildiğinde ‘kesim’ sözcüğü bütünüyle anlamını yitirir. Benim bütün amacım insan olmak ve insan üzerine düşünmek için çabalamaktan ibaret.”

Bütün bir ömrü “bir daha aldanmama”yı ve “bir daha hiç kimseyi aldatmamayı” mümkün kılacak kadar çok “bilmek” için harcadı. Kendi çabasıyla Arapçayı, İngilizceyi, Almancayı öğrendi, neticede o kadar çok biriktirdi ve biriktirirken nefsine karşı o kadar sert bir mücadeleye (“büyük cihat”) girişti ki, en sonunda, “güçlü bir itirazın belini bükecek” iki defonun da belini bükmüştü: “Bilgisizlik ve erdemsizlik...”
Konfor bozan derinlik



O artık, hangi “kesim”den olurlarsa olsunlar, bu ülkenin bütün okumuş-yazmışlarının karşısında duran bir ayna, ve o aynadan yansıyan derinlik herkesin, hepimizin konforunu bozuyor. Her “kesim”den diyorum, çünkü rahatsız edici olan, fikirlerinin şu veya bu olması değil, o fikirleri savunurken karşımıza çıkan derinlik bozuyor konforumuzu. Öyle bir ölçü koyuyor ki ortaya, ona erişmek imkânsız; eh, bu da rahatsızlık yaratıyor doğal olarak.

Ben en son, üç ciltlik Cemil Meriç biyografisini okurken yaşadım bu duyguyu...
Kitapları okumadan önce, onlarla ilgili olarak verdiği bir söyleşideki şu cümleleri not etmiştim:

━ “Cemil Meriç bugüne değin hep methiyeler çerçevesinde ele alınmış, düşünmenin, düşüncenin konusu ise hiç olmamıştı. Bir fikir adamına sakız çiğnemek yakışmaz. Bilineni bildirmek, tanınanı tanıtmak onun görevi değildir. Bilindiği, tanındığı zannedilen Cemil Meriç’i, gerçekte hiç bilinmediği, tanınmadığı için yazdım.”

Kitapları okuyup bitirdiğimde, Cemil Meriç’i “bildiğini düşünen” biri olarak çok mahcup olduğumu hatırlıyorum. Bence Cemil Meriç üçlemesi Cündioğlu’nun düşünce işçiliğinin en nadide örneği... Hele “Bir Mabed Savaşçısı”nın önsözündeki, Cemil Meriç’i bazı yönleriyle Cemil Meriç’ten bile iyi tanıdığını ispat eden o birkaç paragraf:

Meriç, ömür boyu şikayetçi olacağı “yeterince sevilmediği duygusu”nu egosunun yüksek­liğine, yani kendisini fazla sevmesine bağlar ve der ki: “Sen kendini seviyorsun. Başkası neden sevsin?”

Cündioğlu “Ne kadar yanlış!” diye itiraz eder:

━ “Asıl kendini sevmeyeni başkaları sevmez. Kişi kendini ve/veya zâtını sevse, kendi başını yine kendisi usulca okşamayı bilse, biraz gayretle hoşça baksa zâtına, bu mutmain olmuş (gönlü doymuş, tatmin olmuş -A.G.) nefsi, pekâlâ başkaları da okşamayı ister, üstelik sadece sevgiyle değil, saygıyla da okşamayı ister. İtminana kavuşmuş hangi nefis, taşranın sözde ilgisine ihtiyaç duyar ki!”




Dindar ve modern

Toplumdaki seküler kültür oluşturucuları yavaş yavaş onun bir “İslamcı”, bir “muhafazakâr” olmadığını anlıyor gibiler... Fakat yine de ona oralarda alan açmak tehlikeli. Çünkü o bir dindar ve “gülünç olmadıkça İslam’ın temsiline izin vermeyen bir zihniyetin kıkırdayışları arasından konuşan”ların tersine, konuşunca kimse gülemiyor. O, bu yanıyla “dindardan entelektüel olmaz” mitinin tabutunu bir daha açılmamak üzere çivileyen bir adam.
Ayrıca modernliği de ciddi bir sorun... Bir söyleşisinde, dindar gençlerin kendisine gösterdiği teveccühle ilgili bir soruya cevap verirken. “Ben çağdaş dünyada insanın ilkeleri ile irtibatını koparmadan modernleşebileceğini temsil ediyorum. Ben o gençlerin olmayı istedikleri yerdeyim” demişti.
Doğru, fakat bu, madalyonun sadece bir yüzü, öbür tarafında da dindarların dindar kalarak modernleşebileceğine inanmayan ya da inanan ama bunu kendi sosyal-kültürel iktidarlarına bir tehdit olarak görüp engellemek isteyenler var... Birinciler Cündioğlu’nun modern dindarlığını ne kadar seviyorlarsa, İkinciler o kadar kızıyorlar.

KAYNAK:Alper Görmüş, “Konfor Bozan Derinlik: Dücane Cündioğlu”, Yeni Aktüel Dergisi, (“Bence” Portreler), sy. 286, sh. 58-59, 03-16 Ocak 2013


Facebook
Viewing all 497 articles
Browse latest View live